Elifîn Yeri
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 3:58 am

Bismillâhirrahmânirrahîm
MUKADDİME
İnsanlığı ve bütün âlemleri büyük bir hikmet ve gâye ile yaratan, insanların ve tâife-i cinnin dünyâ ve âhiret saâdetine nâiliyyetini vesîle ve vâsıtaya bağlayan Allâhu Zülcelâl'e hamdü senâlar olsun.
Âlemlere en büyük rahmet, en büyük şefâatçı, en büyük Peygamber, Muhammed'ül Mustafâ Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e, O'nun Âline ve Eshâbına salât, kıyâmete kadar bütün O'na tâbi olanlara selâm olsun.
İnsanoğlunun tanıması gerektiği, hayâtının en ince noktalarına varıncaya kadar bilmesi ve onları kendi hayâtında tatbik etmesi îcâbeden yegâne insan; onsekiz bin âlemin kâffesine rahmet olarak gönderilen, Peygamberler Peygamberi, Hz.Muhammed (S.A.V.)'dir.
Beşer kaleminin kendisini tavsiften âciz kaldığı, O Büyük Rasûl'ün hayâtının her şeyden daha çok bilinmesi îcâbeder. O'nun hayâtı bilinmeden, İslâm'ın kâinât çapındaki gâyesi tahakkuk ettirilemez, İslam anlaşılamaz. Kim, Sîret-i Nebî'yi (Peygamberimiz'in hayâtını) bilmezse, Allâhın Rasûlü sevgili peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V)'i hakkıyla tanıyamaz. Yine kim, Allâhın Rasûlü'nü hakkıyla tanıyamazsa İslâmı da layıkıyla anlayamaz.
Gerek bu dünyâda, gerek bundan sonraki âlemlerde şerefli insan olmak, iyi insan olmak; Kâinât'ın Efendisi, Muhammed'ül Mustafâ, Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem'i iyi bilmek, tanımak, anlamak ve O'na gerçekten ümmet olmakla kâimdir. Bir müslümanın gerçek mü'minliği, gerçek îmâna kavuşması; Peygamberini sevmeğe ve O'nun getirdiği esaslara tabî olmağa bağlıdır.
Beşeriyyet, içinde bulunduğu sıkıntılardan, buhranlardan, huzursuzluklardan ancak ve ancak Fahri Kâinât'a tâbi olmakla kurtulabilecektir.
Eshâb; arkadaş ve sohbetten gelir ki, Eshâb-ı Kirâm'ın hepsi Peygamber Efendimiz'in sohbeti ile yetişmiş, olgunlaşmış; mazhar oldukları bu devlet sâyesinde, kendilerinden sonra gelenlerin ulaşamayacağı kemâle vâsıl olmuşlardır. Dînimizde sohbetin ehemmiyeti pek büyüktür. Sohbet rûhun gıdâsıdır. Din, sohbet ve nasîhatle kâimdir. Peygamber Efendimiz; "Bir müslüman evinde, günde bir defa dinden îmandan bahsedilmezse, o eve zulmet yağar." buyuruyorlar. Acabâ bu şerefli vazîfeyi yapıyor muyuz?
Bu hususta, evde çocuklarımızla beş dakîka bile meşgul olmadan, onlara Peygamberlerini, dînî vazîfelerini öğretmeden; cemiyette İslâmın yaşanmadığını, İslâmın ahlâkî, îtikadî ve ictimâî prensiplerinin tatbik edilmediğini şikâyete kalkışmamız hakkımız değildir. Çünkü şikâyetçi olduğumuz cemiyet, bizlerden ve bizim çocuklarımızdan teşekkül etmektedir.
Öyle ise bugünün müslümanına düşen ilk vazîfe, kendi âilesinden başlayarak cemiyetin kurtuluşu için çalışmasıdır. Bir müslümanın evinde ilk yapacağı sohbet ise, Allah Rasûlü üzerine olmalıdır. Çünkü, Kur'an ahlâkı O'ndadır. Dînin en ince yaşantıları, Yüce Rasûl'ün hayâtında birer pırlanta mîsâli parlamaktadır.
Ey babalar, anneler ve evlâdlar!
Bütün güzellik ve olgunlukları üzerinde toplayan İnsân-ı Kâmil'e yaklaşın. Yüce Allah O'nu, ahlâkı tamamlamak üzere göndermiştir. Evlerinizi O'nun sohbetleri ile süsleyiniz. Bu takdirde başından sonuna kadar bütün bir devri, olanca çileleri ve mutluluğu ile Peygamber Efendimiz'in ve Sahâbelerinin yanında yaşamış gibi olursunuz. O'nun tedrîsiyle üzerinize rahmet iner. O'nun müzâkeresiyle melekler üzerinize nur saçarlar.
Eshâb-ı Kirâm'ın, Peygamber Efendimiz'e sevgileri, O'na itâat ve bağlılıkları, bizler için ne büyük bir örnek değil midir? Şu satırları yazan bu fakîrin, Akabe Bîatl'arı, Hudeybiye Musâlahası'ndaki bîat, Mekke Fethi'nde yapılan bîat, kadınların biâtı, hülâsa bütün Eshâb-ı Kirâm'ın Peygamber Efendimiz'e, münferiden, müctemian yaptıkları o bîatlar çok dikkatini çekmektedir. Zîrâ, Eshâb-ı Kirâm, Allah Rasûlü'ne gelerek ellerine sarılıp, bağlılık beyanında bulunup, söz vermişler, ahdü pîmân etmişler (antlaşmışlar); harpler olmuş, darpler olmuş, çok zor ve sıkıntılı anlar olmuş, fakat öyle büyük bir sevgi ve îmânla bağlanmışlar ki, ahidlerinden asla dönmemişlerdir. Onlar gibi bugünün müslümanlarının da Peygamberimiz'e, vârislerine ve O'nun Emîrlerine aynı itâat, sadâkat ve sevgi ile bağlanmış olmaları îcâbeder.
Mûbârek Kitâbımız Kur'ân-ı Kerîm'in dörtte üçü geçmiş kavimlerden, ümmetlerden ve peygamberlerden bahseder. Bu gösteriyor ki târihi bilmek şarttır. Bu şartın edâsı ve zaruretin giderilmesi için İslam Târihi mevzûunda birçok eserler yazılmışsa da, bilhâssa yetişme çağındaki müslüman çocuklarının ve herkesin, çok fazla mesâi harcamadan kolayca okuyup faydalanabilecekleri işbu Muhtasar İslam Târihi'ni hazırladık.
Yüce Mevlâ'nın izni ve lütfu ile hazırladığımız bu esere, Câhiliyye Devri (Fetret Devri) diye tasvir edilen, Peygamberimiz'den evvel dünyâ üzerindeki milletlerin hâllerinden; Mekke şehri, Kâbe-i Muazzama ve Zemzem Suyu'ndan behsetmekle başladık. Peygamberimiz'in dünyâyı teşrifleri, çocukluk, gençlik ve evlilik yıllarından bahsederek devam ettirdik.
Daha sonra, Peygamber Efendimiz'in peygamberliğinin başlamasından irtihâllerine kadar geçen yirmi üç senelik hayâtına yer verdik.
Kıyamete kadar cereyan edecek hâdiselerin birer nümunesinin zuhur ettiği o ibret verici, gözleri yaşartan, gönülleri çoşturan, İslâmi gayret ve cesaret ruhunu şahlandıran hâdiselerle dolu bu dönem, meselenin esas can alıcı nüvesini teşkil etmektedir.
Rasulüllah Efendimiz'in ve ilk müslümanların çektiği o ıstıraplar ve onların bunca ezâ ve cefâlara, İslam uğruna canlarını da ortaya koyup, sabredip, tahammül göstermelerini, yeri geldiğinde mallarını, mülklerini, yerlerini, yurtlarını ve herşeylerini terkedip Allah rızası için hicret etmelerini; Hz.Peygamberimiz ve Eshâbının İslâmı anlatıp, öğretme metodlarını; Eshâbı Kirâm'ın Peygamber Efendimiz'e ve O'nun emirlerine ne büyük bir sadakatla bağlanıp, itaat ve mutâvaat gösterdiklerini; Ensar ve Muhâcirîn arasındaki kardeşliği; muhârebelerde ve fetihlerde îman gücünün ve mutlak itaatın gâlibiyetini; müşriklerin, yahudîlerin ve her devirde eksik olmayan münâfıkların, İslam aleyhindeki entrika ve kalleşçe tuzaklarını; nihâyet, bütün bu hâdiselerin hülâsasının sözle de ifâdesi olan ve her müslümanın belleyip, hayâtında tatbik etmesi icâbeden Vedâ Hutbesi'ni bu bölümde zevkle okuyacak, hakîkaten o günleri yaşıyor gibi olacağınızı ümit ederiz.
Peygamber Efendimiz'in hastalanması, mübârek cesedinin dünyâ âleminden, âhiret âlemine intikâli; Rasulüllah'ın şekli ve şemâili ve mekârimi ahlâkından bahsetmekle bu eserin siyer-i nebî kısmını bitirmiş olduk.
Son kısımda ise, Hulefâ-i Râşidîn dönemini hülâsa edip, İslam halîfeliğini devam ettiren Emevîler ve Abbâsiler döneminden kısaca bahsettik. İlk Müslüman Türk Devletlerine de yer verip, bunlar içerisinden Selçuklular, Timuroğulları ve hâlen dünyâ milletlerinin ismini işitince durakladığı, bizlerin de torunları olmakla iftihar ettiğimiz Yüce Osmanlı Devleti'nden biraz daha genişçe bahsettik. Bilhâssa Sultan Abdulhamid Han ve O'nun döneminden, O'nun cihanşümul siyâsetinden bahsetmeden geçemedik.
Böylece tamamladığımız bu eserin her okuyucu ve okutucuya, her gence ve her yaşlıya, hülâsa herkese fâideli olacağını ümit ve temenni ederiz.
Cenâb-u Hak rızâsına muvâfık kılıp, Fahri Kâinât'ın şefâatına mazhar eylesin. (Âmîn)


En son menzioglu tarafından Ptsi Şub. 02, 2009 4:19 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 4:09 am

PEYGAMBER EFENDİMİZ'DEN ÖNCE DÜNYÂNIN AHVÂLİ
HİNDİSTAN
Gariplikler, acâiplikler ve zıdlıklar ülkesi olan Hindistan'da, İslâmiyet'in zuhûru sırasında yüzlerce emirlik ve hükümdarlık bulunmaktaydı. Kubta, Çanika ve Kumara hânedânları bunların en meşhurlarıydı. Örf ve âdetlerdeki aşırılık, sınıflar arasında derin ayrılıklar, kan ve soy taassubu ülkenin idâresine hâkimdi.
Hindistan, dînî ve ictimâî yönden târihinin en kötü dönemlerini yaşıyordu. Bilhassa Brahmanizm'in baskısıyla oluşan Kast sistemi, halkı âdeta mengene içinde ezmekteydi.
Halk, dört sınıfa ayrılmıştı: Din adamları (Brahmanlar), asker ve asiller, tüccar ve çiftçiler ve bir de hizmetçiler. Bu dört sınıf arasında çok büyük farklar bulunmaktaydı. Bir sınıftan diğerine geçmek yâ da diğer sınıfa mensup bir âileden evlenmek yasaktı. En üst sınıf olan Brahmanlar, zulümle diğer üç sınıfı yok etse bile suçsuz sayılırlardı. Çünkü, bütün günahları af edilmiş olarak kabul edilirlerdi.
Hindistan'da kadınların hiçbir önemi ve değeri yoktu. Kocası ölen kadın ya diri diri toprağa gömülür ya da kendisini yakardı. Dul bir kadının saygı görmesi şöyle dursun evlenmesi bile yasaktı. Kadınların iffetinden de söz edilemezdi. Bir adam karısını kumar masasında kaybedebilirdi.
ÇİN
İslâmiyetin zuhûru arefesinde karışıklık ve tam bir kaos hâlinde idi. Yerli olanlarla olmayanlar, farklı muâmeleye tâbi idi. İnsanlık ve adâlet zevkinden çok mahrumdular.
Çin'de kadınların hiçbir hakkı yoktu. Erkek, âile içerisinde olağanüstü bir güce sahipti. Eşini ve çocuklarını köle olarak satabilme veya istediği zaman öldürebilme hakkı vardı. Çocuklarına ve eşlerine çok nâdir olarak sofrasına oturma izni veriyorlardı.
Anneler için, kız çocuğu dünyâya getirmek, çok büyük ayıplardan sayılıyordu. Kız çocuğu bulunan bir evde, yeni bir kız çocuğu dünyâya gelir ve o âile de fakir olursa, o günahsız çocuk, ya kışın şiddetli soğuğunda ölmesi için dışarı atılır ya da ayılara ve vahşi hayvanlara yem olarak verilirdi.
JAPONYA
Bu ülkeyi, halkın, (hâşâ) güneş tanrısının soyundan geldiğine inandığı bir imparator yönetiyordu. Japonlar, dünyâyı sâdece Japon Adalarından ibâret sanıyorlardı. Peygamberi, kitâbı ve ibâdeti olmayan Shinto (Şinto) dînine mensuptular. Atalarına, krallarına ve putlara tapıyorlar, bir takım delice hareketleri ibâdet kabul ediyorlardı. Ülke son derece ibtidâi gelenek ve göreneklere göre yönetiliyordu. Ancak, Japonlarda kadının nâmusu çok önemli idi. Ona yönelik herhangi bir saldırıda, kadının erkek akrabaları canlarını bile verirdi. Bir baba îdam ya da ateşte yakılma cezâsına çarptırılmışsa, onun ergenlik çağına gelmiş bütün erkek çocukları da aynı cezâya çarptırılıyordu. Bu çağa gelmemiş olanlar ise ergenlik çağına gelince sürgüne gönderiliyorlardı. Kız çocukları mîras alamazdı.
AVRUPA DEVLETLERİ
Altıncı asır Avrupası, cehâletin ve zulmün karanlığında, kanlı savaşlar içinde yaşıyordu. Avrupalılar ilim ve medeniyetten çok uzakta idiler. Ne onların dünyâ hakkında, ne de dünyânın onlar hakkında doğru dürüst bir bilgisi yoktu. Vücudları murdar, kafaları bir takım kuruntularla doluydu. Temizlikten ve su kullanmaktan çekiniyorlardı. Daha, kadının insan mı yoksa hayvan mı olduğu, ruhun ebedi olup olmadığı, insanların satma, satınalma ve mülkiyet haklarının olup olmadığı münâkaşa ediliyordu.
Başta Fransa ve Almanya olmak üzere Orta ve Batı Avrupa'yı ellerinde bulunduran Frenkler, her bölgede kendilerine has kânunlar tatbik etmekteydiler. Eskiden batı medeniyetinin beşiği sayılan İtalya, haksızlığın, anarşi ve çöküntünün kurbanı olmuştu.
Britanya adaları ise beşinci asrın başlarında İngiller adıyle tanınan Alman asıllı Anglo-sakson deniz korsanlarının istilâsına uğramıştı. Hırsızlık ve çapulculukla meşgül olan bu korsanlar altıncı asırda tamamen yerli halkı mağlup ederek Britanya adalarına hâkim oldular. Bundan sonra buraya «ingiller ülkesi» mânâsına gelen İngiltere denilmeğe başlandı.
Bu dönem Avrupası hakkında Avrupalı mütefekkir ve müverrihlerin (târihçilerin) de çok ilginç tesbitleri bulunmaktadır. Bunlardan Robert Briffauld, şunları söylüyor: "Avrupayı beşinci asırdan altıncı asra kadar devam eden koyu bir karanlık kaplamıştı. Hem de giderek koyulaşan bir karanlık. Bu dönemdeki karışıklıklar eski dönemlerden daha korkunç ve daha karanlıktı. Çünkü Avrupa, yok olmağa mahkum, izleri tamamen silinmiş büyük bir medeniyetin kokuşmuş cesedine benziyordu."
Hülâsa, dünyânın her yerinde harpler, ırk, renk ve bölge ayırımları ve bu hususta saçma sapan peşin hükümler yüzünden insanlık bir sefâlet ve bunalım içinde idi.
BİZANS
İran ve Türklerle komşu olan bu imparatorluk, sukut hâlinde idi. Bizans'ın ictimâî ve ahlâkî durumu hiç de iç açıcı değildi. Bizans'da kokuşmuş bir ictimâî nizam vardı. Rüşvet ve yolsuzluk çoğalmış, vergiler kat kat artmıştı. Kumar, zevk ve sefâ peşinde enva'ı çeşit sefâhet almış yürümüştü. Taht ve mezhep kavgaları, sınıf mücâdelesi ve zulüm Bizans'ı batırdıkça batırıyordu. Seksen bin kişilik spor salonlarında bâzen insanlar bâzen de insanlarla yırtıcı hayvanlar arasındaki mücâdeleyi seyredip eğleniyor ve zevk alıyorlardı. Oyunları çoğu zaman kanlı olurdu. Verdikleri cezâlar tüyler ürpertecek kadar vahşet verici ve iğrençti.
Bizans'ın bir eyâleti olan Suriye, Bizanslıların ihtiras ve arzularını gerçekleştirmek için kullandıkları bir yük hayvanı durumunda idi. Bizanslılar, mahkum milletler için en ufak bir şefkat hissi duymazlardı. Borçlarını ödeyebilmek için çocuklarını satan Suriyeliler az değildi. Zulüm ve zorbalık artmış, köleler çoğalmıştı.
ÎRAN
Bizans ve Orta Asya Türkleri ile devamlı harp hâlinde olan bu ülkede, taht ve saltanat kavgaları, siyâset entrikalarından ayrı olarak, avam ve zâdegân (asiller) sınıflarına bölünen halk; bâtıl Zerdüştlük dîninin ve onun yöneticilerinin, ismet ve iffeti ortadan kaldırmalarının verdiği ıstırap ve huzursuzluk içindeydi.
MISIR
Târih boyunca birçok istilâlara uğramış bir ülkeydi. İranlılar, Büyük İskender ve Romalılar eskiden Mısır'ı istilâ etmişlerdi. Romanın koyu zulmü, Romalıların şiddetli tazyikleri karşısında Hristiyanlık Mısır'da yayılıyordu. Mezhep ihtilafları, din kavgaları almış yürümüş, halk bunlardan bıkmıştı. Ağır vergiler altında ezilen halk, İslam fâtihlerini halaskâr (kurtarıcı) olarak karşılayacaklardı.
ARABİSTAN
Peygamber Efendimiz'den önce Araplar, bir kısım bâtıl zihniyet ve hurâfelerin te'siri altında Dîn-i Hanîf'i (hak dînini) unutmuşlar, hak yoldan sapmışlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlardı. Bâtıl bir düşünce neticesi, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kumar, içki, fuhuş alelâde şeylerden sayılırdı. İnsanlar kabîlelere ayrılmış, kabîleler arasında kan dâvâları zuhûr etmiş, birbirlerine diş bileyen düşman hizipler ve harp hâlinde idi. Hakdan, adâletten uzaklaşmış bir cemiyette, kuvvetliler zayıflara, âcizlere saldırıyor, elinde nesi varsa alıyordu. Köleler, esirler, acınacak bir halde idi. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alınıp satılan basit bir eşya muâmelesi görüyordu.
Târih ve edebiyatçıların «Fetret Devri, (Câhiliyye Devri)» adını verdikleri, cihânın zulmetle âlûde olduğu bu devirde, bütün insanlık, kendilerini bu dalâletten kurtaracak, bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.
Allâhü Teâlâ tarafından, Yahûdîlere indirilen Tevrat'ta ve Hz.İsa'ya verilen İncil'de; âhir zamanda bir halaskârın, bir büyük Peygamberin geleceği de müjdelenmişti. Bu yüzden ehli kitap olan Yahûdîler ve Hıristiyanlar O'nu bekliyorlardı. İşte O, âlemlere en büyük rahmet olan Hazreti Muhammed (S.A.V.)'di.
Bütün dünyâ milletlerinin mânevî çöküntü ve yıkıntı içinde kaldıkları bu devirde Araplar, diğer milletlere göre soy ve nesebe dikkat eden, hakka daha saygılı ve mert bir milletti. Dünyâ milletlerinin her sâhada gerilediği bu devirde, Arabistan'da edebiyat çok gelişmiş ve ilerlemişti. Ümmî (okuma-yazma bilmeyen) oldukları halde içlerinde çok güzel şiir söyleyenler vardı. Araplarda, gerek şehirlerde oturanı, gerekse bedevîleri şiir yazmaz fakat söylerdi. Yazmağı bilenler azdı. Amma bilhâssa bedevîlerin şiirleri çok dokunaklı ve gerçekçi olurdu. Çünkü onlar, kırlarda gezerler, hissettiklerini yazarlardı. Her sene Mecenne, Zülmecaz ve bilhâssa Ukaz panayırlarında toplanan geniş halk huzurunda, edebî müsâbaka, şiir yarışmaları yapılırdı. Araplar inşad ettikleri şiirleri (kaidesine uygun, ahenk ile söyledikleri şiirleri), aralarında en şerefli kabile olan Kureyş'e arz ederler, Kureyş izin verirse birincilik alan şâir ve edipler, mükâfatlandırılırlar ve onların şiirleri şanına tazimen Kâbe'nin duvarına asılırdı. Fesâhat ve belâğat yönünden değer taşımayan şiirlere îtibar edilmez, hiçbir kıymet atfedilmezdi. Yıllarca yapılan bu müsâbakalarda ancak yedi kişinin şiiri birincilik alarak Kâbe duvarına asılmıştı. Târihte bu yedi şiire «Muallekât-ı Seb'a» [1] denilir. Bunlardan en güzel şiir, İmri-ül Kays'a âit olup, O'nun şiiri diğer şiirlerin en üstüne asılmıştı. Bu şiir, Peygamber Efendimiz'in doğuşuna kadar asılı kalmıştı.
Câhiliyyet devrinde, Arapların belâğat ve fesâhata bu kadar ehemmiyet vermelerine dikkat edilecek olursa, bundan ibret almak gerekir. Çünkü dalâlet ve cehâletin derinliklerinde bulunmalarına rağmen, edebî yönlerinin artması, Arapça'nın kemâle ermesi, muhakkak ki Allâhü Teâlâ tarafından bu lisan üzere gönderilecek Kitâb'ı anlamaları için, onları hazırlamak ve teşvikten ibâretti.
Araplar, asırlar boyunca mütekâmil dillerinin sâfiyetini muhafaza etmişlerdir. Hz.Muhammed (S.A.V.)'den evvelki nazım ve nesir, aradan geçen 1500 yıla rağmen, bugünkünden ne kelime, ne dilbilgisi, ne de morfoloji bakımından farklıdır. Şu içinde yaşadığımız asırda, diğer dünyâ milletleri ise lisanlarını düzelteceğiz diye, yeni yeni kelimeler bularak, koyarak, değiştirip durdukları halde, Arapların böyle bir dert ve sıkıntısı hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü, bu zengin ve güzel lisan noksanlıklardan ârîdir.
Peygamber Efendimiz'den önce Arabistan'da edebiyatın çok ileriye gitmiş olması, Arapça'nın kemâle ermesi; Allâhü Teâlâ tarafından indirilecek kitâbın, kutsiyyet ve kıymetini bilip takdir etmelerine mâtufdu. Çünkü O Allah Kelâmı, fesâhat ve belâğatın insan gücüyle ulaşılması mümkün olmayan bir mûcizedir.


En son menzioglu tarafından Ptsi Şub. 02, 2009 4:20 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 4:09 am

MEKKE-İ MÜKERREME VE KÂBE
Arap yarımadasının ve bütün dünyânın kalbi olan Mekke-i Mükerreme'de Müslümanların namaz ibâdetini îfa ederken, yönlerini kendisine çevirmeleri Allâhü Teâlâ tarafından emredilen mübârek Kâbe'yi, Mevlâ'nın emriyle, Hz.İbrâhim, oğlu İsmâil Aleyhis'selâm ile binâ ettiler. Böylece, Mekke'de halkın ibâdeti için Beyt-i Harem kuruldu. Bu mübârek Kâbe; ibâdet edenler, rükû ve secde yapanlar için tertemizdi, içinde heykel, put vb. yoktu. Ancak, sonradan Araplar oraya, elleri ile yapıp taptıkları putları doldurdular. Etraftan gelen ziyâretçiler, bunlara kurban kesmeğe başladılar. Şirk aldı yürüdü.
Mekke, çok eski bir şehir olup Kâbe'yi ziyârete gelenler, orada ticâret de yaparlardı. Ziraat mümkün olmadığından, Mekke halkı zaman zaman etrafa ticâret kervanı gönderirlerdi. Mekke'den, Yemen'e ve Şam'a ticâret kervanları gidip gelirdi. Bu sâyede, Arabistan yarımadası içinde, Mekke, yüksek mevkîini almış, rakipsiz bir merkez olmuştu.
Çöl manzarası göstermesine rağmen Mekke'nin ehemmiyeti o kadar büyüktü ki, Roma ve Bizans imparatorları, Acem ve Habeş kralları, sırasıyle hepsi, bu şehri kendi arâzilerine bağlama teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Fakat, İslâmdan önce aldığı ismiyle, Ümmül Kur'a (şehirlerin anası) denilen Mekke, hiçbir zaman ecnebî işgâlinde kalmamıştır.
Kâbe'deki Vazîfeler
Mukaddes Kâbe'ye yapılacak hizmetler Hz. İsmâil'in sülâlesinden olan Hz. Peygamberimiz'in soyunda toplanmıştı.
Bu hizmetler şunlardır: Sigâye, imâre, rifâde, sidâne, i'sar, emvâl-ı muhcere, nedve, hılf-ül'fudul, liva', kıyâde. Bunların içinde sigâye, rifâde Huccâca, diğerleri Kâbe'ye âitti.
1- Sigâye: Kâbe'yi ziyârete gelen hacıların suyunu tedarik etmek, zemzem kuyusuna bakmak, hacıları susuz bırakmamak vazîfesiydi. Bu vazîfe Hâşimoğullarının uhdesinde idi.
2- İmâre: Kâbe'nin bakım ve îmârını yapmak vazîfesiydi. Bu vazîfenin îfâsına her kabîle iştirak ederdi ve bu vazîfenin idâresi Ben-i Hâşim uhdesinde idi.
3- Rifâde: Gelen hacıları konuklatıp ağırlamak, onları barındırmak vazîfesiydi. Kureyş arasında bu vazîfe Nevfeloğulları tarafından îfa olunuyordu.
4- Sidâne: Kâbe'nin kilitlerini muhafaza etmek. Bu vazîfe İzaroğullarında idi.
5- İ'sar: Her iş için fal oku çekmek ve neticesini söylemek işiydi. Bu vazîfe Ben-i Cumh'a âit bir vazîfe idi.
6- Emvâl-ı Muhcere: Kâbe için yapılan vakıflar ile meşgul olup onları yerine sarfetmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Sehimoğullarına âitti.
7- Nedve: Nedvedeki toplantılara başkanlık etmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Esedoğullarının reîsine âitti. Kureyşliler, Kâbe yanında inşa edilmiş olan Dâru'nnedve adlı binâda toplanırlar, ehemmiyetli işleri görüşüp kararlaştırırlardı. Harp, sulh, ticâret kervanları tertibi, resmî törenler ve nikah akitleri burada yapılırdı.
8- Hılfü'l-Fudul: Fadıllar anlaşması, adâlet tevzîine nezâretle, zulüm ve fesâdın önüne geçmek için kararlaştırılmış bir kurulun alacağı kararlar. Bu kurul, Abdullah ibn-i Cüdâ'nın başkanlığında toplanırdı. Bir defasında onaltı yaşlarında iken, Peygamber Efendimiz de toplantıda bulunmuştu.
Bu mevzûda daha sonra Rasûlü Ekrem buyuruyor ki: "Abdullah ibn-i Cüdâ'nın evinde bir hılfe (bir ittifâka) şâhit oldum. Onun aynı için bugün de dâvet olunsam, bu dâvete icâbet ederim."
Bu toplantıda, Yemenli bir tüccarın malını alıp parasını vermeyen Mekkeli müşrik As ibn-i Vâil'e, borcu ödettirilmiş, bu zulüm önlenmiş ve bâ'demâ, böyle zâlimliklere meydan verilmeyeceğine karar alınmıştı.
9- Liva': Bayraktarlık vazîfesiydi. Harp zamanlarında bayrağı taşıyan vazîfeliler bulunurdu.
10- Kıyâde: Kumandanlık. Harp ve ticaret seferlerinde kafilenin başında kumandanlık edip onlara istikamet vermek. Bu vazîfe Ümeyyeoğullarının elindeydi.


En son menzioglu tarafından Ptsi Şub. 02, 2009 4:23 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 4:10 am

ZEMZEM
Zemzem, Hz. Hacer'in Kâbe-i Muazzama'nın yanında susuzluktan kıvranmakta olan oğlu İsmâil için, su aramak maksadıyle defalarca Safâ ile Merve tepesi arasında koşup, çâresizlik içinde etrafına bakındığı bir zamanda, Kâbe'nin hemen yanından Allâhü Teâlâ'nın ihsân ettiği mübârek bir sudur. Hz.Hâcer, birbirine yakın Safâ ve Merve tepeleri arasında su aramak maksadıyle yedi defa koşmuş ve en sonunda, bir kuşun ayağının pençesi ve kanadıyle yeri kazdığını, oradan suyun çıktığını görmüş, koşarak gelip, suyun akıp gitmemesi için önüne bent (gölet) yapmış ve bu sudan kırbasını doldurarak oğluna içirmiştir.
İşte bu su bildiğimiz Zemzemi şerif olup, Mevlâmız kuşu vâsıta kılmak suretiyle lütfu İlahi olarak bu şifalı suyu müminlere ihsan buyurmuştur.
Zemzem ayakta, kıbleye dönülüp, Salavât-ı Şerîfe okunarak ve niyet edilerek içilir.
Hz.Peygamberimiz; "Zemzem ne için içilirse onadır" buyurmuşlardır.
Meselâ, bir insan karnı aç olsa da doymak niyetiyle içse doyar, susuz olsa da susuzluğum geçsin diye niyet ederek içse susuzluğu gider. En güzeli, «bütün dertlerime şifâ olsun, bana feyiz ve nur olsun diye niyet ederek içilmesidir.»
Vaktiyle Cürhüm kabîlesinden Mudad, Mekke'ye düşman saldırınca, kaçarken Kâbe'nin bütün hazînelerini Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprak seviyesinde tesviye ederek, belirsiz bir hâle getirmişti. Nice yıllar sonra, Rasulüllah Efendimiz'in dedeleri Abdulmuttalib gördüğü bir rü'ya ile Zemzem'i açıp meydana çıkardı, temizledi. İçinden zırhlar, kılıçlar ve altundan geyik heykelleri çıktı. Kuyu temizlenince eskisi gibi bol bol su kaynamağa başladı. Abdulmuttalib'in bu hizmeti çok makbûle geçti.


En son menzioglu tarafından Ptsi Şub. 02, 2009 4:23 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 4:12 am

Ebrehe'nin Kâbe'ye Saldırması
Kâbe'nin, Araplar ve kutsiyetini takdir edebilen herkes yanında müstesnâ bir ehemmiyeti vardı. Kurulduğu zamandan beri uzaktan yakından pek çok insan, O'nu ziyârete gelirdi. Bu sebeple, Mekke şehri, insanların toplandığı, kaynaştığı mühim bir ziyâret yeri, ayrıca mühim bir ticâret merkeziydi. Bunu bir türlü çekemeyen, Yemen'i müstemleke edinmiş olan Habeşistan kralı Ebrehe, San'a'da [2] büyük bir binâ yaptırdı ve etrafa haberler göndererek; "Bu insanlar niye gidip Arapların Kâbe'sini ziyâret ediyorlar? Buraya gelsinler, benim binâmı ziyâret etsinler, hem ben gelenleri burada yedirip içirip, gâyet güzel ağırlayacağım" dedi. Onun bu hareketi Araplar'ın, bilhâssa Kureyş'in çok ağırına gitti. İçlerinden birkaç kişi Ebrehe'nin binâsına geldiler.
Ebrehe onlara, -kendi mukaddes binâlarını bırakarak bana geldiler diye- çok hürmet gösterdi. Yedirdi, içirdi, o gece o binâda müsâfir etti. Fakat onlar geceleyin kalkıp, binâyı kirletip, kırıp döküp gittiler.
Sabahleyin durumu gören Ebrehe kudurdu. Gidip onların Kâbe'sini yıkacağım diye karar verdi. O günün zırhlı vâsıtası yerine geçen fillerden kurulu muazzam bir ordu hazırladı. En büyük filinin adı Mamud idi. Kâbe'nin görüldüğü Cebel-i Kubeys'e (Kubeys dağına) kadar geldi. Dinlenmek için orada konakladı. Bu esnada, orada otlamakta olan Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdulmuttalib'e âit ikiyüz deveye el koydu.
Bunun üzerine Ebrehe'nin yanına gelen Abdulmuttalib; "Burada otlamakta olan develerimi aşırmışsınız, onları istemeğe, almağa geldim, develerimi verin" dedi.
Ebrehe; "Demek benden sadece develerini istiyorsun, ben de Kâbe hakkında bana ricâda bulunacaksın sanmıştım" dedi.
Bunun üzerine Abdulmuttalib, ona; "Evet, ben develerin sâhibiyim, develerimi isterim. Kâbe-i Muazzama'ya gelince, O'nun sâhibi Hz.Allah'dır. O bilir Kâbe'sini korumasını." dedi.
Bu söz Ebrehe'nin vücudunda büyük bir titreme husûle getirdi ve hemen develeri verdi.
Abdulmuttalib develerini alıp Mekke'ye dönünce Kâbe'ye geldi. Beyt-i Şerîf-in siyah örtüsüne sarılarak ağladı. Allâh'a yalvardı: "Yâ Rabbî! Bizim elimizde o azgın Ebrehe'ye karşı koyacak güç yok, Kâbe'nin sâhibi Sensin, Beyt-i Şerîf'ini Sen koru yâ Rabbî!" diye duâ etti.
Ebrehe, konakladığı yerden ordusunu kaldırdı. Önde en büyük fil olan Mamud ve develeri Kâbe'ye doğru zorluyor, fakat Mamud ve develer yere çöküyorlar, bir türlü o tarafa gitmiyorlardı. Şam, Yemen, Irak cihetlerine döndürülünce hemen yürüyor, Kâbe'ye yöneltilince çöküyor, bir adım dahi atmıyorlardı.
Ebrehe ve Ordusunun Helâkı
Ebrehe, ordusunu Kâbe'ye saldırtmağa zorlarken, Cenâb-u Hakk serçeye benzer bölük bölük kuşlar halketti. Onları sürüler halinde Ebrehe'nin ordusu üzerine sevketti. Kuşlar, ayaklarında taşıdıkları, kırmızı çamurdan yapılmış, ateşte pişirilmiş, kime atılacaksa üzerlerinde ismi yazılı, nohut tanesi gibi taşları atı atıverdiler. Bu taşlar, Ebrehe ordusunun hepsinin tepesinden girdi, iç organlarını tahrip ederek, aşağısından çıktı. Hepsi de ölü ölüverdiler. Cenâb-u Hakk, Ebrehe'nin ordusunu yenmiş ekin tarlasına döndürüverdi.
Hâdiseyi gören Ebrehe kaçtı, sarayına geldi. Olanları oradaki adamlarına anlattı. Topal bir kuş da onu tâkibediyordu. O da taşını attı. Ebrehe de orada öldü.
Bu hâdise Peygamber Efendimiz'in doğumundan 50 veya 55 gün evvel vâki oldu.


________________________________________
[1] [Kabe duvarına şiirleri asılan Muallekât-ı Seb'a şairleri; İmri-ül Kays, Nabigatü'z Zebyani, Züheyr ibni Ebi Sülma, Tarfetebni'l Abd, Anteretebni Şeddat, Algametebni Abde, Lebid ibni Rebia'dır.]
[2] [San'a, Yemen'de bir şehrin adıdır.]


En son menzioglu tarafından Ptsi Şub. 02, 2009 4:24 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 4:17 am

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN DOĞUMU
Mîlâdın 571, Rebîülevel ayının 12.gecesi, (Nisan ayının 20.günü) Mekke ufukları ağarırken Peygamber Efendimiz, Hz.Muhammed-ül Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem dünyâyı şereflendirdi. O'nun doğduğu sabah, âlem başka bir âlem oldu, cihan nurla doldu. Zirâ O'nun teşrifleri sıradan bir hâdise değildi. Bütün peygamberlerin geleceğini müjdelediği ins-ü cin'in ve melâikei kirâmın teşriflerini beklediği bir peygamberdi O.. Bu yüzden, geceler içinde benzeri yoktur. Kâinâtın en azametli hâdisesi bu gece vukûa gelmiştir. Bütün âlem bu geceyi bekliyordu.
Peygamber Efendimiz'in babası Abdullah, az zaman önce vefât etmiş olduğundan, annesi Hz.Âmine hiç zahmet çekmeden dünyâya getirdiği bu nur topu çocuğu, dedesi Abdulmuttalib'e müjdeleyince, bahtiyar dede torununun doğumuna pek sevindi. Hemen bir ziyâfet vererek O'na isim koydu.
Kureyş uluları; "Bu ziyâfete sebep olan çocuğa ne isim koydun?" diye sorduklarında,
Abdulmuttalib; "Muhammed ismini verdim." dedi.
Onlar; "Ecdâdında olmayan bu ismi vermekten muradın nedir?" diye sorunca,
Abdulmuttalib; "Umarım ki O'nu yerde halk, ulvîlikler âleminde Hakk pek çok övecek" diye cevap verdi. (Zîra, Muhammed; «pek çok hamd-ü senâ olunmuş kimse» mânâsına gelmektedir.)
Peygamber Efendimiz'in doğduğu gece dünyâda fevkalâde hâdiseler oldu. Şöyle ki:
O devrin en büyük devleti Kisrâ'nın sarayında, mimarların mühendislerin yıkılmaz diye rapor verdiği ondört sütun çöktü.
Sâvâ gölü kurudu.
Mecûsîlerin uzun müddetten beri sönmeden yakıp tapındıkları ateşgedeleri söndü.
Müşriklerin Kâbe üzerine koymuş oldukları putlar devrilip kırıldı. Onların, hâşâ, Allah diye tapındıkları putları küp kırığına dönmüştü.
Bütün bunlar çok mühim bir şeye işâret ve beşâretti. Çünkü, Hak gelmiş, bâtıl zâil olmuştu. Hakkı telkin ve tebliğ edecek olan Kâinâtın Efendisi, Peygamberler Peygamberi, Fahri âlem, Muhammed'ül Mustafa (S.A.V.) doğmuştu.
Gerçekten ilerde İran'ın saltanatı yıkılacak, Bizans İmparatorluğu dağılacak, putperestlik sönecek, küfrün bataklığı kuruyacaktı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 4:17 am

Peygamber Efendimiz'in Nesebi
Peygamber Efendimiz'in nesebi, şirki, küfrü reddeden Hanif dîninin yayıcısı Hz.İbrâhim'e dayanır. Babası Abdullah Haşimoğullarındandır. Annesi Âmine Zühreoğullarından olup, birkaç göbek sonra soyları birleşir. Her ikisi de Mekkelidir.
İbrâhim Aleyhisselâm'ın oğlu Hz.İsmâil'in evlatları içinde Ben-i Adnan, Adnâniler içinde Ben-i Mudar, Mudâriler içinde Kureyş kabîlesi diğerlerinden daha büyük bir şerefe sahipti. Hele Kureyş kabîlesinin içinden Hâşim kolu, çok sayılan ve sevilen bir koldu.
Hâşimî Kolunun Soy Silsilesi
Hâşim'in babası Abdimenaf, O'nun babası Kusayy (Zeyd), O'nun babası Kilâb, O'nun babası Mürre, O'nun babası Kâ'b, O'nun babası Lüveyy, O'nun babası Gâlib, O'nun babası Fihr, O'nun babası Malik, O'nun babası Nadr, O'nun babası Kinâne, O'nun babası Huzeyme, O'nun babası Müdrike (Amir), O'nun babası İlyas, O'nun babası Mudar, O'nun babası Nizar, O'nun babası Ma'ad, O'nun babası Adnan'dır.
Bunların içinde ne zaman birinin iki oğlu oldu ise Hz.Muhammed (S.A.V.) en şerefli, en hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda O'nun ceddi kim ise, yüzündeki nurdan anlaşılırdı. Çünkü Hz.İsmâil'in alnında bir nur vardı, yıldızlar gibi parlardı bu nur. Bu nur ona pederinden kalmıştı. Sonra evlâttan evlâda intikâl ederek Efendimiz'e kadar ulaştı. İşte o nur, Kâinâtın Efendisi'nin cedlerini açık açık her devirde göstermiş olan nurdur. Peygamberden peygambere geçen nurdur. Bu nur, Âdem'le Havva'nın dünyâya indirilmesinden beri intikâl edegeliyordu. Bu nurun gerçek sâhibi kimdi? Fahri Kâinât efendimizdi...
Hz.Âdem'den beri evlattan evlâda intikâl edegelmiş olan ve nihâyet asıl sâhibine erişmiş olan nur...
Peygamber Efendimiz'in Süt Annesi
Mekkeliler, bilhâssa Mekke uluları, yeni doğan çocuklarını daha iyi yetişmeleri için, bir müddet yüksek yerlerde oturan kabîle kadınlarından sütanne kiralar, onlara verir, baktırırlar, mukâbilinde ücret de verirlerdi. Bu usul o zamanlarda, umûmi bir gelenek olduğundan, her sene kabîle kadınlarından isteyen, emzirmek büyütmek için, çocuk almağa şehre gelir, alır götürürdü. Yetiştirdikten sonra tekrar geri getirip analarına teslim ederlerdi. Yine bu sebepten şehre sütanneler geldi.
Ben-i Sâd kabîlesinden gelen kadınlar, kendilerine çocuk seçmişlerdi. Fakat Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V.)'i henüz alan olmamıştı. Birçok kadın, yetim diye, fazla para vermezler diye almağa yanaşmamışdı. Fakat yine Ben-i Sâd kabîlesinden Hâris diye birisinin âilesi olan Halîme, başka çocuk da kalmadığından biraz tereddüt içinde O'nu aldı. Fakat sonradan, aldığına çok memnun oldu. Çünkü bu yetim çocuk onlara çok uğurlu gelmişti. Halîme O'nu öz evlâdından çok sevdi. Şeymâ adındaki kız evlâdı da Hz.Muhammed'i pek severdi. Onunla kardeş kardeş oynayıp geçinirlerdi.
Halîme'nin kocası Hâris de, âilesine şöyle dedi: "Halîme! Bu çocuğun ayağı bize çok uğurlu geldi. O evimize ayak basalı beri davarımızın sütü, sütümüzün yağı çoğaldı. Evimiz bereketlendi, elimiz genişledi. Ben bu çocukta bir başkalık görüyorum."
Yürümeğe başladığı zaman, annesi Âmine Hatun O'nu almak, şehre getirmek istedi. Halîme buna şiddetle îtiraz etti. "O'nu şehre götürmeyiniz, oraların havası ağırdır, bir müddet daha bizim yanımızda kalsın" dedi.
Peygamber Efendimiz kırda bu âile yanında beş yıl kadar kaldı. Hz.Peygamberimiz sütannesini çok severdi. Yanına geldiğinde, "anacığım" diyerek karşılar, çok hürmet gösterirdi. Daha sonraları onun kendisine ve âilesine dâima yardım etti. Daha üç dört yaşlarında iken, gerek Halîme gerekse kocası Hâris, Peygamber Efendimiz'de, diğer insanlarda görülmeyen yücelikler ve fevkalâde haller görür oldular. Bu hâl, onları, "böyle bir kıymeti koruyamazsak..., O'na sonra bir şey olursa..." gibi düşüncelere sevkettiğinden artık annesi Hz.Âmine'ye teslim etmeğe karar verdiler ve Mekke'ye götürüp annesine teslim ettiler.
Artık annesi Âmine ile sâdık hizmetçileri Ümmü Eymen, O'nun üstüne titriyor, O'nu, esen rüzgardan bile sakınıyorlardı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 2:08 pm

MEDÎNE ZİYÂRETİ
Oğlunu uzun zamandan beri görmeyen anne, O'na kavuşunca çok memnun olmuştu. Âmine Hatunun Medîne'de, Ben-i Neccar'dan akrabaları vardı. Hem onları görmek hem de babasının kabrini oğluna ziyâret ettirmek maksadıyle bir seyahat yaptırdı. Bu ziyâret sırasında Peygamber Efendimiz altı yaşlarında idi. Medîne'de dayılarının yanında bir ay müsâfir kaldılar. Babasının kabrini ziyâret ettiler. Daha sonra, sâdık hizmetçileri Ümmü Eymen ile birlikte Mekke'ye dönmek üzere yola çıktılar.
Medîne'nin 23 mil cenubuna düşen Ebvâ köyüne kadar gelmişlerdi. O akşam o köyde kaldılar. Fakat anne, şiddetli bir hastalığa yakalanmış, son dakikalarını yaşadığını sezer gibi olmuştu. Baba öksüzü olan ciğerpâresini yanıbaşına oturtarak, O'nu şefkat dolu yaşlı gözlerle uzun uzun süzdü.. öptü.. öptü.. parçalanan bağrına basarak, analığın bütün harâret ve şefkatiyle O'nu okşadı. Daha ana karnında iken babasından yetim kalan bu yavrucak şimdi de anneden mi mahrum kalacaktı? Anne bu acıyı hisseder gibi oldu. Bir daha göremeyeceği biricik oğlunun mâsum yüzüne baka baka şu mânâda bir beyt söyledi:
"Her diri ölür, her yeni eskir,
Her yaşlı göçer, her fâni yok olur,
Ben de öleceğim, fakat buna gam yemem,
Çünkü dünyâya bir büyük hayırlı varlık bırakıyorum."
Bu sözlerden sonra yaşlı gözlerini bu fâni hayâta kapadı. Ümmü Eymen, öksüz yavruyu alarak Mekke'ye döndü. Bundan sonra Hz.Muhammed (S.A.V)'i, dedesi Abdulmuttalib yanına alarak ana ve babadan yetim kalan torununu, iki sene baktı. Vefat edeceğinde amcası Ebû Tâlib'e emânet etti.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 2:09 pm

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN ÇOCUKLUK DEVRİ

Hz.Peygamberimiz'in dedesi Abdulmuttalib, yüz yaşını geçmiş olduğu halde hasta döşeğine düşünce, o zaman sekiz yaşında olan torunu Hz.Muhammed (S.A.V.)'i oğullarından birine teslim etmek üzere bütün oğullarını çağırdı, başına topladı.
Ebû Leheb'e şöyle dedi: "Sen zenginsin, fakat kalbinde merhamet yok. Çocuk yetim, yüreği zâten yaralı. O'nu sen hoş tutamazsın. Senin sert, kaba muâmelenden incinir, üzülür. Onun için çocuğu sana teslim edemem."
Sonra oğlu Abbas'a döndü: "Sen bu işe lâyıksın, fakat âilen kalabalık..." dedi.
Bu esnâda Ebû Tâlib söze karıştı; "Babacığım, gerçi benim servetim az, fakat şefkatim var. Kardeşim Abdullah'ın oğluna bakmağı ben cana minnet bilirim" dedi.
Abdulmuttalib, küçük torununun da re'yini almağı unutmadı. O'na dönerek; "Amcalarından hangisinin yanında kalmağı arzu ettiğini" sordu.
Mâsum çocuk, yerinden fırlayıp Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı. Böylece Ebû Tâlib'in himâyesine girmiş oldu. Bu hâdiseden birkaç gün sonra dede, bu fâni hayâta gözlerini yumdu. Ebû Tâlib, O'na öksüzlüğünü hissettirmemek için elinden geleni yapıyor ve O'na öz evlâdı gibi bakıyordu.
Peygamber Efendimiz 10-12 yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib'in ve Mekke halkının koyunlarını güttü. Kırların temiz havası, O'nun fartı zekâsını (üstün zekâsını) korudu, geliştirdi. Bir ara kırda çobanlık yaparken kurtların sürüye dalıp koyunlarını kaptığını gördü. Bundan ibret aldı; «Güttüğü koyunları kurda kaptırmamak bir vazîfe idi. Herkes güttüğü koyundan mes'uldür, emânete riâyet olunmalıdır.»
Peygamber Efendimiz, çobanlık yapmağı hakir görmemiş, bilâkis bir Hadîs-i Şerifleri'nde; "Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki O, çobanlık yapmış olmasın. Mûsa peygamber çobanlık yapmıştı, Davut peygamber, kezâ." buyurmuşlardır.
Bir defasında koyunlarını arkadaşlarına bırakarak akranları gibi gezmek, eğlenmek için Mekke'ye inmek istemişti. Giderken yolda bir düğüne rastladı. Tam düğünü seyre dalacağı anda kendisine bir uyuklama hâli geldi, orada uyuyakaldı. Böylece düğünü seyredemedi. O, küfür ve câhiliyyet âdetlerinden zâten hoşlanmazdı, zevk almazdı. O'nu her kötülükten Allah koruyordu ve yetiştiriyordu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 2:10 pm

ŞAM SEYAHATİ

Ebû Tâlib, zaman zaman ticâret maksadıyle Şam'a ve Yemen'e giderdi. Yeğeninin ısrarlı arzusu üzerine bir defasında O'nu da götürdü. Peygamberimiz daha 12 yaşında idi. Arabistan'ın dâimâ açık ve güneşli olan havasında cereyan eden bu seyahat, O'nun ilk yolculuğu oluyordu. Bu yolculuk, gâyet zevkli ve rahat geçti. Bir bulut, devamlı olarak üzerlerinden kervanı tâkip edip onları güneşin harâretinden gölgeledi. Şam yakınlarında Busra denen yere geldiklerinde konaklamışlardı.
Mekke cihetinden gelmekte olan bu kervanı, asıl ismi Cercis olan rahip Bahîrâ, inzivâya çekilmiş olduğu manastırından çok uzakta iken görmüş, kervanda bir fevkalâdelik sezmişti. Öyle ki; «kervanı dâimâ bir bulut tâkip ediyor, onu gölgeliyor, kervan durduğunda üzerinde bulut da duruyor, kervan yürüyünce bulut da yürüyor, kervanın geçtiği ve konduğu yer yeşeriyordu.» İncil'de, geleceği müjdelenen Âhirzaman Nebîsi'nin, bu kervanda olabileceğini tahmin eden râhip Bahîrâ çok heyecanlandı. Kervan kendisine çok yakın bir yerde, Busra'da kuru bir hurma ağacının altında konaklamıştı. Bahîrâ, bulutun yine orada karar kıldığını ve hurma ağacının yeşillendiğini görünce heyecanı büsbütün arttı. Hemen bir hazırlık yapıp kervanla gelenleri dâvet etti.
Ebû Tâlib, eşyaların başında Peygamber Efendimiz'i bırakarak kervandaki diğer kişilerle dâvete icâbet etti. Fakat bulut, kervanın yüklerinin indirildiği yerden ayrılmıyor, orada duruyordu. Bahîrâ, bundan, dâvete esas sebep olanın gelmediğini anlayınca Ebû Tâlib'e; "Başka gelmeyeniniz var gâliba, ricâ ediyorum, O da gelsin" dedi.
Ebû Tâlib; "Hepimiz geldik, sâdece bir küçük çocuk var, O'nu da eşyaları beklesin diye bıraktık" demişse de, rahip Bahîrâ ısrar etti.
Gidip alıp getirdiler. İncil'de, Peygamber Efendimiz'in şemâilini ve vasıflarını okumuş olan râhip Bahîrâ, Peygamber Efendimiz'i görür görmez hakikatı anladı. Ebû Tâlib'e dönerek; "Bu çocuk kimin?" diye sordu.
Ebû Tâlib; "Benim oğlum." dedi.
Bahîrâ; "Hayır.. yok.. bunun babasının ismi Abdullah, annesinin ismi Âmine olması ve her ikisinin de vefât etmiş, kendisinin yetim bulunması lâzım." dedi.
Ebû Tâlib; "Evet öyledir." dedi.
Bu arada râhip Bahîrâ, Peygamber Efendimiz'in gömleğine elini uzatarak; "İzin verir misiniz? Bir noktaya bakacağım." dedi.
"Buyurun!" deyince,
Bahîrâ, gâyet ta'zimkâr bir şekilde, Peygamberimiz'in sırtından gömleğini biraz açtı. Sırtında iki küreği arasında, kuş yumurtası şeklindeki «Nübüvvet Mührü»nü görünce eğilip, hürmet ve saygı ile öptü.
Râhip Bahîrâ, soracağı suallere doğru cevap vermesi için Peygamberimiz'in önce Lât ve Uzza putlarına yemin etmesini istemişti.
Peygamber Efendimiz; "Ben onlara yemin etmem, benim en çok nefret ettiğim şey putlardır." dedi.
"Allah aşkına söyler misin?" deyince;
"Söylerim" dedi.
Husûsi hallerinden ve hayâtının binbir hususiyetinden birçok sualler sordu. Ayrıca, uykuları nasıldır? rü'yâları ne biçimdir? ne yer, ne içer? sevdikleri ve hoşlandıkları nelerdir? Vücudundaki işâretler... vesâire.
Her suâle beklediği cevabı aldı ve son derece memnun oldu.
Sualler ve cevaplar bitince râhip Bahîrâ, Ebû Tâlib'e dönerek; "Bu çocuk, son peygamber olacaktır. Şam Yahûdîleri içinde O'nun evsâfını bilen ve alâmetlerini tanıyan kimseler vardır. Olabilir ki O'na hıyânet ederler. Onların sû-i kastinden korkulur. Sen O'nu Şam'a götürme." dedi.
Bunun üzerine Ebû Tâlib, Bahîrâ'nın sözünü tuttu. Müşterinin de zuhûr etmiş olmasından dolayı, malını Busrâ'da satarak geri döndü.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 02, 2009 2:10 pm

FİCAR HARBİ

İslâmiyet'den önce Araplar arasında ardı arkası kesilmeyen harpler oluyordu. Bunların içerisinde en kanlılarından ve tehlikelilerinden biri de, Ficar Muhârebesi idi. «Eşhûr-u Hurum» yâni hürmet edilmesi gereken mübârek aylarda (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında) meydana geldiği için, günah mânâsına gelen Ficar Harbi ismi verilmiştir.
Bu harp, Kays kabîlesi ile Kureyşliler arasında vuku' bulmuş, başlangıçta harbin talihi Kays kabîlesine gülmüşse de, dört sene devam eden bu harbi, neticede Kureyş tarafı kazanarak bir anlaşma yapmışlardı.
Kureyş haklı ve de Kureyş'in şerefi tehlikede olduğu için çocukluğunda bu muhârebeye Peygamber Efendimiz de iştirak etmişlerdi. Ancak amcalarına ok topladı, doğrudan savaşmadı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 12:48 am

PEYGAMBERİMİZ'İN TİCÂRET HAYÂTINA ATILMASI
Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşırlardı. Ticâretle uğraşmayanlar bir şeye sâhip olamazlar, darlık ve geçim sıkıntısından kendilerini kurtaramazlardı. Kureyş'in zengin ve îtibarlı âilelerinden olan Hz.Hatîce, bâzı kimselere sermaye verip onlarla ortaklık yapıyordu. Şam'a gidecek ticâret kervanıyla, O da mal göndermek istiyordu.
Ebû Tâlib de ticâretle uğraşanlardandı. Fakat, âile efrâdının çokluğu, kuraklık ve kıtlık yılları, Ebû Tâlib'in ticâret ve mâli imkânını zayıflatmıştı. Bu arada Peygamber Efendimiz'e; "Artık yetiştin, 25.yaşına bastın. Kendine bir ticârî iş seçmen lâzım. Kureyş, yakında ticâret maksadıyla Şam taraflarına bir kervan göndermek istiyor. Senin bu kervana katılman için bir yol var. İffet ve servetiyle meşhur muhterem dul kadın, Huveylit kızı Hatîce'yi tanırsın. O, her sene Kureyş'den biri vâsıtasıyla îcâbeden yerlere mal göndererek ticâret ettirir ve adamına hisse verir. Bu işe bu defa sen istekli çıkarsın. Senin temizliğin, doğruluğun ve ahlâkın herkesce bilindiği için, umarım ki seni hemen kabul eder ve başkalarına tercih eder" demişti.
Arada ne oldu ise oldu. Olacak olan zuhûra geldi. Yüksek ahlaklı, ulvî karakterli kadın, Peygamberimiz'in muradını yerine getirdi. Kendisine birini göndererek, şu teklifte bulundu: "Kureyş kervanına katılıp Şam taraflarına ticâret için gidebileceğini tahmin ediyorum. Eğer râzı olup malımın başında bulunmağı kabul ederse, kendisine, başkalarına verdiğim ticâret payının iki mislini veririm."
Hz.Peygamberimiz, vâki teklîfi, amcası Ebû Tâlib'e haber verdi. Ebû Tâlib'in memnuniyeti büyüktü. Heyecanla mukâbele etti; "Bu, Allâh'ın sana ihsan ettiği bir rızıktır. Daha güzeli olmaz. Hemen kabul et." dedi.
Anlaştılar. Hz.Hatîce kölesi Meysere'yi de Peygamber Efendimiz'in emrine verdi ve şu tembihte bulundu: "Sana ne emrederse, hemen itaat edeceksin. Hiçbir re'yine aykırı iş görmeyeceksin. Bir dediğini iki etmeyeceksin."
Kervan yola çıktı. Râhip Bahîrâ'nın ibâdethânesinin önüne kadar geldiler. Ancak Bahîrâ ölmüş, yerini Nastûra isimli bir râhip almıştı. Bu da iyi bir adamdı. Kervanın yanına geldi. Meysere'yi daha önceden tanıyordu. Biraz konuştuktan sonra râhip Nastûra, Meysere'ye dönerek; "Bu zât, Âhirzaman Peygamberi olacaktır. Sakın Şam'a gitmeyiniz. Oradaki Yahûdîler sizi tanırlarsa muhakkak size zarar verirler. Ben O'nun getireceği dîne ve kendisine şimdiden îmân ediyorum. Ne olur! Şam'a gitmeyiniz. Alışverişinizi burada yapınız." dedi.
Alıcı da zuhûr ettiğinden mallarını Busrâ pazarınde çok kârlı bir şekilde satıp üç ay süren bir yolculuktan sonra Mekke'ye geri döndüler.
Hz.Hatîce birkaç kadınla konağının damından kervanın gelişini gözetleyip dururken, bir aralık, devesi üzerinde Peygamberimiz'i iki meleğin gölgelediğini hayretle görmüş ve bunu yanındaki kadınlara da göstermişti.
Öğle vakti, Hz.Peygamberimiz Mekke'ye girdi. Şam'dan getirdiği malları Hz.Hatîce'ye teslim etti. Hz.Hatîce, onları çok iyi bir kârla hemen sattı.
[/b]


En son menzioglu tarafından Salı Şub. 03, 2009 12:49 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 12:49 am

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN EVLENMESİ
Hz.Hatîce bir rûya görmüştü. Bunu, eski din üzerine ibâdetini yapan Allâh'ın sevgili kullarından biri olan amcası Varaka bin Nevfel'e anlattı. Varaka, Tevrat ve İncil'i okumuş, bu kitaplardan Âhirzaman Peygamberi'nin geleceğini öğrenmiş bulunuyordu. O'na rû'yasını; "Sen, Âhirzaman Peygamberi ile evleneceksin, O'nun zevcesi olacaksın." diye tâbir etti.
Peygamber Efendimiz 25, Hz.Hatîce 40 yaşlarında iken, iki taraftan da vâsıtalar zuhur etti ve nihâyet beklenen karar verildi. Nikah, âdet üzerine Hz.Hatîce'nin evinde akdolundu. Hz.Hatîce'nin vekîli amcazâdesi Varaka bin Nevfel, Peygamber Efendimiz'in vekîli amcası Ebû Tâlib'di.
Ebû Tâlib, ayağa kalkarak şu sözleri söyledi: "Şükür Allâh'a ki bizleri İbrâhim'in zürriyetinden ve İsmâil'in neslinden, Maad'ın mâdeninden ve Mudar'ın aslından yarattı. Bizi Beyt-i Mükerremi'nin bekçisi, Harem-i Şerif'in hizmetçisi yaptı. Bundan dolayı insanların hâkim ve reîsi yaptı. Şimdi de, çok mutlu bir ânı yaşamak üzere buraya gelmiş bulunuyoruz. Kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah ki, O'nunla Kureyşten hiçbir genç tartılamaz, ölçülemez. Çünkü O, haseb ve nesebce, akıl ve fazîletçe hepsinden üstün gelir. Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir, iğreti bir şey. Bundan sonra O'nun şânı pek büyük olacaktır."
Bundan sonra, Varaka söz alarak ayağa kalkıp şöyle konuştu: "Allâh'a şükür ki, bizi bildirdiğin gibi yarattı. Kimse sizin fazlınızı inkâr, hayır ve şerefinizi görmemezlik etmez. Biz de sizinle yakınlık kurmağa istekliyiz. Ey cemaat! Şâhit olun, ben Muhammed bin Abdullah'ı Hatîce binti Huveylid'e nikah ettim." Kureyş'in uluları bu nikâhın akdine şâhit oldular, düğün yapıldı. Develer kesildi, dâvetlilere mükellef bir ziyâfet verildi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 12:51 am

Peygamber Efendimiz'in Evlatları

Peygamberimiz'in üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi evlâdı dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Kâsım, Abdullah ve İbrâhim'dir. (Abdullah, Tayyip ve Tâhir diye de anılır.) Kız evlâtları; Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtımatü'z-Zehrâ'dır. Hz.İbrâhim'den başka bütün çocukları Hz.Hatîce'den doğmuştur.
Peygamber Efendimiz'in dünyâya ilk gelen çocuğu Kâsım'dır. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz, Ebû'l-Kâsım diye künyelenmiş ve Ebû'l-Kâsım diye anılmıştır. Kâsım ile Abdullah küçük yaşta vefât ettiler. Kızlarının hepsi büyüdü ve onları kendisi bizzat e
vlendirdi. En büyük kızı Zeyneb'i Ebû'l-As ile evlendirdi. Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'ü amcası olan Ebû Leheb'in oğullarından Utbe ile Uteybe'ye vermişti. İslâmiyetten sonra Ebû Leheb ve karısı onları oğullarından boşattılar. Daha sonra, Peygamberimiz Rukiyye'yi Hz.Osman'a nikâhladı. O vefât edince Ümmü Gülsüm'ü nikâhladı. Bundan dolayı Hz.Osman'a iki nur sahibi mânâsına gelen «Zinnûreyn» denmiştir.
En küçük kızı ki, hakkında Seyyidetü'n-Nisâ (hanımların en hanımefendisi) buyrulan Hz.Fâtımatü'z-Zehrâ'yı da Hz.Ali ile evlendirdi. Peygamberimiz'in mübârek nesli, Ehli Beyt, O'nun soyundan gelmektedir. Hz.Fâtıma'dan başka bütün evlâtları Peygamber Efendimiz'den önce vefât ettiler. «Rıdvânullâhi Teâlâ Aleyhim Ecmaîyn».

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 12:51 am

Kâbe'nin Tâmirinde Peygamberimiz'in Hakemliği
Hz.İbrâhim, oğlu Hz.İsmâil ile birlikte yaptığı Kâbe'nin, yüzyıllardan beri devamlı yağmur ve sel sularına karşı koyan duvarları iyice yıpranmış, yıkılmağa yüz tutmuştu. Bir kadının sıçrattığı bir kıvılcım yüzünden Kâbe örtüsü ve kapısı yanmıştı. O sıralarda, Kâbe'nin içindeki kuyuda saklı bulunan, inci ve değişik mücevherlerle süslü altın geyik heykelleri hırsızlar tarafından çalınmıştı.
Kureyşliler, şüphe üzerine Huzza kabîlesinden Melih bin Ömeroğullarının âzatlı kölesi Düveyk'in, evinde yaptıkları aramada, çalınan heykelleri ele geçirdiler. Cezâ olarak da, Düveyk'in elini kestiler ve Kâbe'yi yeniden yapmağa, onarmağa karar verdiler. Habeş'de, Farslıların yaptıkları kiliseyi, Rum hükümdarının mimar Bakum'un îmar ve nezâretinde yeniden yaptırmak istemesi üzerine, Mısır'dan yola çıkarılan inşaat malzemesi yüklü vapur, Cidde sahiline çarparak parçalanmıştı. Geminin malzeme ve parçalarını sâhiplerinden satınalarak, mimar Bakum'la da anlaşıp Mekke'ye getirdiler. Hep beraber Kâbe'yi yıkıp, yeniden yapmağa başladılar.
Sıra mübârek Hacer-ül Esved taşını yerine koymağa gelince, Kureyş kabîleleri arasında sert bir tartışma ve çekişme başladı. Kabîle reisleri, kendilerinin daha asil, köklü ve şerefli kabîle olduklarını, binâenaleyh, bu mübârek taşı yerine koyma hakkının kendilerine âit olacağını iddiâ ediyor, çok hassâsiyet gösteriyorlardı. Bir kısım kabîle reisleri de, mübârek Hacer-ül Esved taşını yerine koyma mevzûunda çıkan ihtilaf üzerine, ellerini kan çanağına batırarak bu taşı kendilerinin koymaları için yemin etmişti. Artık kılıçlar çekilecek insanlar birbirini öldürecek, harp edilecek bir hava esmeğe başlamıştı. (Câhiliyet devrinde, Araplar bir mes'elenin üzerinde çok ciddiyetle hassasiyet gösterip hayat memat meselesi yaptılar mı, kabîle reisleri ellerini içinde kan olan bir çanağa batırır, ellerini kana bular, yemin ederlerdi. Dedikleri olmazsa, kılıçlar çekilir, adamlar öldürülür, harp ederlerdi. Ondan sonra, gâlip gelenin dediği olurdu.)
Bu arada, Ebû Ümeyye şöyle bir teklifte bulundu: "Sabahleyin Safâ kapısından ilk gelen zât, bu işte hakem olsun". Bu teklifi yerinde buldular ve kabul ettiler.
Sabah Safâ kapısından ilk girenin Hz.Muhammed (S.A.V) olduğu görüldü. O'nu görünce herkes sevindi. Çünkü O, aralarında doğruluğun, dürüstlüğün, sadâkatın, hak ve adâletin mücessem bir timsâli idi. Herkes, O'nda gördükleri doğruluktan, dürüstlükten, mekârimi ahlâktan dolayı O'na; «Muhammed-ül Emin, (sâdık Muhammed, doğru Muhammed (S.A.V.)» derlerdi. O'na durumu anlattılar. "Seni hakem kabul ettik yâ Ebe'l-Kâsım" dediler.
Allâh'ın sevgilisi gülümsedi, "Haydin bana bir elbise, bir örtü getirin" dedi.
Örtü geldi. Onu yaydı, serdi. Hacer-ül Esved'i örtünün üzerine koydu. Her kabîleden birer temsilci seçmelerini istedi. Seçtiler. Onlara, örtünün kenarlarından tutarak hep beraber yerine konmak üzere kaldırmalarını buyurdu. Kaldırdılar. Sonra da elleriyle Hacer'ül Esved'i örtünün içinden alıp yerine koydular.
Böylece, büyük bir ihtilafın önlenmiş olmasından, herkes memnun, herkes saadet ve itmi'nan içinde kaldı. Peygamber Efendimiz'in bu tatbikatı herkes tarafından son derece taktirle karşılandı.
Peygamber Efendimiz'in Kâbe'nin bu tâmirinde Kureyş'le birlikte çalıştığı, hatta bu yüzden omuzları taş taşıyarak yara olduğu, târihin rivâyetleri arasındadır. Kâbe'nin bu tâmiri sırasında, şöyle mühim bir hâdise vuku bulmuştu:
Peygamber Efendimiz, amcası Abbas ile birlikte taş taşırken, Hz.Abbas O'na, ihrâmını çözerek omuzuna koymasını, bu suretle omuzunun incinmemesini söyledi. Peygamber Efendimiz de ihrâmını toplayarak omuzuna koymuştu. Vücudu açılınca birdenbire yere düşerek kendinden geçti. Bu halden ayılınca derhal ihrâmını almış ve bütün vücudunu örtmüştü. Sonra Ebû Tâlib bu işe merak etmiş ve hâdiseyi kendisinden sormuştu. Hz. Muhammed (S.A.V) şu cevabı vermişti: "İhrâmımı toplayıp omuzuma koyduğum zaman vücudum açılınca şöyle bir ses duydum: «Yâ Muhammed! (S.A.V.) âzânı setret. Sen Peygamber olacaksın, sana yakışmaz.»"
Peygamber Efendimiz'in gâipten duyduğu ilk ses bu idi. O sırada Peygamberimiz otuzbeş yaşlarında idi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 12:52 am

Putperestliğin Yıkılmasına Doğru

Araplar, Hz.İbrâhim'in yaydığı Hanif dînini, Tevhid dînini unutmuşlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlar ve mübârek Kâbe'nin içine ve üstüne putlar doldurmuşlardı. Burada toplanırlar, yerler, içerler, eğlenirler, şiirler söylerler, ticâretten bahsederlerdi. Aralarında kan davaları eksik olmazdı. Sadece Eşhûr-u Hurum'da (Muharrem, Recep, Zilkâde, Zilhicce aylarında) harp etmezler, keyiflerine bakarlar, sâir aylarda kıtal, cidal eksik olmazdı.
Araplar içinde bâzıları da vardı; putları terketmiş, onlara kıymet vermez ve onları sevmezdi ki bunlar arasında Ebû Bekr'ini's-Sıddık, Varaka bin Nevfel, Kus bin Sâide, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyriş vardı.
Varaka bin Nevfel, Tevrat ve İncil'i okurdu. Kus bin Sâide son peygamberin geleceği vaktin yaklaştığını haber verenlerdendi. Fesâhat ve belâğatı ile pek meşhur bir hatip olan Kus bin Sâide'nin, Sû'k-u Ukaz'da (Arapların her sene kurulan en büyük ve en kalabalık panayırı olan, Ukaz panayırında) bir kızıl deve üzerinde îrad ettiği meşhur hutbesini, Peygamber Efendimiz de gençliğinde dinlemiş ve o kadar beğenmişti ki uzaktan da olsa uzun uzun onu seyretmişti. O zamanlar kendisine henüz Nübüvvet gelmemişti.
Kus bin Sâide'nin okuduğu, o çok mânalı, veciz hutbenin metni şu idi:
"Ey İnsanlar!.. geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen çeker gider. Olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, anaların babaların yerini tutar, sonra hepsi mahvolup gider. Vukuatın ardı kesilmez, hemen hepsi birbirini tâkip eder. Kulaklarınızı açınız, dikkat ediniz. Gökte haber var, yerde ibret alacak şeyler var. Yeryüzü geniş bir döşeme, gökyüzü ise bir yüksek tavandır. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez, acaba gittikleri yerlerden memnun kaldıkları için mi gelmiyorlar, yoksa orada bırakıldıkları için uykuya mı dalıyorlar. Yemin ederim; Allâh'ın indinde bir din vardır ki şimdi bulunduğunuz dinden daha doğrudur ve daha sevimlidir. Allâh'ın gelecek bir peygamberi vardır ki gelmesi pek yakın oldu, gölgesi başımızın üstündedir. O'na îman eden kimseye ne mutludur, O'na isyan ve muhâlefet eden kimseye de yazıklar olsun... Yazıklar olsun ömürleri gaflet içinde geçen kimselere.
Ey cemaat-i iyad!.. Hani ecdadımız ve babalarımız?, Hani taştan saraylar yapan A'd ve Semud kavimleri?, Hani dünyâ malına güvenerek kavmine; "Ben sizin rabbinizim" diyen Firavun ve Nemrud? Onlar size nisbetle daha zengin ve kuvvet bakımından da sizden daha kuvvetli değiller mi idi? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti dağıttı, kemikleri ile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin, onların yolunda gitmeyin. Her şey fânidir, bâkî ancak Allah'dır ki birdir, şerîki ve nazîri yoktur. İbâdet edilecek ancak O'dur. Doğmamış ve doğurulmamıştır. Evvel gelip geçenlerde ibret alınacak çok şeyler vardır. Ölüm ırmağının girecek yerleri vardır ama çıkacak yerleri yoktur. Büyük küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Anladım ki herkese olan şey bana da olacaktır."
Sû'k-u Ukaz'da bu alâmetleri sayan şahsın söylediklerinin aynen tecelli ettiğini düşündükçe, insanların arasında bâzı kimselerin küçümsenmemesini de idrâk etmek gerek.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 12:54 am

İLK VAHİY VE RİSÂLETİN BAŞLAMASI

Peygamber Efendimiz, 38 yaşında iken, bir takım ışıklar, pırıltılar görmüş, sesler duymuş, fakat bunların neler olduğunu ilk anda anlayamamıştı.
Peygamber Efendimiz, 39 yaşında iken, olduğu gibi çıkan sâdık rûyâlar görmeğe başladı. Gündüz cereyân edecek hâdiseler, uyku ile uyanıklık arasında gösteriliyor, Peygamberliğe alıştırılıyordu. Bu hâl, altı ay devam etti.
Bundan sonra, kendisinde; şehirlerden, insanlardan, evlerden uzaklaşmak, Mekke'nin dağ aralarındaki kuytulara çekilmek, vâdilerin derinliklerine dalmak arzusu uyandı. Mübârek aylarda, zaman zaman Mekke'ye üç mil uzaklıkta bulunan Hırâ dağına, diğer adıyla Nur dağındaki mağaraya çekilir, orada Melekût-ü İlâhiyyenin vüs'at ve azametini tefekkürle meşgul olurdu. Öyle ki, «Hırâ dağı, artık Kâinâtın Efendisi'ne ibâdet ve istiğrak sediri olmuştu.»
Hırâ dağında bulunduğu sıralar, kendisine, ya melek görünür, ya da nidâlar gelirdi.
Mîlâdın 610.yılının mübârek Ramazân-ı Şerif ayının 17.pazartesi gününe gelinmişti ki, Allâh'ın Rasûlü yine Hırâ dağındaki mağarada idi. Bir gece evvel, rûyâlarında; muazzam bir şekil, bir heybet, bir sûret, bir edâ, bir ışık ve bir renk görmüşlerdi. Bu; «kendisine sır tevdî edilen ve kendisinden, rûhun bâtınî mâhiyeti öğrenilen, mahrem ve emin kimse» mânâsına, «Nâmûs-ul Ekber» sıfatlı, «Cebrâil» idi.
Cebrâil (A.S.), Peygamberimiz mağarada mürâkabe ve ibâdetin en derin ânında iken, Allâh'ın sevgilisine dünyâ ve madde perdesinde görünüverdi. "Ikra', (oku!..)" diyerek Allâh'ın (CC) emriyle ilk vahyi getirmiş oluyordu.
Kâinâtın Efendisi okuma bilmiyordu, ümmî yaşamıştı. "Mâ ene bi-kâ'riin (ben okumağı beceremiyorum)" dedi. Cenab-u Hakk'ın hikmeti icabı Peygamber Efendimiz o ana kadar hiç ilmi tedrisat görmemişti. Zira Rabbimiz O'nun tâlim ve terbiyesini bizzat kendisi üzerine almıştı.
Cebrâil (A.S.), üç kere aynı emri tekrarladı ve aynı cevabı aldıktan sonra, Peygamber Efendimiz'in mübârek göğsünü, hafifçe üç defa sıktı ve Allâh'ın ismiyle okumasını istedi. Böylece, acîb kudret sâhibi olan Cibril tarafından O'na, mânevi bir ameliyat tatbik edildi.
Aslında Kur'ân-ı Kerîm'in bir nüshası Levh-i Mahfuz'da bir nüshası da Fahri Kâinât'ın kalbinde yazılı idi. Cibril tarafından tatbik edilen bu ameliyat ile, Fahri Kâinât'ın kalbi üzerinden perde yırtılmış, kaldırılmış ve birden okur oluvermişti. Böylece, en büyük bir mûcize zuhûr etmişti.
İşte ilk vahiy... O zaman melek, mâverâdan (gâipten) gelen seslerin en tatlı âhengiyle;
"Ikra', bismi-Rabbikellezî Halâk, ...
(Seni yoktan vareden, ânen fe ânen terbiye edip büyüten Rabbî'nin ismiyle oku!. O, çok kerîm olan Rabbînin hakkı için ki O, kalemle ta'lim etti, insana bilmediklerini öğretti...)"
(Alak sûresinin başında bulunan, bu âyet-i kerîmeler ilk gelen vahiy idi.)
Rasûlüllah Efendimiz bunları, Cebrâil'in sesini tâkip ederek aynen belledi ve okudu. Âyetin, Allah Rasûlü tarafından kelimesi kelimesine tekrarına kadar bekleyen melek, Allah Kelâmı'nın, Allah Rasûlü'nün diline ve kalbine yerleştiğini görür görmez, birden kayboluverdi. Bu hâl, bir kurşunun ciğeri delip geçmesi kadar sürdü. Kurşun ciğerden çıkıp gider gitmez, te'siri başlamıştı.
Peygamberimiz, kendisine vahyolunan âyetleri telakkî ettikten sonra, yüreği titreyerek, heyacanlı bir hâl içinde evine döndü. Hz.Hatîce'nin yanına geldi. Hz.Hatîce kendisini karşıladı ve "Anam babam sana fedâ olsun! Ben senin yüzünde, hiç şimdiye kadar görmediğim bir nur görüyor, Sende şimdiye kadar hiç duymadığım bir koku duyuyorum" dedi.
Peygamber Efendimiz; "Beni örtün,.. beni örtün.." dedi.
Hz.Hatîce, O'nu örttü. Ürpermesi geçinceye kadar sarındı, örtündü.
Kısa zaman sonra bu durum değişti. Allah Rasûlü kendine gelip kalkınca, hâdiseyi, olduğu gibi Hz.Hatîce'ye anlattı. Vahy olunan âyeti O'na okudu. Hz.Hatîce de heyecanlanmakla beraber, O'nu teselli etti; "Hiçbir korku ve kaygıya sebep yok, boşuna üzülüyorsun, Allah, senin gibi bir kuluna kötülük eriştirmez. Zîra sen, akrabalık haklarına riâyet ediyorsun. Sözünde doğrusun. Güçlüklere dayanırsın. Müsâfirleri ağırlarsın. Felâkete uğrayanların yardımına koşarsın. Herkes nazarında sen Muhammed-ül Eminsin, böyle olan kulunu Allah yalnız bırakmaz." dedi.
Hz.Hatîce, elbisesini giyindi. Rasûlüllah'ı yanına alarak birlikte amcazâdesi Varaka bin Nevfel'e gittiler. Bu fevkalâde hâli Varaka'ya anlattılar. Varaka, çok sevindi. "Kuddûsün! kuddûsün! Eğer hâl, anlattığın gibi ise, O'na gelen; Hz.Mûsa'ya gelen Nâmûs-u Ekber'dir, yâni büyük melekdir. Ah!.. ne olurdu.. halkı, yeni dîne dâvet edeceğin günlerde genç olsaydım.., kavmin, seni yurdundan çıkaracakları zaman sana yardım etseydim." dedi.
Peygamber Efendimiz; "Onlar beni yurdumdan da mı çıkaracaklar?" diye sordu.
Varaka; "Evet. Çünkü, senin gibi bir şeyi getirmiş, vahiy tebliğ etmiş de düşmanlığa uğramamış hiçbir peygamber yoktur. Eğer Senin dâvet günlerine erişirsem, sana, bütün gücümle yardım ederim yâ Muhammed..." dedi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 12:55 am

İLK MÜSLÜMANLAR

Hz.Peygamberimiz peygamberliğini ilk önce, en güvendiği insanlara açtı. Kendisini bu yolda, herkesten önce tasdik ederek îman ve hidâyet ile müşerref olan ilk müslümanlar;
Kadınlardan Hz.Hatîce
Hür erkeklerden Hz.Ebû Bekir
Çocuklardan Hz.Ali
Azatlı kölelerden Zeyd ibn-i Hâris
Kölelerden Bilâl-i Habeşî oldu.
Hz.Ebû Bekr'in himmet ve gayreti ile, Hz.Osman, Zübeyr ibn-i Avvam, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebi Vakkas, Talhâ ibn-i Ubeydullah Müslüman oldular ve Peygamberimiz ile birlikte namaz kıldılar. Bunlar, Müslümanlığı kabulde, namaz kılmakta, Peygamber Efendimiz'i ve O'na Allah'dan geleni tasdikte herkesi geçtiler.
Hz.Hatîce (R.Anha) Vâlidemizin Müslüman Oluşu
Peygamber Efendimiz'in bütün harekatını dakikası dakikasına takip eden ve dünyânın en zeki hanımı olan Hz.Hatîcet-ül Kübrâ zaten kendisine büyük teselli kaynağı idi. Gerek Meysere'nin Şam seyahatinde görerek kendisine anlattığı ve gerekse büyük âlim amcazadesi Vataka bin Nevfel'in beyanatı ve gerekse o zamanın en meşhur rahibi bulunan Addas'ın izahatı ile tam bir mâ'lumât elde etmişti. Cibril-i Emin hakkında mâ'lumâtı vardı. Âyet-i kerime'ler nazil olur olmaz ve davet emrini ifade eden âyetleri duyunca herkesten evvel Hatîcet-ül Kübrâ vâlidemiz îman etmiş, en ufak bir tereddüt göstermemiştir. Dünyânın hiçbir hanımına nasip olmayan bu büyük şerefi kazanmak bahtiyarlığına nâil olmuştur.
Hz.Hatîce vâlidemize Cebrail (AS)'ın öğrettiği gibi abdest almasını öğretti. Sonra Peygamber Efendimiz imam oldu, birlikte iki rekat namaz kıldılar.
Hz.Ebû Bekir (R.A)'ın Müslüman Oluşu
Ebû Bekir, Kureyş'in zengin, îtibarlı ve sözü en çok geçen kimselerinden biri idi. Peygamberimiz ile önceden de samimi dostlukları vardı. Peygamberimiz'i arayan, O'nu, Hz.Ebû Bekr'in dükkanında bulurdu.
O diğer insanlar gibi putlara tapmaz, doğduğu günden beri onlara buğz eder, diğer insanların da tapmamasını isterdi. Ne yazık ki insanlar, putlara taparak onlardan yardım isterlerdi. Aslında putlara onlar da inanmazlardı. Amma yine de onlara taparlardı. Uzun çöl yürüyüşlerinde, geceleyin tatlı hamurdan yapmış oldukları putlara, ilk önce tapınır, duâ eder, sonra da gülerek tapındıkları putları yerlerdi.
Hz.Ebû Bekir (R.A.) bunların hepsini biliyordu. Bunun için kendisi hiç puta tapmamıştı. Sâdece bir Allâh'ın var olduğuna inanmış, fakat O'na delâlet edecek birini bulamadığı için, sükut ederek susmağı uygun bulmuştu. Peygamber Efendimiz'e risâlet gelince, hiç tereddüt etmeden, hemen hak dîni kabul edip, müslüman oldu. Sonra da etrafındakileri bu Yüce Dîne sokmağa başladı. Amma birden herkese söylemiyor, sâdece güvendiği kimselere müslüman olmalarını söylüyordu.
Hz.Ali (R.A.)'ın Müslüman Oluşu
Hz.Ali, Peygamberimiz'in amcası Ebû Tâlib'in oğludur. Ebû Tâlib'in âile efrâdı çok kalabalık olduğundan Hz.Ali'yi Peygamberimiz yanına almıştı. Hz.Ali, o zaman henüz beş yaşında bir çocuktu.
Bu küçük yaştan îtibaren Âhirzaman Peygamberi'nin terbiyesi altında yetişen Hz.Ali, Rasûlüllah Efendimiz'e peygamberlik verildikten sonra bir ara Hz. Peygamberimiz'in Hz.Hatîce ile birlikte namaz kıldıklarını görünce; "Yâ Muhammed! Bu ne?" dedi.
Peygamber Efendimiz de; "Yâ Ali! Bu, Allâh'ın seçtiği, beğendiği dînidir. Ben seni, bir olan Allâh'a inanmağa dâvet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayacak olan Lât ve Uzza'ya bağlanmaktan tahzir ederim." dedi.
Hz.Ali; "Ben, bu dîni bugüne kadar hiç işitmedim. Babama bu hususta bir danışayım." dedi.
Peygamber Efendimiz, peygamberliğini daha açıklamadan önce bunun yapılmasını hoş görmediğinden; "Yâ Ali!..Eğer sana söylediğimi yaparsan yap, yapmayacak olursan, gördüğünü gizli tut, kimseye söyleme." dedi.
O gece geçti. Sabahleyin, Hz.Ali, Peygamber Efendimiz'in yanına geldi ve "Bana söylediğin şeyi tekrarlar mısın." dedi.
Hz.Peygamberimiz sözlerini tekrarlayınca, Hz.Ali Müslüman oldu ve Müslümanlığını babası Ebû Tâlib'den korkarak gizli tuttu. Hz.Ali Müslüman olduğu zaman takrîben on yaşlarında idi.
Hz.Ebu Bekir müslüman olunca hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da müslüman olmaları için ikna etti. Eshâbı Kirâm'ın (R. anhüm) ileri gelenlerinden Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf. Sa'd bin Ebi Vakkas gibi kavminin ileri gelen yüksek şahsiyetleri bunların belli başlılarıdır. İlk müslüman olan bu zatlara sabikun-u evvelin denir.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 12:58 am

İSLÂMA AÇIK DA'VET

Peygamber Efendimiz, ilk önce halkı İslam dînine gizlice dâvete ve putlardan ayırmağa başladı. Kendisine, daha ziyâde gençlerle halkın zayıf ve daha fakir olanları îmân etti. Zâten ilk emir, onların ibâdetlerini gizli olarak yapması idi. Çünkü kendilerine îmân etmeyenlerden bir zarar gelebilirdi. Hatta, namazda Kur'ân-ı Kerim açık açık okunmazdı. Herkes okuduğu şeyi gizli olarak okurdu. Bu hâl üç yıl böyle devam etti.
Bu zaman içinde İslâmiyet'i kabul edenlerin sayısı kırka yükseldi. Artık, İslâmiyet'in tamamıyla meydana çıkarılması, cemiyet meydanında bayraklaştırılması, İslâma açıktan dâvet zamanı gelmişti. Peygamber Efendimiz, alenî tebliğatta bulunmakla emrolundu. Şu Âyet-i Kerîmeler nâzil oldu:
"Ve enzir aşîretekel akrabîyn... (Yakın akrabalarını inzar et. Cenneti, cehennemi, ahkâm-ı Rabbâniyyeyi tebliğ etmek suretiyle korkut. Hakk'a dâvet edip uyar. Mü'minlere, Sana tâbi olanlara rahmet ve himâye kanatlarını aç, indir. Şâyet, sana âsî olup karşı dururlarsa, onlara; «Ben sizin işlediklerinizden tamamiyle uzağım» de.)" (Sûre-i Şuara, âyet 214-216).
"Fesdağ bimâ tü'mer.. (Sana emrolunanı açıktan açığa beyân et, müşriklerden yüz çevir.)" (Sûre-i Hıcır, âyet 94).
Bu âyetler nâzil olunca, ilk iş olarak da, o âna kadar gizli okunan Kur'ân açıkça ve yüksek sesle okunmağa, İslâma dâvet de açık açık yapılmağa başlandı.

Akrabalarına İlk Da'vet ve Bir Mûcize

Peygamber Efendimiz, Hz.Ali'yi çağırarak; "Bize bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur. Sonra Abdulmuttaliboğullarını bana çağır. Onlarla konuşacağım, emrolunduğum şeyi onlara ulaştıracağım" dedi.
Hz.Ali, yemeği yaptıktan sonra Abdulmuttaliboğullarını Ebû Tâlib'in evine çağırdı. Dâvetliler; Peygamber Efendimizin, amcaları Ebû Tâlib, Abbas, Hamza, Ebû Leheb ve Abdimenafoğullarından bâzıları olmak üzere, ikisi kadın kırkbeş kişi idiler.
Peygamber Efendimiz, bir insanın tek başına yiyebileceği eti parçaladı, dâvetlilere; "Bismillah! Buyurun!" dedi.
Hepsi ondan doyasıya yediler. Her birisinin ancak ellerinin uzandığı yerlerden, azıcık bir kısmının eksildiğini gördüler. Sonra bir insanın yalınız başına içebileceği kadar bir kaptaki sütü içmeğe başladılar. Her birisi ondan da kanasıya içtiler. Etin ve sütün kalanları, sanki hiç el dokunulmamış, yenilmemiş, içilmemiş gibi idi.
Peygamber Efendimiz, sırasını getirerek, onları Allâh'a îman ve ibâdete dâvete başlamıştı ki Ebû Lehep hemen ortaya atıldı ve (ibret alması gereken yemek mûcizesinden hiçbir ibret ve intibah almadığı gibi); "Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik" diyerek, ilâhi tebliğe karşı çıktı, Cemaatı dağıttı.

Akrabalarına İkinci Da'vet

İlk dâvette, Ebû Leheb'in çirkin sözleri ve davranışı Allah Rasûlü'nün çok ağırına gitti. Günlerce bekledi. Sonra Cebrâil (A.S.) gelip, «Allâh'ın emrini daha fazla geciktirmeden yerine getirmesi gerektiğini» Peygamber Efendimiz'e tebliğ etti ve kendisini cesâretlendirdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz.Ali'yi çağırdı; "Ey Ali! Şu adam, senin de işittiğin gibi, sözleri ile önüme geçti ve mani oldu. Ben onlarla konuşamadan dağıldılar. Sen önce yaptığın gibi yine bize yemek yap. Sonra onları bana topla." dedi.
Bu ikinci toplantıda da yenilip içildikten sonra Allah Rasûlü; "Hamd Allâh'a yaraşır ki Ben O'na hamd ederim. Yardımı da ondan dilerim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah'dan başka ilah yoktur. O birdir, O'nun eşi ve ortağı yoktur. Her halde, otlak aramağa gönderilen bir kimse gelip âilesine yalan söylemez. Vallâhi Ben, kimseye yalan söylemem, bütün insanlara yalan söylemiş olsam dahi yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları aldatmış olsam yine sizi aldatmam. Sizi dâvet ettiğim Allah, öyle bir Allah'dır ki ondan başka ilah yoktur. Ben de O Allâh'ın hâssaten size, umûmî olarak da bütün insanlara gönderdiği Peygamberim. Vallâhi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar ya temelli cennette kalmak ya da temelli cehennemde kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz." dedi.
Bu sözler üzerine Ebû Leheb'den başkası, hepsi yumuşak ve müsâit sözler söylediler.

İki Şeye Da'vet ve Hz.Ali'nin Mukabelesi

Peygamber Efendimiz; "Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallâhi, Araplar içinde, benim size getirdiğim dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum. Ben sizi, dile kolay gelen, mîzanda ağır basan iki kelimeye dâvet ediyorum ki, o da; «Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve benim de, Allâh'ın Rasûlü olduğuma şehâdet getirmenizdir.» Yüce Allah, sizi buna dâvet etmemi emir buyurdu. Siz bu hususta, görmediğiniz mûcizelerden bâzısını da gördünüz. O halde, hanginiz bana bu yolda icâbet ederek vezîrim ve yardımcım olur?" dedi.
Bu sözleri duyunca hepsi sustular. Peygamber Efendimiz, bu sözlerini üç defa tekrarladı.
Diğerlerinin sükûtuna mukâbil, her def'asında ayağa kalkan Hz.Ali üçüncüde de ayağa kalkarak; "Yâ Rasûlellah!.. Sana yardımcı ben olurum ben! Gerçi, bunların yaşça en küçüğüyüm. Görüşüm kısa, vücudum bücür, kollarım zayıf, baldırları en incesiyim. Fakat, buna rağmen ben bu işte senin vezîrin ve yardımcın olurum." dedi.
Orada bulunanlar buna güldüler, gözlerini bir Ebû Tâlib'e bir de bu sözleri söyleyen çocuğa çevirdiler. Henüz onüç yaşında olan bu çocuk neler söylüyordu. Hâl böyle iken, hâlâ nasibsizler gözyaşı içinde boğulmuyor, erimiyor, kendinden geçmiyor ve teslim olmuyorlardı. Çare yoktu. Allâh'ın mühürlediği kalbi kimse açamazdı. Fakat hidâyetten nasîbi olanlara da kimse mâni olamazdı.
Daha Geniş Çapta Da'vet
Peygamber Efendimiz, kendi yakın akrabâlarını Hakk'a dâvetten sonra sıra bütün Mekke halkına gelmişti. Bir gün evinden çıkıp Safâ tepesine vardı. Orada, yüksek bir taşın üzerine çıktı. Şehâdet parmaklarını kulaklarına koyup;
"Yâ Sabâhâh! Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î Haşim! Yâ Ben-î Fehir!
(Ey Kureyşoğulları, Ey Haşimoğulları, Ey Fehiroğulları) Koşun ey Kureyş topluluğu, size önemli bir haberim var." diye seslendi.
Bu öyle bir dâvetti ki, Fahri Kâinât'ın çağrısı, bir mûcize olarak altı saat uzaklardan duyuldu. Çünkü, Fahri Kâinât, adeta mânevi bir radyo ile konuşmuştu. Kendilerine hitâb eden, sıradan bir kimse değildi. Bir peygamberdi.
Yakından uzaktan herkes duyarak, gelip önünde toplandılar. Peygamberimiz, onlara şunu sordu: "Ben size şu dağın arkasından bir düşman ordusu geliyor desem inanır mısınız?" Oradakilerin hepsi birden semâları çınlatan bir sesle; "Evet! Evet! Evet! İnanırız. Çünkü, Senden hiçbir yalan duymadık. Riyâ görmedik. Sen aramızda doğruluğun, dürüstlüğün mücessem bir timsâlisin. Muhammed'ül Emin'sin." dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de; "Ben size, önünüzdeki şiddetli azabın bildiricisiyim. Yüce Allah, bana en yakın akrabâlarımı âhiret azabıyla korkutmamı emretti. Sizi «Lâ ilâhe İllallâhü vahdehû lâ şerîke leh (Allahdan başka ilah yoktur. O birdir. O'nun eşi, ortağı yoktur)» diye şehâdet getirip îman etmeğe dâvet ediyorum! Ben de O Allâh'ın kulu ve Rasûlüyüm! Söylediğimi kabul ve tasdik ederseniz cennete gireceğinize taahhüt ederim. Siz «Lâ ilâhe illallah» demedikçe, ben size ne dünyâda bir fâide, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim, îman ediniz!" dedi.
Ebû Leheb'in Küstahlığı
Burada Hz.Peygamberimiz'e hemen inananlar olmuştu. İnanmayanlar arasında da söyleşmeler başladı. Öyle ki; âdeta birbirleriyle çekişiyorlardı. Bu arada, Rasûlüllah'ın amcası Ebû Leheb yerinden fırlayarak kalktı; "Vay! Bizi bunun için mi çağırdın?" diye bağırarak, iki eline birer taş alıp «Tebben Lek (seni helâk edeceğim)» diyerek atmak istediyse de, Cebrâil (A.S.) mânen arkasından gelip, bileklerinden ellerini tuttu. Sallandı mallandı, amma atamadı.
Onun bu hareketinden, Peygamber Efendimiz pek müteessir oldu. Bunun üzerine Cenâb-u Hakk, Habîbini teselli için "Tebbet Sûresi"ni indirdi. "Habîbim! Sen müteessir olma. Sen değil, o seni helâk edeceğim diyen Ebû Leheb'in iki eli de, dünyâsı da, âhireti de, çocukları da, âilesi de helâk oldu." buyurdu.
Ebû Leheb, Peygamber Efendimiz'e ilk karşı çıkan oldu. Karısı Ümmü Cemile de dîne karşı çıkmakta ve düşmanlıkta ondan geri kalmadı. Şöyle ki; Ebû Leheb'in karısı, geceleyin dağlardan sert keskin dikenlerden toplar getirir, Peygamberimiz'in evi ile mescidi arasındaki yola döker, sererdi. Bundan dolayı Cenâb-u Hakk, Tebbet Sûresi'nde, onu, odun hammalı diye zemmetti. Oğulları da, Peygamber Efendimiz'in iki kızı ile nişanlanmış, nikahlanmış fakat henüz evlenmemişlerdi. Ebû Leheb ve karısı, oğullarını çağırarak; "Hemen karılarınızı boşayınız. Eğer boşamazsanız, bize evlat değilsiniz" dediler.
Onlar da hemen boşadılar. Oğullarından Uteybe, terbiyesizliğin büyüğünü yaptı. Âilesini kolundan tuttuğu gibi Yüce Peygamberimiz'in huzuruna giderek, kızını teslim ettikten sonra, O'na şu sözleri söyledi: "Ben Senin dînini inkâr edenlerdenim ve Seni sevmem. Sen de beni sevmezsin. İşte onun için kızını boşadım." dedi. Bununla da kalmadı. Kâinâtın Efendisi'ne hücûm ederek, yakasından tuttu. Rasûlüllah Efendimiz'in gömleği yırtıldı.
Bu hunhar zâlimin yaptığından Allah Rasûlü çok müteessir oldu. Onun için; "Yâ Rab! O'nun üzerine canavarlarından bir canavar musallât et" diye bedduâ etti. Çok geçmeden Uteybe, babası Ebû Leheb ile birlikte Şam'a giderken Zerka'da, babası ve arkadaşlarının arasında uyurken bir arslan gelip onu paramparça etti. Böylece Peygamber Efendimiz'in bedduasının kabul buyrulduğu açıkça görüldü.
Peygamber Efendimiz'in tebliğ ettiği Yüce Dîne karşı bütün düşmanlığı yapan, fakat dînin yayılmasının asla önüne geçemeyen müşrikler, Peygamber Efendimiz'in iki erkek çocuğunun vefât etmiş olmaları sebebiyle kendi kendilerine şöyle tesellide bulunurlardı: "O'nun Kâsım ve Abdullah'dan başka oğlu yok, eğer kendisi ölürse çocukları zâten vefât etmiştir, böylece dâvâ bitmiş olur."
Amma onlar bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı ki dünyâ O'nun için yaratılmıştı. İnsanlık onun içindi. Herşey O'nun için yaratılmıştı. O olmasaydı dünyâ yaratılmazdı. Bunların hiçbirini müşrikler bilmiyordu. Onların sâdece bildiği bir şey varsa put ve heykel dikip ona tapmaktı. Hatırlarına gelmiyordu ki O'nun şeriatı kıyâmet gününe kadar kalacak, ümmeti, kendisinin evlâdı ve ahfâdı olacaktı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:00 am

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN EN BÜYÜK MU'CİZESİ KUR'AN'DIR

Musâ Aleyhisselâm zamanında sihir ve sihirbazlık çoktu. İnsanlar sihirle uğraşmağa meyletmişlerdi. Cenâb-u Hak da Hz.Musâ'ya bir asâ vermişti. Bu asâ ile meydana gelen hârikulâde hâdiseler O'na verilen mûcizelerin en büyüğü idi.
Peygamber Efendimiz zamanında ise şöhret bulan şey şiir ve edebiyattı. Az çok konuşmasını bilen herkes şiir söyler, şiir yazardı.
Araplar, kendi aralarında düzenledikleri şiir yarışmalarında mahâretle şiir söylerken, âyet âyet inen Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetine bile benzer şiir ve nesir yazamamışlardı ve yazamayacaklardı. Zîra Kur'ân-ı Kerim'de Cenâb-u Hak mealen; "Ey Habîbim! Sen onlara de ki; Eğer bütün insanlar ve cinniler, Kur'ân'a bir misil getirmek için birleşseler, uğraşsalar, bâzıları bâzılarına yardımcı da olsa, aslâ ona bir nazîre bir misil yapamazlar." buyuruyordu (Sûre-i İsra, âyet 89).
Münkirler, bir araya gelerek O'nun benzerini yapmağa çalıştılar amma beceremediler, yapamadılar. Yazmış oldukları şeye kendileri bile gülmeğe başladılar. Öyle ki; Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerin bâzılarının tek kelimesinin bile bir kitap yazacak kadar mânâ taşıdığını görmüşler ve anlamışlardı. Anlamışlardı amma geç anlamışlardı.
Hele Arap lisânındaki eski kelimeleri ve aynı zamanda bir kelimenin bütün mânâlarını bilenler ve mecaz ilmine vâkıf olanlar, okudukları Kur'ân'ı anlıyor ve O'nun derin zevkini yaşıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm'i tekrar tekrar okumak, insanı hiç bıktırmıyordu. Bu da gösteriyordu ki, O insanların yazdığı basit kitaplardan değildi. Arapların içinde bâzı kimseler bunu anlıyor ve anladıkları için müslüman oluyorlardı.
Halbûki öyle kitablar vardır ki, bir kere okunduktan sonra belki bir daha okunmak istenirse insana bıkkınlık gelmeğe başlar. Kur'ân-ı Kerim asırlardan beri okunmaktadır ve insanlar O'nu okumaktan hiç bıkmamışlardır. Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in hususiyetlerinden sadece bir tanesidir.
Arap Dili Edebiyâtına vâkıf olanlar daha kolay müslüman oluyorlar ve Kur'ân-ı Kerîm'i okuyorlar. O'nun manası üzerinde dersler vermeğe çalışıyorlardı. Tabî hepsinin öğreticisi de Peygamberimiz'di. Peygamberimiz de vahiy yoluyla bunların mânâlarını Allâhü Teâlâ'dan öğreniyordu.
Müslüman olmayanlar bile Kur'ân-ı Kerîm'in beşer tâkâtının dışında bir kelâm olduğunu ikrar ve itiraftan kendilerini alamıyorlardı. Nitekim Kureyş'in meşhurlarından Velîd'ibn-i Muğire, Peygamberimiz'in huzuruna gelerek; "Bana Kur'ân-ı Kerim okur musunuz." diye ricâda bulunmuştu.
Rasûlü Ekrem de şu Âyeti Kerîme'yi okudu: "İnnallâhe ye'mürü bil'adli vel'ihsâni ve îtâi-zil'kurbâ ve yenhâ anil'fahşâ-i ve'lmünkeri ve-l'bağy, yaızuküm lealleküm tezekkerûn. [Meâl-i şerifi: Şüphesiz ki, Allâhu Teâlâ adaleti, iyiliği, (hususiyle) akrabaya vermeyi emreder, kötülüklerden münkerden zulüm ve tecebbürden nehyeder. Size (bu suretle) öğüt verir ki, iyice dinleyip ve anlayıp tutasınız (diye)]" (Sûre-i Nahl, âyet 90)
Velid'ibn-i Muğire bu Âyeti can kulağı ile dinledikten sonra şunları söyledi: "Vallâhi, bunda bir çekicilik var ve üzerinde husnü letâfet var. Pek derin ve faydası çok olan bir kelâm olduğuna inanıyorum. Bu âyeti ve diğerlerini beşer söyleyemez." Sonra kavmine dönerek şöyle dedi: "Sizin içinizde benden güzel şiir anlayan hiç kimse yoktur. Şiirin her türlüsünü sizden iyi bilirim. Üstelik cin şiirlerinin manalarını bile bana sormuyor musunuz? Muhammedî'lerin okuduğu kelâm sizin okuduğunuz ve dinlediğiniz hiçbir kelâma benzemiyor. Bu kelâm bütün bildiğiniz ve dinlediğiniz şiirlerden ve nesirlerden üstündür"
Yine bir gün Hâtemül Enbiyâ Efendimiz, Harem-i Şerif'in bir kenarında otururken diğer kenarında da Kureyş'in ileri gelen meşhurları oturuyordu. Onlardan Velid diye mâruf olan Utbe bin Rebîa diğerlerine şöyle demişti: "Ne dersiniz, şimdi gidip de Muhammed'le konuşayım ve kendisine istediği rütbeyi ve istediği her şeyi vereceğimizi yeter ki dâvâsından vazgeçmesini söyleyeyim mi?"
Etrafındakiler; "Söyle. Eğer kabul ederse istediğini verir, istediği mevkiye O'nu getiririz." dediler. Bâzıları kabul edeceğini zannediyorlardı. Amma bakalım, O kabul edecek miydi? Utbe, Rasûlü Ekrem'in yanına geldi ve o yolda bir çok sözler söyledi. Aklınca nasîhatlarda bulundu.
Peygamberimiz; "Bitti mi?" dedi.
Utbe; "Evet, bitti." diye cevap verdi.
Bunun üzerine Hz.Peygamberimiz, "Öyle ise şimdi beni dinle." dedi ve O'na uzun boylu konuşmadı. Sadece bir Sûre okudu. Bu Sûre onu doğru yola getirmeğe yetecek ve artacaktı.
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Elif, lâm, mîm, tenzîlül kitâbi lâ raybe fîhi min Rabbil âlemîyn [Meâl-i şerifi: Elif, lâm, mîm. Bu kitabın indirilmesi ki, onda hiçbir şüphe yoktur. O âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.]" (Sûre-i Secde, âyet 1-2) diye Secde Sûresi'nden okumağa başladı. Secde âyetine geldikten sonra kalkıp secde etti. Utbe'ye dönerek; "İşittin mi? Yâ Ebâ Velid?, İşittin mi? Yâ Ebâ Velid?" diye sorunca,
Utbe; "İşittim. İşte Sen, işte O" diye cevap verdi.
Utbe hemen yerinden kalkarak, doğruca kendi takımından olan insanların yanına gitti ve onların merakla kendisini beklemekte olduklarını gördü. İçlerinden bâzıları; "Ne oldu?" diye sordu,
Utbe; "Hiç sormayın, bir kelâm işittim ki, bu kelâmı şimdiye kadar hiç kimseden duymadım. Vallâhi bu söz şâir sözü değildir. Sihir değil, kerâmet değildir. Ey Kureyş uluları; bana kalırsa sizler Muhammed'le hiç uğraşmayınız. Beni dinlerseniz, O'na hiç dokunmayınız. O'nu kendi hâline bırakınız." dedi.
Utbe'den bu cevabı aldıkları zaman ne diyeceklerini şaşırdılar. Amma yine de bir kısmı müşrik olmaktan geri durmadılar.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:02 am

O'nun İçin Neler Dememişlerdi?

Kimi «mecnun» demişti, kimi «kâhin» ve kimi de «şâir» demişti. Kureyş kavmi, hac mevsimi gelince İslam dîninin yayılacağından korkuyorlardı. Buna mâni olmak için bir takım tedbirler almağı düşündüler. Yapacaklarını kararlaştırmağa koyuldular.
İçlerinden biri; "Hac mevsimi yaklaşmış bulunuyor. Şimdi her taraftan adamlar gelecek. Eğer bir tedbir almazsak onlardan da adamlar kandırılacak, Müslüman olacaklar. Bunu önlemenin bir çâresini bulalım. Ne diyeceksek şimdiden kararlaştıralım" dedi.
Bu fikir kabul edildi. Ne diyeceklerini kararlaştırmağa başladılar.
İçlerinden bâzıları "Kâhin diyelim" dediler.
Amma Velid ibn-i Muğîre, buna; "O Kâhin değildir. O'nun sözleri aslâ kâhin sözüne benzemez." diyerek îtiraz etti
Bâzıları; "Mecnun diyelim." dedi.
Velid ibn-i Muğîre; "Olmaz, mecnun desek kim inanır. O'nda aslâ delilik alâmeti yoktur."
"Şâirdir diyelim." diyen oldu.
Velid ibn-i Muğîre; "Bu da olmaz, okudukları şiir değildir. Zîra şiirin kısımlarını biliyoruz. Bu sözler hangi şiirin hangi kısmına uyar ki?"
(Hâşâ) "Sihirdir diyelim" diyenler oldu.
Velid ibn-i Muğîre; "Bu da aslâ olmaz. Sihirbaza neresi benziyor? Okuyup üflemesi var mı? Sonra düğüm bağlıyor mu? Velhasıl sihirbâzın işlerine benzer bir işi var mı? Yok. O'na nasıl sihirbaz diyebiliriz. Buna kim inanır?" dedi.
Rasûlü Ekrem hakkında ne diyeceklerine karar veremediler. Çünkü O, söyledikleri hiçbir fikrin sâhibi değildi. O'na yakıştırmak istedikleri şeylerle uzaktan yakından alâkası yoktu. Böylece O'na iftira atmağa güçleri yetmedi.
Böyle bir mûcizeden habersiz olarak hâlâ O'nun bir peygamber olduğuna inanamamaları ne acı ve hazîn bir nasipsizlik değil mi?
Nihâyet Hac mevsimi geldi çattı [1] . Rasûlü Ekrem akın akın Mekke'ye gelen hacıları hak dîne dâvet ediyordu. Medîne'nin yarısından fazlası müslüman olmuştu. Benî Seleme kabîlesinden bir kaç kişi Kur'ân'dan âyetler dinlemişler, şimdiye kadar duymadıkları şeyler olduğunu gördükleri zaman, hemen müslüman olmuşlardı. Kabîlelerine döndükleri zaman Hz.Peygamberimiz'den bahsederek O'nun basit bir insan olmadığını, kendilerinin müslüman olduklarını söyledikleri vakit, kabîleden onlara karşı çıkanlar olmuşsa da takdir edenler de çok olmuştu. Hattâ aynı kabîleden Amr'ibn-i Camuh müslüman olan oğluna; "O zâttan işittiğin sözlerden bir kısmını bana söyle" dedi.
Fâtiha-i Şerife'yi okudu. Babası hayretler içinde kaldı.
"Çok güzel, çok güzel. Diğer söyledikleri de bunlar gibi güzel mi?"
Oğlu cevap verdi: "Daha güzelleri bile var"
Bedevî Araplardan biri, "Fesdağ bimâ tü'mer. [Meâl-i şerifi: Sana emrolunanı (kafalarını çatlatırcasına) açıktan açığa beyan et, (darılacaksa darılsın, kırılacaksa kırılsın,) müşriklere aldırış etme.]" (Sûre-i Hıcr, âyet 94) Âyet-i Kerîmesini işitince hemen secdeye kapandı ve şöyle dedi: "Bu sözün fesâhatına secde ettim."
Bir diğeri de Sûre-i Yûsuf okunurken îmâna gelmişti. Hattâ bu Sûre'nin 80.âyeti okununca şöyle demişti: "Şehâdet ederim ki hiçbir mahluk buna benzer söz söyleyemez."
(80. âyet: «Felemmestey'esû minhü hâlesû neciyyâ, ilh. [Meâl-i şerifi: Vaktâ ki, artık ondan ümitlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler. Büyükleri dedi ki: Babanızın sizden Allah adıyle teminat almış olduğunu, daha evvel de Yusuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmediniz mi? Artık ben, ya babam bana izin verinceye yahut benim için Allâhu Teâlâ hükmedinceye kadar, buradan katiyyen ayrılmam, O hakimlerin en hayırlısıdır.]» Sûre-i Yûsuf, âyet 80)
Ebû Zer bile kardeşinin sözlerini duyduktan sonra îmâna gelmişti. Kardeşi Mekke'nin en tanınmış şâirlerinden biri olan Enis'ti. O'nun şiirlerini herkes zevkle dinlerdi. Bir gün Enis, Mekke'ye geldiği zaman Hz.Peygamberimiz'in sözlerini duymuştu. Geri döndüğü zaman kardeşi O'nun evsâfını beyân etmişti. Ebû Zer, kardeşinin beyân ettiği şahıs hakkında daha fazla mâlumât toplamak istediğinden olacak ki soruların ardı arkası kesilmiyordu.
"Mekkeliler O'nun hakkında ne diyorlar?"
Enis; "Şâirdir, kâhindir, sihirbazdır, diyorlar. Ben, kâhinlerin sözlerini işittim, sonra şâirlerin şiirlerini dinledim ve sihirbazları gördüm. Muhammed (S.A.V.) denilen zâtı kimselere benzetemedim. Anladım ki Muhammed (S.A.V.) doğrudur, diğerleri yalancıdır."
Enis'in kardeşi Ebû Zer hiç fırsat kaybetmeden müslüman oldu. Kardeşinin sözleri üzerine müslüman olanlar o kadar çoktu ki artık Peygamberimiz'i görmeden müslüman olanlar da artıyordu.
Kur'ân-ı Kerîm'in hiçbir şeye benzememesi, sâdece kendisine benzemesi, O'nu daha da yüceltiyordu. O ne şiirdir, ne de nesirdir. O, tamamen bir mûcizedir. Bütün Âyet-i Kerîme'ler belâğat bakımından bir derecede olmayıp birbirine nazaran daha üstündür. Amma cümlesi mûcizedir. Yânî misli ve benzerini meydana getirmekten insanlar âcizdir. Sade insanlar değil bütün kâinât âcizdir.
Müşrik Arap ulemâsından bâzıları, Kur'ân-ı Kerim gibi bir kitap meydana getireceklerini söyleyerek çalışmalara başladılar. Fakat çalışmaları kendi istekleri ile yarıda kaldı. Çünkü söyledikleri sözler çok basit cümleler oldu.
Muallâkat-ı Seb'a, Kâbe duvarlarında asılı idi. Onların okuyucusu vardı. Şiir yazmak ve okumak Arapların üzerinde durdukları bir mevzuu idi. O zamanlarda en câhil kimseler bile muhayyilelerinin genişliğine göre şiir yazarlar ve bu şiirlerle yarışmalara katılırlardı. İçlerinden en güzelleri seçilerek yazarlarına hediyeler verilir, taltif edilirlerdi.
Belağatın en âlâ derecesinde olan Kur'ân Âyetleri nâzil olmağa başlayınca şâirler arasında da çözülmeler başladı ve şu Âyet-i Kerîme'yi; (estaîzübillâh) "Ve Kîle yâ ardubleî mâeki veya semâü aklıi ve ğîzel'mâü ve gudiyel'emrü vesteved alel' cûdiyyi ve Kîle buğden lil kavmizzâlimîn, [Meâl-i şerif: Allâhu Teâlâ tarafından denildi ki; "Ey arz, suyunu yut, ey gök sen de tut." Su kesildi iş olup bitirildi, (Gemi de) Cudi (dağının) üzerinde durdu. O zâlimler güruhuna "uzak olsunlar" denildi]" (Sûre-i Hud, âyet 44) duyan, dinleyen, belağattan anlayan, bütün insanlar müslüman oldular. Bu Âyet-i Kerîme birçok kimseye tesir etmişti.
O vakitler, Muallakâtı Seb'a şâirlerinin en meşhuru İmri-ül Kays'dı. Kardeşi yaşıyordu. Bu Âyet-i Kerîme'yi işittiği zaman şöyle dedi: "Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahi bu sözlerin yanında duramaz. Bu sözler gerçek olanlardır".
Doğruca Kâbe'ye giderek kardeşinin şiirini indirdi. Diğerlerinin de bir hükmü kalmamıştı. Çünkü kardeşinin şiiri en yüksekte duruyordu. Yüksekteki indirilirse alçaktakilerinin hükmü kalır mıydı? Artık Kâbe duvarında sâdece Kur'ân-ı Kerîm'in Âyetleri vardı. Halk onları okuyarak yüce sanatın zevkine varıyordu. Diğer eserlere bakanlar yoktu. Müşrik kalmakta israr edenler ise bu duruma çok kızıyorlardı. Amma ellerinden bir şey gelmiyordu. Susmaktan başka çâreleri yoktu.
Birçok kimseler, bu Âyetlerin Allah Kelâm'ı olduğuna inanmışlardı. Zira, onlar Peygamberimiz'in ümmî olduğunu biliyorlardı. Böyle sözleri kendi başına söylemesine imkan yoktu. Söyleyebilmesi için bilmesi gerekti. Bilmesi için de ya duyması ya da okuması lâzımdı. Halbûki Peygamberimiz ne biliyordu, ne de başkasından duymuş veya ders almıştı.
Ne var ki, en büyük bir mûcize olarak Cenâb-u Hak bir anda geçmişlerin ve geleceklerin ilmini Habîbi Muhammed'ül Mustafa (S.A.V.)'e ihsan etmiş ve O'nu her türlü ilim ve hikmetin menbaı kılmıştı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:03 am

İlk Müslümanlar ve Uğradıkları Ezâ ve Cefâ
Müşrikler, ilk Müslüman olanlar içinde kendilerine arka çıkacak kuvvetli adamı bulunmayan, kabîle hâmisi olmayan zayıf gördükleri fakirlere, yapmadık zulüm ve işkence bırakmıyorlardı. Onları aç ve susuz bırakırlar, döverler, kızgın kumların üzerine yatırıp işkence yaparlardı.
En Çok Ezâ ve Cefâya Uğrayanlardan Bâzıları
Yâser ailesine işkence: Ebû Cehil, Kureyş'den birinin İslam olduğunu haber alınca, O'na gelir ve O'na malında ve ticâretinde eziyet ederdi ve ettirirdi. Ammar bin Yâser'in başına ateşte kızdırılmış saç koyarlar, bu şekilde işkence ederlerdi. Ammar'ın babası Yaser, kardeşi Abdullah ve annesi Sümeyye de îmanları yüzünden Mekke'nin kızgın çölüne çıkarılıyorlar ve eziyet ediliyorlardı.
Allah Rasûlü onlara uğruyor, onların çektikleri azap ve ızdırapları bizzat görüyordu. Fakat, Müslümanların az ve zayıf olmasından dolayı hiçbir şey yapmağa muktedir olamıyorlardı ve onlara şöyle diyordu: "Sabredin, Ey Yâser âilesi, size cennet vadedilmiştir."
Yâser, Peygamber Efendimiz'e; "Zaman hep böyle mi sürüp gidecek?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz; "Allahım!.. Yâser âilesine rahmet ve mağfiretini ihsan et!" diyerek onlara duâ etti.
Bir müddet sonra Yâser, işkenceye dayanamayarak can verdi. Zevcesi Sümeyye çok yaşlanmış zayıf bir kadındı. Ebû Cehil, Sümeyye'ye: "Sen, ancak cemâline aşık olduğun için Muhammed'e imân ettin" deyince, Sümeyye ona ağır laflar söyledi. Ebû Cehil de kızarak elindeki mızrağını O'na saplayıp Sümeyye'yi şehîd etti.
Din yolunda erkeklerden ilk şehîd Yâser, kadınlardan da ilk şehîd Yâser'in zevcesi Sümeyye oldu.
Bilâl-i Habeşî: Soy îtibariyle, Habeşli bir zencidir. Ümmiye'tibni Halef'in kölesiydi. Ümmiye, İslâmın büyük düşmanlarından olduğundan, kölesine yapmadık eziyet bırakmadı. O'nu kızgın kumlar üzerine yatırıp, göğsüne kızgın taşlar koyarak saatlerce güneş altında tutardı. Bilâl, imân aşkının verdiği kuvvetle bunlara dayanır, "Allah birdir, bir." diyerek, bunlara katlanırdı.
Bilâl-i Habeşî'nin himâye edecek kimsesi yoktu. Boynuna ip takarak çocukların ellerine verip sürüklüyorlardı. Boynunu ip kesiyor, kanlar akıyor, fakat ağzından yalnız "Allah birdir, bir." sözü çıkıyordu.
Peygamber Efendimiz, oradan geçerken Bilâl-i Habeşî'ye böyle işkenceler yapıldığını ve O'nun; "Yâ Ahâd!.. Yâ Ahâd!.. (Ey bir olan Allahım, Ey bir olan Allahım)" diyerek, Cenâb-u Allâh'a ilticâda bulunduğunu gördü. "Devam et, O Ahâd isminin sâhibi seni kurtarır" buyurdu.
Peygamberimiz, durumu Eshâbına haber verdi. Bunun üzerine Hz.Ebû Bekr'ini's-Sıddık, koşarak onlara; "Siz bunu işkence ile öldüreceksiniz de, elinize ne geçecek? Bunu bana satın." dedi.
"Satmayız." dediler. Çok ağır bir para teklif ettiler. Öyle ki, Hz.Ebû Bekr'i servetinden edip, başkalarına muhtaç edecek şekilde bir para teklif ettiler.
Hz.Ebû Bekr'is'Sıddık gidip, derledi toparladı, o parayı getirip Bilâl'i onlardan satın alarak, Allah rızası için âzâd etti.
Müşrikler buna hayret ettiler, şaştılar. "İnsan, kendinden başkası için bu kadar parayı verip âzâd edemez. Olsa olsa, O'nun yanında önceden kazanılmış ve kendisine emânet edilmiş, Bilâl'in parası varmıştır da, O, onunla bunu almıştır." dediler.
Cenâb-u Hakk indirdiği âyetle, müşrikleri tekzîb etti ve "Benim Ebû Bekir kulumun yanında, başkası için emânet bırakılmış bir para yok. O ancak Allah rızası için yaptı. Rabbîsi O'ndan, O da Rabbîsinden razıdır." buyurdu.
Suhayb-i Rûmî: Müşrikler, Suhayb'i Müslümanlıktan döndürmek için, ne söylediğini bilmeyecek hâle getirinceye kadar döverlerdi. Bir gün Suhayb, Hubab ve Ammar birlikte giderlerken Kureyş müşrikleriyle karşılaştılar.
Müşrikler; "İşte Muhammed'in oturup kalktığı kimseler şunlar!" diyerek hakârete kalkıştılar.
Suhayb; "Evet biz, Allâh'ın Peygamberi ile oturup kalkan kimseleriz. Allâh'ın Peygamberine biz îmân ettik, siz küfrettiniz. Biz, O'nu tasdik ettik, siz tekzib ettiniz. Müslümanlıkta değersizlik, müşriklikte de üstünlük bulunmaz." deyince, üzerine saldırdılar.
"Allâh'ın aramızdan nîmet ve rahmetine erdirdiği kimseler bunlar ha!.." diyerek, Suhayb'i dövdüler.
Bunca ezâ ve cefâya rağmen; hidâyet yolundan dönen, dayanamayan, şüphe ve kaygıya düşen, nefsine kapılan, içi burkulan, îmân duygusu gölgelenen, küfre kayan veya kayar gibi olan tek kişi dahi olmadı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:04 am

Müşriklerin Elebaşıları

Ebû Cehil: Ebû Cehil, Müslümanların en büyük, en azılı düşmanı, küfrün önderi idi. O, varlıklı, güçlü kuvvetli ve istediği zaman bütün Kureyş halkını kendi etrafında toplayacak bir güce sâhipti. Müslümanların, onun elinden ve dilinden çekmediği kalmadı. Öyle ki, Müslümanlara işkencenin en ağırını yapıyor ve yaptırıyor, İslâmiyetin yayılmasını önlemek için her çâreye başvuruyordu.
Ebû Leheb: Peygamber Efendimiz'in öz amcalarından birisi olmasına rağmen, İslâmiyetin en azılı düşmanlarındandı. Karısı Ümmü Cemile de kocası gibi düşman, Peygamber Efendimiz'e eliyle diliyle ezâ verenlerden biriydi. Ebû Leheb hasta olduğundan Bedir harbine gidememiş, bedel göndermiş, Bedir'de Müslümanların gâlibiyet haberini yatağında duyunca, iki kere ölmüştü.
Velid ibn-i Muğîre: Kureyş'in nüfuzlularındandı. İslâmın azılı düşmanlarından, nesebi gayri sahih soysuzun birisiydi.
Âs ibn-i Vâil: İslâmiyet ve O'nun Peygamberi ile acı acı alay eden, Peygamber Efendimiz'in oğlu Kâsım vefât ettiği zaman, «Muhammed ebterdir, erkek evlâdı yaşamıyor, O'nun sonu yoktur» diyen bu adamdır. Evlat acısıyla yüreği kanayan bir babayı teselli edecek yerde, o böyle acı sözler söyleyecek insafsızın birisidir. Fahri Kâinât'ın düşmanları, ictimâî mevkiileri ne olursa olsun, işte böyle insanlıktan uzak kimselerdi.
Cenâb-u Hakk, Kevser Sûresi'nin son âyetiyle, «Âsıbni Vâil'in kendisinin ebter olduğunu» beyânla zemmetmiştir.
Ölümü şöyle oldu: Bir defasında eşeğine binmiş Mekke civarında bir dağ geçidinden geçerken, eşeği onu yere düşürüp bacağını ısırdı. Bu yara bacağının şişmesine ve ölümüne sebep oldu.
Nad'ribni Hâris: Peygamber Efendimiz'e ve Müslümanlara ençok ezâ ve cefâ edenlerden biri de bu adamdı. Acem hikayelerine vâkıftı. "Muhammed size esâtir-i evveliyni (Hâşâ, geçmişlerin masallarını) söylüyor." derdi.
Bunun hakkında birkaç âyet nâzil oldu. Bedir harbinde esir alınıp Rasûlüllah'ın emriyle öldürüldü.
Diğer Düşmanlar: Ümmiye'tibni Halef, Utbe ibn-i Rebîa, Übeyy'ibn-i Halef, Hubeyre ibn-i Ebi Vehb, Hakem ibn-i Ebül As ... vs.dir.
Hz.Hamza'nın Müslüman Oluşu
Hz.Hamza, Peygamber Efendimiz'in amcasıdır. Kureyş'in soylularından, pehlivan, bahâdır, gözüpek, Kureyş yiğitlerinden en şerefli ve îtibarlı olan, taşkınlığa ve haksızlığa hiç dayanamayan ve şiddetle karşı koyan bir zat idi. Müslüman olması şöyle oldu:
Peygamber Efendimiz Safâ tepesinde otururken, Ebû Cehil, yanında iki arkadaşıyla önünden geçtiği Kâinâtın Efendisi'ne türlü hakâretlerle edepsizce sövdü.
Peygamber Efendimiz onlara hiçbir şey söylemeden kalkıp evine gitti.
Hâdiseye şâhit olan Abdullah ibn-i Cüd'an'ın azadlı câriyesi, o sırada tepeden tırnağa silahlı, avdan dönmekte olan Hz.Hamza'ya olup bitenleri anlattı. Hamza'nın asabı bozuldu. Bundan fevkalâde canı sıkıldı. Okunu yayını takınmış olarak Kâbe'ye gidip, Ebû Cehil'i aradı, buldu. "Benim kardeşimin oğluna küfreden, O'nun hatrını kıran sen misin?" diyerek, elindeki ok yayını Ebû Cehil'in kafasına şiddetle indirdi ve kafasını yardı.
Hamza'nın büsbütün öfkelenip Müslümanlığa can atmasından korktukları için mukâbelede bulunmadılar.
Daha sonra Hz.Hamza, doğru yeğenine gitti. Olanları anlattı. "Memnun ve müteselli ol." dedi.
Şu cevabı aldı: "Ben ancak senin Müslüman olmanla memnun ve müteselli olurum."
Allah yolundan başka murad tanımayan Rasûller Rasûlü'nün bu ihtarı üzerine Hamza'da âni değişiklik, uyanma peydah olup, Müslüman oldu. Hz.Hamza'nın Müslüman olması Peygamber Efendimiz'i pek sevindirdi

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:06 am

Beyt-i Erkam'da Cereyan Edenler

Müşriklerin zulüm ve baskısından korunmak için, Peygamber Efendimiz Mekke'nin münâsib bir yerinde, kendilerine bir "Dârü'l Emân ve'l İslâm" seçip, ibâdetlerini orada yapmağa ve İslam dînini orada yaymağa karar verdi. Buna da, ilk Müslümanlardan Erkam (R.A.)'ın Safâ tepesinin doğusundaki, Ben-i Şeybe evine bitişik, dar bir sokak içindeki evini elverişli gördü. Peygamber Efendimiz burada bulunur, istîdatlı görülenler, gizlice buraya dâvet edilir, gelip Peygamber Efendimiz'le müşerref olarak Müslüman olurlardı.
Hz.Ömer Müslüman oluncaya kadar, Allah Rasûlü, orada arkadaşlarıyla birlikte oturdu, ibâdet etti ve İslam dînini gizli gizli yaydı. Peygamber Efendimiz, bu kutlu ve mutlu evde, bir pazartesi gecesi; "Allâhım! İslâmiyeti hiç değilse iki Ömer'den biriyle te'yid et, kuvvetlendir." diye duâ etmişti.
(Bu iki Ömer'den biri Ömer ibn-i'l Hattab, diğeri Amr'ibn-i Hişam (Ebu Cehil)'dır. Bu şeref Ömer ibn-i'l Hattab'ın nasîbi imiş ki Müslüman oldu. Diğeri Amr'ibn-i Hişam küfründe inat ve israr ettiğinden, sonra da küfür babası, küfür önderi mânâsına gelen Ebû Cehil adını aldı.)

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:07 am

Hz.Ömer'in Müslüman Oluşu
Kureyş'in müşriklerinin ileri gelenleri, bir gece Dârünnedve dedikleri toplantı mahallerinde toplanarak, bu dîn gitgide yayılıyor diye görüştüler. Uzun konuşmalardan sonra, Ebû Cehil'in teklifi üzerine Peygamber Efendimiz'in vücudunu ortadan kaldırmağa karar verdiler. Bu korkunç kararı içlerinden en cesur olan, Hattab'ın oğlu Ömer'e verdiler. "Haydi, seni görelim." dediler.
Ömer, o zaman otuzüç yaşında idi. Âilesi Müslümanlık hakkında fikir sâhibi idi. Eniştesi Said, kızkardeşi Fâtıma Müslüman olmuşlardı. Ömer'in bunlardan haberi yoktu. Kılıcını kuşandı, Kâbe'yi tavaf ettikten sonra Safâ tepesine yollandı. Müslümanlar da Beyt-i Erkam'da toplanmışlardı. Ömer'in niyeti, oraya gidip Peygamber Efendimiz'i öldürmekti. «Acaba O'nu öldürebilecek miydi? Yoksa kendi nefsini mi öldürecekti.» Bunlardan biri olacaktı. Fakat gerçekten o, Muhammed'i öldürmeğe değil, kendisini Müslümanların arasına atmağa gidiyordu.
Yolda Abdullahoğlu Nuaym'e rastladı. Nuaym baktı ki Ömer kılıcını kuşanmış hiddetli hiddetli gidiyor. "Hayrola Hattaboğlu, nereye böyle?" diye sordu.
O da; "Arapların arasına tefrika düşüren Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmağa gidiyorum" dedi.
Nuaym; "Vallâhi sen, çok zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed'in Eshâbı O'nun etrafında pervane gibi dolaşıyor. Farzet ki bu işi becerdin, Abdimenafoğulları seni yeryüzünde bırakırlar mı?" dedi.
Ömer bu sözlere alındı. "Sen de mi Muhammed'den yana oluyorsun?" diye çıkıştı.
Nuaym; "Yâ Ömer!.. Sen beni bırak, evvelâ kendi âilene bak, enişten ve amcan oğlu Said ile, eşi olan kızkardeşin Fâtıma Müslüman oldular."
Ömer, öfke ile hemen geri dönüp kızkardeşinin ve eniştesinin evine geldi.
O sırada, Habbab ibn-i Ered de içeride bulunuyor, yanındaki Kur'ân-ı Kerim sahifesinden Tâhâ Sûresini (başka bir rivâyete göre Hadid Sûresini) onlara okuyordu. Hz.Ömer'in geldiğini işitince, Habbab evin bir köşesinde saklandı ve Kur'ân-ı Kerim sahifesini de sakladılar.
Ömer evin yakınına geldiği zaman, Habbab'ın onlara Kur'ân-ı Kerim okuduğunu işitmişti. İçeri girer girmez onlara; "Şu işitmiş olduğum ses ne idi?" diye sordu.
"Sen, bir şey işitmedin! Aramızda konuştuğumuz bir şey yoktu" dediler.
Ömer; "Evet! vallâhi, ikinizin de Muhammed'in dînine girdiğiniz, O'na uyduğunuz bana haber verildi" dedi.
Said; "Ey Ömer! Hak ve gerçek dînin, senin dîninden başkası olduğunu hâlâ göremedin, anlayamadın mı?" deyince,
Ömer'in kan başına sıçradı. Kalkıp eniştesinin başına çullandı. Onu öfkeyle yakalayıp yere attı. Fâtıma, kocasının üzerinden ayırmağa kalkınca, Hz.Ömer şiddetli bir tokat vurarak O'nun da yüzünü parçaladı.
İş bu dereceye gelince, Fâtıma da Said de bağırarak; "Evet! Müslüman olduk. Allâh'a ve Rasûlüne îman ettik! Ey Ömer! Hak ve gerçek olan din, senin dîninden başkasıdır! Biz, şehâdet ederiz ki Allah'dan başka Allah yoktur, yine şehâdet ederiz ki, Muhammed (A.S) Allâh'ın Rasûlüdür. Sen, artık dilediğini yap, elinden geleni geri bırakma!" dediler.
Ömer, kızkardeşinin yüzünü gözünü kanlar içinde görünce, yaptığına pişman oldu. Kızkardeşi Fâtıma'ya; "Biraz önce sizden işittiğim okunan o sahifeyi bana verin de, Muhammed'e gelen bu şeye bir bakayım?" dedi. Ömer kâtipti, okuma yazma bilirdi.
O'nun bu dileği üzerine Fâtıma; "Senin O'na hakârette bulunmandan korkarız!" dedi.
Ömer; "Korkmayın!" dedi. Okuduktan sonra onu geri vereceğine dair yemin etti.
Fâtıma, Ömer'in bununla Müslüman olacağını umdu; "Kardeşim! Sen, Allâh'a şerik koşulan bir dinde bulunduğun için pissin! Halbûki, O'na ancak temiz olanlar el sürebilirler. Kalk, önce bir yıkan!" dedi.
Bunun üzerine, Hz.Ömer kalkıp gusletti. Fâtıma da ona Kur'ân-ı Kerim sahifesini verdi.
"Bismillâhirrahmânirrahîm, Tâhâ! Mâ enzelnâ aleykel Kur'âne liteşkâ illâ tezkiraten limen yahşâ, ... ilh. (Ey Muhammed! Biz, Kur'ân-ı, sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak, Allah'dan korkanlara bir öğüt, yeri ve yüce gökleri yaratanın katında bir kitap olarak indirdik. O, Rahman olan Allah, arşa hâkim bulunmaktadır. Göklerde, yerde, her ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanların hepsi O'nundur. Sen, sözü ister açığa vur, ister gizle dur, birdir. Çünkü O Allah; gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir. Allah'dan başka ilâh yoktur. En güzel isimler onundur. Mûsa'nın haberi sana geldi mi? O, bir ateş görmüştü de âilesine; «Durun, ben bir ateş gördüm. Ya ondan size bir kor getiririm, ya da ateşin yanında bir yol gösterici bulurum!» demişti.) ..." (Sûre-i Tâhâ, âyet 1-16) ve bir diğer rivâyette "Sûre-i Hadid, âyet 1-8" okudu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:11 am

Kur'ân-ı Kerîm'in Füsunkâr Te'siri

Ömer kendisini tutamadı; "Bu, ne güzel, ne şerefli kelâm! Bu kelâmdan daha güzeli, daha tatlısı olmaz!" dedi.
Habbab, Ömer'in bu sözünü işitince, saklı bulunduğu yerden çıkıp, O'na; "Müjde, ey Ömer! Dilerim ki Rasûlüllah'ın yaptığı duâ senin hakkında gerçekleşsin. Dün gece O, «Allâhım! İslâmiyeti, ya Ebû'l Hakem bin Hişam'la ya da Ömer ibn-i Hattab ile kuvvetlendir.» diyerek duâ ettiğini işittim. Allah, Allah! şu işe bak, ey Ömer!" dedi.
Ömer; "Rasûlullah şimdi nerededir?" diye sordu.
Fâtıma; "Eğer, O'na lâyık olmayan bir hareket ve bir yaramazlık yapmayacağına yemin edersen, yerini sana bildiririm." dedi.
Ömer; "Evet, Allâh'a yemin ederek söz veriyorum." deyince,
Fâtıma da, Habbab da; "O şimdi, Erkam'ın Safâ tepesi yanındaki evindedir. Yanında da Eshâbından bâzı kimseler bulunmaktadır." dediler.
Ömer, Habbab'a; "Kalk, önüme düş. Beni Muhammed (A.S)'a kadar götür. Müslüman olacağım." dedi.
Ömer, kılıcını alıp kuşandıktan sonra, Rasûlüllah ve Eshâbının bulundukları Erkam'ın evinin kapısını çaldı, içeriden;
"Kim o?" denildi.
Ömer, "Hattabın oğlu!" dedi.
Ömer'in, Peygamber Efendimiz'e karşı hiddetini bildikleri ve kendisinin iyi niyetli geldiğini bilmedikleri için, sahabiler önce kapıyı açmadılar. Ömer'in sesini işitince Eshâbdan Bilâl-i Habeşî kalkıp kapının arasından baktı. Ömer'in kılıncını kuşanmış olarak geldiğini görünce Rasûlüllah Efendimize bir şey yapacağından korktu ve feryat ederek geri döndü; "Yâ Rasûlellah! Ömer ibn-i Hattab O! Kılıncını kuşanıp gelmiş! O'nun şerrinden Allâh'a sığınırız" dedi.
Hz.Hamza; "Bırakın O'nu, gelsin! Eğer, hayırlı bir maksatla geldi ise, kendisini hayırla ağırlarız. Eğer, kötü bir maksatla geldi ise, O'nu kendi kılıncı ile öldürürüz!" dedi.
Peygamber Efendimiz; "Kapıyı açın, bırakın O'nu, gelsin! Eğer, Allah O'nun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir!" dedi.
Bilâl-i Habeşî, gidip kapıyı açtı.
Peygamberimiz ayağa kalktı. Ömer'i yanına gelinceye kadar ayakta bekledi. Gelince, O'nu, elbisesinin toplandığı yerden ve kılıcının bağından tuttu. Şiddetlice çekip sarsarak; "Ey Hattabın oğlu! niye geldin? Vallâhi, Velid ibn-i Muğîre gibi, senin hakkında da Yüce Allâh'ın rezil ve rüsvay edici şiddetli âyetler indirdiğini görmek istemiyorum! Sen sonuna kadar mı bu halde sürüp gideceksin?! Allâhım! Bu, Hattab'ın oğlu Ömer'dir! Allâhım! İslam dînini Hattab'ın oğlu Ömer'le kuvvetlendir!" dedi.
Ömer, Peygamberimiz'in mânevi heybetinden sarsılmış ve iki dizi üzerine yere çökmüştü. Ömer; "Yâ Rasûlellah! Ben, Allâh'a ve Rasûlüne, O'nun Allah'dan getirdiklerine îman etmek için geldim!" deyince,
Peygamber Efendimiz tekbir getirdi. Peygamberimiz'in Eshâbından orada bulunanlar da tekbir getirdiler. Bu öyle bir muhteşem andı ki, tekbir sesleri, Mekke sokaklarını çınlattı! Mescid-i Haram'da bulunan müşrikler bile bunu işittiler. Hz.Ömer, Müslüman olanların kırkıncısı olmuştu.
Hz.Ömer; kendisini doğru yola, İslam dînine kavuşturduğu için, Allâh'a şükür ve minnetini, Rasûlüllah'a bağlılığını dile getiren bir kasîde söyledi.
Müşriklerin yaptıkları zulüm ve işkenceler yüzünden Müslümanlar tedirgin olmuş, evlerinden barklarından uzaklaşmışlardı. Onlar, Hz.Hamza ve Hz.Ömer'in Müslüman olmaları ile, çektikleri işkencelerin biraz hafifleyeceğini umdular. Çünkü, bu iki zâtın, Peygamber Efendimiz'i koruyacaklarını, düşmanları biraz yola getireceklerini biliyorlardı.
Abdullah ibn-i Mes'ud der ki: "Hz.Ömer'in Müslüman oluşu, İslâmiyet için bir fetih idi. O'nun hicreti nusret, halîfeliği de rahmet oldu. Hz.Ömer Müslüman oluncaya kadar Kâbe'nin yanında topluca namaz kılmağa kâadir olamadık. Hz.Ömer Müslüman olduğu zaman, kendisi Kâbe'nin yanında namaz kılıncaya kadar ve biz de kendisiyle birlikte namaz kılıncaya kadar, Kureyş müşrikleriyle mücâdele etti."
Hz.Ömer der ki: "Rasûlüllah ve Eshâbı'nın, müşriklerden gizlendikleri sıralarda, Müslüman olunca; «Yâ Rasûlellah! Biz ölü olsak da, diri olsak da, Hak ve Gerçek Dîn üzerinde değil miyiz?» dedim.
Peygamber Efendimiz; «Evet! Varlığım Kudret elinde olan Allâh'a yemin ederim ki, siz ister ölü, ister diri olun, Hak Dîn üzerindesiniz?» dedi.
«O halde ne diye gizleniyoruz? Seni Hak Dîn ile gönderen Allâh'a yemin olsun ki hiç çekinmeden, korkmadan, oturup, İslâmiyeti açıklamadığım bir küfür meclisi kalmıyacaktır. Seni Hak Dîn ile gönderen Allâh'a yemin olsun ki çıkacağız, İslâmiyeti açığa vuracağız!» dedim.
İki saf hâlinde Erkam'ın evinden çıktık. Safların birisinin başında Hamza vardı. Birisinde de ben vardım. Sert adımlarla yerin topraklarını un gibi tozuta tozuta Mescid-i Haram'a girdik. Kureyş müşrikleri şaşkın ve ürkek bakışlarla bir bana bakıyor, bir Hamza'ya bakıyorlardı. «Eyvâh! Ömer bizi ikiye ayırdı.» dediler. Onlar, o güne kadar, bir benzerine daha uğramadıkları bir musibete uğramış gibiydiler.
Müşrikler; «Ey Ömer! Arkandakiler kimler?» dediler.
«Lâ İlâhe illallâh! Eğer sizin herhangi biriniz kımıldarsa, onu kılıcımla yere sererim.» dedim.
Rasûlüllah, Beytullâh'ı tavaf etti. Öğle vakti, açıktan namaz kıldıktan sonra yanındakiler ile birlikte Erkam'ın evine döndü. O zaman, Rasûlullah, «Hak ve gerçek olanla, batıl ve boş olanın arasını ayırdım.» diye bana «Fâruk» adını verdi!".

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:34 am

HABEŞİSTAN'A HİCRET

Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları, inananları biraz ferahlatmıştı. Fakat yine de müşriklerin Müslümanlara yapmakta oldukları eziyetler bitmek tükenmek bilmiyordu. Rasûlüllah Efendimiz, Sahâbîlerinin işkenceler altında kıvrandıklarını görünce; "Siz, bâri, yeryüzüne dağılın! Yüce Allah sizi yine toplar!" dedi.
"Yâ Rasûlellah! Nereye gidelim?" dediler.
Allah Rasûlü, Habeş ülkesinin bulunduğu tarafa eliyle işâret ederek; "İşte oraya! Siz, Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası, doğruluk yurdudur. Allah, sizi belki orada ferahlığa kavuşturur!" dedi.
Bunun üzerine, bî'setin 5.yılı Receb ayında, Habeşistan'a gitmek isteyen on erkek, beş kadın olmak üzere, onbeş kişilik ilk Muhâcir kâfilesi, müşriklere duyurmadan, kimisi binitli, kimisi yaya olarak gizlice Mekke'den ayrıldılar. Şuayba denilen yere ulaştıkları zaman orada Habeşistan'a gitmek üzere bulunan tüccarlara âit vapura, yarım dinar ücretle binerek gittiler.
Kureyş müşrikleri işin farkına varınca, Muhâcirleri geri çevirmek için deniz sahiline kadar geldiler. Ne var ki, vapur Muhâcirleri bindirip denize açılmış bulunuyordu. Müşrikler Muhâcirlerden hiçbir kimseyi ele geçiremiyerek Mekke'ye döndüler.
Muhâcirler Habeş ülkesinde geniş bir nefes aldılar. Sâkin bir hayâta kavuştular. Hasretini çektikleri ibâdet ve huzura daldılar. "Biz burada hayırlı bir komşuluk, dînimize dokunulmazlık gördük. İncitilmeksizin ve hoşlanmadığımız hiçbir söz işitmeksizin Allâh'a ibâdet ettik!" dediler.
Hicret Eden İlk Kâfile:
Hz.Osman ve zevcesi Hz.Rukiyye,
Ebû Huzeyfe ve zevcesi Sehle,
Zübeyr ibn-i Avvam,
Mis'ab ibn-i Umeyr,
Abdurrahman ibn-i Avf,
Am'ribni Rebîa ve zevcesi Leylâ,
Ebû Seleme ve zevcesi Ümmü Seleme,
Osman ibn-i Maz'un (Kâfile reîsi),
Ebû Sebre ibn-i Ebîre ve zevcesi Ümmü Gülsüm,
Süheyl ibn-i Beydâ (Vehb) idiler.
Giden bu kafilenin orada iyi karşılanması ve dîni ibâdetlerini rahat edâ edip huzur içinde olmaları haberi gelince, bir yıl sonra, 83 erkek ve 12 kadın olmak üzere 95 kişi daha fırsat buldukça, kâfile kâfile Habeşistan'a hicret ettiler. Bu kâfilenin reîsi Câfer-i Tayyar idi.
Müşriklerin Muhâcirler Hakkında Necâşi'ye Başvurmaları
Müşrikler, Müslümanların Habeşistan'da huzur içinde yaşamalarını çekemediler. Onları geri çevirmek için teşebbüse geçtiler. Habeş kralına, keşişlere ve saray adamlarına Mekke'nin ekstra sahtiyanlar (deri) gibi bir çok kıymetli hediyeler hazırlayıp iki elçi ile beraber gönderdiler ve elçilere şöyle tenbihte bulundular: "Siz Necâşi (Habeş Hükümdarı) ile görüşmeden önce Hükümet Erkân ve Kumandanlarından her birine hediyelerini verin. Daha sonra, Necâşi'ye hediyelerini takdim edin ve O'ndan, Müslümanlar'ın (geri gönderilmek üzere) size teslimini isteyin" dediler. Bu elçiler Abdullah ibni Ebi Rebia ve Amr ibni As idi.
Bu iki elçi, Habeşistan'a gidip Kureyşlilerin verdiği tâlimat üzerine hareket ettiler. Hediyeleri takdim edip görüştüler. Sonra; "Bizden bâzı aklı ermez gençler, milletlerinin dîninden ayrıldılar. Sizin dîninize de girmediler. Bizim de, sizin de bilmediğimiz yepyeni bir dîn ile ortaya çıktılar. Onlar şimdi ülkenize sığınmış, yamanmış bulunuyorlar. Biz onların geri çevrilmeleri, bize iâdeleri için kavmin eşrafı tarafından gönderilmiş bulunuyoruz." dediler.
Abdullah ibn-i Rebîa ile Amr'ibn-i As'ın bu sözleri Necâşi'yi sinirlendirmişti.
Necâşi'nin çevresinde bulunan Hükümet adamları ise; "Ey Hükümdar! Bunlar, doğru söylüyorlar. Kendilerinden olanlar elbette başkalarından daha iyi bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler. Onları, bunlara teslim et. Yurtlarına, kavimlerine döndürsünler." dediler.
Necâşi, büsbütün kızdı; "Hayır! Vallâhi, çâresiz kalmış, çevreme konmuş, ülkeme sığınmış, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, bunlara tercih etmem. Ancak onları çağırır, şunların, onlara dâir söyledikleri şeyleri sorarım. Eğer iş şunların dedikleri gibi ise, onları bunlara teslim ederim. Onları kavimlerine geri çeviririm. Şâyet, iş bunun aksi olursa kendilerini korurum. En güzel şekilde korur, gözetirim." dedi.
Bunun üzerine Necâşi, Rasûlullah'ın Eshab'ına dâvetçi gönderdi. Muhâcirler, dâvetçinin etrafına toplandılar. Birbirlerine; "Necâşi'ye vardığınız zaman ne söyleyeceksiniz!" dediler.
"Vallâhi, bizim bu husustaki bildiklerimiz Peygamberimiz'in bize buyurduğundan ibârettir! deriz. Bu yolda ne olacaksa olur!" dediler.
Hz.Câfer; "Bugün, sizin sözcünüz benim" dedi.
Hepsi O'na tâbi oldular. Hep birlikte Necâşi'nin sarayına gittiler.

Muhâcirlerin Necâşi'nin Huzurunda Muhâkeme Edilmeleri
Necâşi, huzuruna râhipleri de çağırttı. Râhipler, kitaplarını çevrelerine yaydılar. Hz.Câfer, Necâşi'nin huzuruna girince selâm verdi, secde etmedi.
Necâşi'nin adamları, Hz.Câfer'e; "Sen, ne diye Hükümdara secde etmedin?" dediler.
Hz.Câfer; "Biz, ancak Allâh'a secde ederiz!" dedi.
"Niçin?" diye sordular.
Hz.Câfer; "Allah, bize Rasûlunu gönderdi. O da Allah'dan başkasına secde etmemekliğimizi bize emretti!" dedi.
Amr'ibn-i As ve arkadaşı, Necâşi'ye; "Biz, bunların hâlini sana bildirmedik miydi?" dediler.
Necâşi, Muhâcirlere; "Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana bildiriniz. Siz, ülkeme ne için geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz. Bir isteğiniz de yok. O halde bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin, şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana bildiriniz ki siz ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdiği gibi selâm vermiyorsunuz?" dedi.
Hz.Câfer, gelen elçilerden yalnız birisinin konuşması hususunda Hükümdarın emretmesini isteyerek, bâzı sorular soracağını bildirdi. Bu teklif üzerine, iki elçiden Amr ibn-i As kendisinin konuşacağını söyledi. Bundan sonra Hz.Câfer, Amr'ibn-i As ve Necâşi arasında şu konuşmalar cerayan etti:
Hz.Câfer; "Ey Hükümdar! Sorunuz bu adama, biz yakalanıp efendilerimize teslim edilecek köleler miyiz?"
Amr'ibn-i As; "Hayır! Onların cümlesi asîl ve hür kimselerdir."
Hz.Câfer; "Bizim onlardan haksız yere aldığımız bir mal veya ödenecek borçlarımız var mı?"
Amr'ibn-i As; "Hayır! Bir kırat bile borçları, bir dirhem dahi gasbettikleri mal yoktur."
Hz.Câfer; "Biz, haksız yere birinin kanını yere döktük de kısas için mi geri istiyorlar."
Amr'ibn-i As; "Hayır, hayır! Ne bir damla döktükleri kan ve ne de böyle bir isteğimiz var!"
Hz.Câfer; "Öyle ise, hangi sebeple iâdemizi talep ediyorlar?"
Burada dikkate şâyân bir nokta: Devletler hukukunun isminin işitilmediği, diplomasi ilimlerinin bilinmediği bir zamanda, bir yabancı memlekete iltica eden şahısların iâdesi için, sağlam ve mâkul sebepler inşaa edilmesi lâzım geldiğini; mü'minin firâseti keşfetmiş ve sebepsiz bir iâdenin mümkün olmayacağına, Habeş hükümet adamlarını iknâ etmiştir.
Amr'ibn-i As; "Onlar ve biz aynı dînin mensupları idik. Onlar bu dîni bıraktılar. Muhammed'e ve dînine uydular." dedi.
Necâşi, Hz.Câfer'e dönüp; "Siz, mensubu bulunduğunuz dîni bırakıp da, ne benim ve ne de başka milletlerin dînine girmediğiniz halde, ne diye sâdece kendinizin bildiği bir dîne girdiniz? Başka hükümdarların değil de benim ülkemi tercih edişinizin sebebi nedir? Edindiğiniz din nasıl bir şeydir? Uyduğunuz Peygamberin hâli nedir?" diye, kendileri ve Peygamberleri hakkında mâlumat vermelerini istedi.
Hz.Câfer; "Ey Hükümdar! Biz, câhil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keserdik. Komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Yüce Allah, bize, kendimizden; soyunu sopunu, doğruluğunu eminliğini, iffet ve nezâketini duyup bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik.
O Peygamber; bizi, Allâha, Allâh'ın birliğine inanmağa, O'na itâata, bizim atalarımızın tapındığı Allah'dan başka taşları ve putları bırakmağa dâvet etti. Doğru sözlü olmağı, emânetleri yerine getirmeği, akrabâlık haklarını gözetmeği, komşularla güzel geçinmeği, günahlardan ve kan dökmekten sakınmağı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, nâmuslu kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten bizi menetti. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın Allâh'a ibâdet etmeği, namaz kılmağı, zekât vermeği, oruç tutmağı bize emretti. Biz de, O'nu tasdik ve O'na îman ettik. O'nun, Allah'dan getirip tebliğ eylediği şeylere tâbi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın Allâh'a ibâdet ettik. O'nun bize haram kıldığını haram, helâl kıldığını da helâl olarak kabul ettik.
Bu yüzden kavmimiz, bize düşman kesildi. Zulmetti. Bizi, dînimizden döndürmek, Allâh'a ibâdetten vazgeçirip, putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi perişan ettiler. Bize eski kötülüklerimizi tekrar işletmek için zulmettiler. Bizi, sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle dînimizin arasına girmeye çalıştılar ve bizi dînimizden ayırmak istediler. Biz de, yurdumuzu yuvamızı bırakarak, senin ülkene geldik, sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Bizim Peygamberimiz, bizi sizin yanınıza ve ülkenize gönderirken, "Necaşi'nin ülkesinde kimse zulme uğramaz, onun ülkesi adaletin ve doğruluğun yurdudur." diye sizi bize anlattı. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız Ey Hükümdar!
Selâm verme işine gelince; biz, seni Rasûlullah'ın selâmı ile selâmladık ki, birbirimizi de öyle selâmlarız. Cennete gireceklerin selâmlarının da bu şekilde olduğunu Rasûlüllah bize haber verdi. Bunun için, biz de seni öyle selâmladık!
Sana, secde etmek hususuna gelince; biz Allah'dan başkasına secde etmekten Allâh'a sığınırız!..." dedi.
Necâşi; "Senin yanında, Allah'dan gelmiş bir şey var mı?" diye sordu.
Hz.Câfer; "Evet, var." deyince, Necâşi; "Onu, bana oku!" dedi.
Hz.Câfer, Meryem Sûresi'nin baş tarafından okumağa başladı. Okunan Kur'ân'ı huzû ve huşû içinde dinleyen Necâşi'nin gözleri yaşardı. Hüngür hüngür ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Râhipler de ağladılar.
Necâşi ve Râhipler; "Ey Câfer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan çokça oku!" dediler. Hz.Câfer Kehf Sûresini de okudu.
Necâşi, kendisini tutamayarak; "Vallâhi, bunlar Hz.İsâ'ya ve Hz.Mûsa'ya gelen kelâm ile aynı menba'dan fışkıran ışıklardır. Nurdur." dedi.
Kureyş elçilerine döndü; "Gidiniz, Vallâhi ben, ne onları size teslim ederim, ne de onlara bir kötülük düşünürüm." dedi.
Müşriklerin Bitmeyen Hîlesi ve Necâşi'nin Kesin Tavrı
Abdullah ibn-i Ebî Rebîa ile Amr'ibn-i As, Necâşi'nin huzurundan çıktılar. Amr'ibn-i As, arkadaşına; "Vallâhi, yarın onların bir kabahatini ortaya koyup, Necâşi'nin gözünden öyle bir düşüreceğim ki" diyerek bir hîle düşündü.
Ertesi günü Necâşi'nin huzuruna çıkıp; "Ey Hükümdar! Onlar, Meryemoğlu İsâ'ya ağır bir söz söylüyorlar. Onlara bir adam gönderip İsâ için ne söylediklerini bir sor." dedi.
Necâşi, Hz.İsâ hakkındaki telakkilerini sormak üzere Muhâcir Müslümanları çağırdı; "Siz Meryemoğlu İsâ hakkında ne dersiniz?" diye sordu.
Hz.Câfer; "Biz, Hz.İsâ hakkında, Peygamber Efendimiz'in bize Allah'dan getirip tebliğ ettiğini söyleriz," dedi ve Sûre-i Meryem'in 29-33 âyetlerini okudu. [Okunan âyet-i kerimelerin meali şerifi: Hz. Meryem (beşikteki oğlu) İsa'ya (konuş diye) işaret etti. (kavmi) "biz henüz beşikte olan bir sabi ile nasıl konuşuruz?" dediler. (o esnada İsa dile gelip dedi ki) ben muhakkak Allahın kuluyum, O Allah bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı,]).
Necâşi çok duygulandı. Eline bir çubuk alarak yere bir çizgi çizdi ve "Vallâhi, Meryemoğlu İsâ da, zâten sizin söylediğinizden başka bir şey değildir. Arada şu çizgi kadarcık bile bir fark yoktur." dedi.
Bu sözleri duyduktan sonra Müslümanları daha çok sevdi. Müşriklere iâde etmek şöyle dursun, onları eskisinden daha ziyâde himâye etmeğe başladı ve Müslüman Muhâcirlere; "Sizi ve yanından geldiğiniz Zât'ı tebrik ederim! Ben şehâdet ederim ki, O Rasûlüllah'dır. Zâten biz, O'nun geleceğini İncil'den öğrenmiştik. O Rasûlü, Meryemoğlu İsâ da müjdelemişti. Vallâhi, eğer O, ülkemde olsaydı gidip O'nun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım. Gidiniz. Ülkemin el sürülmemiş kısmında, her tecâvüzden korunmuş, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur! Size kötülük eden helâk olur! Size kötülük eden helâk olur! Ben, sizden herhangi bir adamı üzüntüye uğratıp da, bir dağ altına mâlik olmağı arzu etmem." dedi.
Necâşi, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeleri; "Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gasbettiği bu mülkümü, Allâhü Teâla bana verip ve halkı boyun eğdirirken benden rüşvet almadı!" diyerek red ve iâde etti.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:37 am

MÜŞRİKLERİN MÜSLÜMANLARA BOYKOT ÎLÂNI

İslâmiyetin, Mekke sınırlarını aşarak kabîleler arasında yayılmağa başlaması, müşrikleri endişeye, telâşa düşürdü. Hz.Hamza ve Hz.Ömer gibi iki büyük kahramanın müslüman olması Kureyşlileri bir hayli düşündürdü. Kendilerini bu yolda yeni ve kesin kararlar almağa sevketti. Nihâyet, Hâşimoğullarına boykot îlan ederek onları zorlama yoluna gitmeği kararlaştırdılar.
Müşriklerin boykot kararı için, aralarında yazıp Kâbe duvarına astıkları akid levhası şöyle idi:
Peygamber kabîlesi olan Hâşimoğulları ile alâka kat'iyyen kesilecek.
Onlarla alışveriş yapılmayacak.
Onlarla herhangi bir evlilik düşünülmeyecek.
Böylece Müslümanlar tam üç sene muhâsara edildiler. Kuvvetleri kalmayıncaya kadar aç kaldılar. Tâ ki, Allâhü Teâlâ, bu zâlim akidden Müslümanları kurtarıncaya kadar bu boykot devam etti.
Bu uzun ve acı boykot hareketini Kureyş'ten bâzı iyi kalpli kimseler beğenmedi. Bunun üzerine bu sahîfenin yırtılması hususunda aralarında anlaştılar. Kureyşten beş kişi bu niyetle Kâbe'ye geldi. İçlerinden Züheyr'ibn-i Ebî Ümeyye isimli kimse kalkarak, Kâbe'yi yedi defa tavaf etti ve yüksek sesle Kureyş'e şöyle hitap etti: "Ey Mekkeliler! Biz, yiyelim, içelim, giyinip kuşanalım da öte yandan Hâşimoğulları alışverişten mahrum edilsinler, darlıklar, sefâletler içinde kıvranarak helâk olsunlar, doğru mudur? Vallâhi, akrabâlık bağlarını kesen o zâlim sahife yırtılmadıkça duracak, oturacak değilim!" dedi.
O sırada mescidin bir tarafında bulunan ve Züheyr'in konuşmasından sinirlenip duran Ebû Cehil'in sesi yükseldi; "Yalan söylüyorsun, yırtamazsın!" dedi.
Zem'â ibn-i Esved, Ebû Cehl'e; "Vallâhi, en yalancı sensin! Zâten biz o yazıya, yazıldığı sırada da razı olmamıştık!" dedi.
Ebûl Bahterî; "Zem'â doğru söylüyor. Biz onda yazılı olanları tamamiyle kabul ve ikrar etmemiştik." dedi.
Bu konuşmalar karşısında Ebû Cehil artık direnemedi ve şöyle dedi: "Her hâlde bu daha önce, buradan başka bir yerde geceleyin görüşülmüş, konuşulmuş, üzerinde karara varılmış bir iş olsa gerek!"
O zaman Mut'im ibn-i Adiyy kalktı ve kağıdın üzerinde bir kurt gördü. Kurt bütün kağıdı yemiş, delik deşik etmişti. Yalnız Allah ismini yememişti. İşte böylece Müslümanlara reva görülen üç senelik zulüm sona ermiş oldu.
Rasûlüllah Efendimiz, bu kurt hâdisesini daha önceleri amcasına şöyle haber vermişti: "Amca, Allah onların yaptıkları anlaşmaya bir kurt musallât edecek ve hepsini kemirecek, yalnız Allah ismi kalacaktır." İşte Mûcize-i Peygamberî böylece tahakkuk ediyordu.
Bu kurtuluş çâresini düşünenlerden biri de Hişam ibn-i Amr'dir. Bu Zât, Kureyş'e karşı çok merhametli idi. Hâşimoğulları sıkıntılı günlerini yaşarken, O, devesinin üstüne bâzı yiyecekler yükler ve devesini onların bulundukları yere doğru gece sürer sevkederdi. Böylece, Hâşimîler birazcık olsun yiyeceğe sâhip olurlardı. Sonra onlar da tekrar deveyi geriye sürerlerdi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 1:50 am

HÜZÜN SENESİ
Peygamber Efendimiz'le Müslümanların biraz rahat edecekleri bir sırada, amcası Ebû Tâlib ve kendisine ilk imân eden Hz.Hatîce gibi cefâkâr ve vefâkâr bir hayat arkadaşının, birbiri ardınca vefât etmeleri, Rasûlüllah Efendimiz için boşlukları doldurulamayacak kayıplardandı.
Bi'setin 10.yılına rastlayan bu hâdiseler, Hz.Peygamberimiz'e hayâtı boyunca unutamayacağı üzüntüler getirmiş olduğundan bu seneye, «gam ve keder yılı, hüzün yılı» denmiştir.
Ebû Tâlib vefât ettiği zaman 87 yaşında idi. Kendisi Müslüman dahi olmadığı halde, Kureyş'in bütün düşmanlıklarına hedef olan Peygamberimiz'i hayâtının sonuna kadar korumaktan da geri durmamıştı.
Aynı yıl Ramazan-ı Şerif ayında bütün mü'minlerin annesi Hz.Hatîce vâlidemiz de 65 yaşında olduğu halde vefât etti. Hz.Hatîce vâlidemiz, Peygamberimizin Peygamberliğini ilk tasdik eden, en sıkıntılı günlerinde derdine ortak olan, vefâkâr bir hayat arkadaşı idi. Peygamber Efendimizle birlikte 25 yıl yaşadı. Peygamberimiz, Hz.Hatîce vâlidemizi takdir ve rahmetle anar, hatırasına çok hürmet ederdi. Peygamberimiz'in Hz.İbrâhim'den başka bütün çocukları Hz.Hatîce'den doğmuştu. Yalnız Hz. İbrâhim O'nun vefâtından sonra Hz. Mâriye adındaki zevcesinden doğmuştur.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:29 am

BİR MELCE [2] ve TAİF YOLCULUĞU

Ebû Tâlib'in vefâtından sonra, müşrikler, Peygamberimiz'e, Ebû Tâlib'in sağlığında yapmadıkları zulüm ve işkenceleri yapmışlar, Allah Rasûlü'nü göz açamaz hâle getirmişlerdi.
Rasûlüllah Efendimiz bî'setin 10.yılı Şevval ayının 27.gecesinde azatlı kölesi Zeyd ibn-i Hârise'yi yanına alarak Tâif'e gitti. Maksadı; müşriklere karşı, Sakıf kabîlesinin kendisini korumalarını, desteklemelerini, Yüce Allah'dan getirdiklerini kabul eylemelerini onlardan istemekti. Peygamberimiz, Tâif'e varınca orada Sakıf kabîlesinden bâzı kimseler ile görüşmek istedi ki, bunlar Abdi Yâlil'ibn-i Amr, Mes'ud'ibn-i Amr, Habib'ibn-i Amr adında üç kardeşti. Allah Rasûlü bunlarla görüştü. Onları, Allâh'ın birliğini kabule, İslam dînine yardıma dâvet etti. Kavminden muhâlefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını istemek için geldiğini söyledi.
Üç kardeş her biri ayrı ayrı cevaplar vererek reddedip çeşitli incitici sözler söylediler. Gençlerinin Müslümanlığa heveslenmelerinden korkarak, Peygamber Efendimiz'e; "Memleketimizden çık. Nereye gidersen git!" dediler. Bununla da kalmayarak, içlerinden bir takım aklı ermez ayaktakımını, çocukları, ipsiz kimseleri kışkırtarak Peygamber Efendimize musallat ettiler. Onları yolun iki yanına doldurdular. Söve saya Rasûlüllah'ı taşa tutturdular. Ayaklarını topuklarına kadar kanlar içinde bıraktılar. Dermansız düşüp oturdukça kaldırttılar. Yürüdükçe taşlattılar. Zeyd ibn-i Hârise atılan taşlara, kendi vücudunu siper etmekte, Rasûlü Ekrem'i korumağa çalışmakta idi. Onun da başı yarılmış ayaklarından kanlar akmağa başlamıştı.
Peygamberimiz, nihâyet üzgün ve bitkin bir halde Mekke'li Rebîa oğulları Utbe ve Şeybe'nin Tâif dışındaki bağ evine sığınınca Tâif'in ipsizleri geri döndüler.
Peygamber Efendimiz biraz sükûnet bulduktan sonra Allâhü Teâlâ'ya şöyle ilticâda bulundu: "Allâhım! Kuvvetsiz ve çâresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak Sana arz ve şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin en Merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği bîçârelerin Rabbi Sensin! Sensin benim Rabbim! Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar bana merhametlisin.
Allâhım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızana uzak kalmaktan Sana, Senin, o karanlıkları aydınlatan, dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nûruna sığınırım! Allâhım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allâhım! Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir! "

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:29 am

Addas'ın Müslüman Oluşu
Rebîa'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Tâiflilerin Peygamber Efendimiz'e yaptıklarını uzaktan görmüşler, merhamete gelmişlerdi. Hristiyan olan köleleri Addas'ı çağırdılar. "Bir salkım üzüm al. Şu tabağa koy! Sonra, onunla şu Zât'ın yanına kadar git ve O'na, «Bu üzümden ye» de!" dediler.
Addas dediklerini yaptı. Gidip tabağı Peygamberimiz'in önüne koydu. "Buyurun yiyin" dedi.
Peygamber Efendimiz elini üzüme uzatırken "Bismillah" dedi ve üzümü alıp yemeğe başladı.
Addas, Peygamber Efendimiz'in yüzüne baktı ve "Vallâhi, bu sözü bu beldelerin halkı söylemezler ve bilmezler!" diyerek kendi kendine söylenince,
Peygamberimiz O'na; "Ey Addas! Sen hangi diyar halkındansın ve dînin nedir?" diye sordu. Addas; "Hıristiyanım. Ninova'lı bir kimseyim!" dedi.
Peygamber Efendimiz; "Demek sen, O sâlih kişi, Yûnus Peygamberin hemşerisisin?" dedi. Addas; "Sen, Yûnus Peygamberi nereden biliyorsun?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz; "O benim kardeşimdir. O bir Peygamberdi, ben de Peygamberim!" deyince,
Addas, sarılıp Peygamberimiz'in başını, ellerini ayaklarını öptü. Müslüman oldu.
Bunu gören Rebîaoğullarından birisi, diğerine; "Senin adamın, gözünün önünde kölenin inancını bozdu!" dedi.
Addas, dönüp yanlarına gelince de, her ikisi birden ona; "Yazıklar olsun Addas sana! Sen o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün ha!" diye çıkıştılar.
Addas onlara; "Efendim! yeryüzünde bu Zât'dan daha hayırlı bir kişi yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir Peygamber bilebilir." dedi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:30 am

Peygamberimiz'in Hemşehrilerine Rahmet ve Şefkati
Peygamber Efendimiz, Sakıf kabîlesinden (Tâiflilerden) üzgün bir halde Mekke'ye yönelmişti. Düşüne düşüne yürümeğe devam edip Mekke'ye iki konak uzaklıkta bulunan Karn-ı Seâlib mevkiine geldiği zaman, başının üzerinde bir bulutun kendisini gölgelemekte olduğunu ve dikkatlice bakınca, bulutun içinde aslî hâlinin görünüşü ile Cebrâil'in olduğunu gördü.
Cebrâil seslenerek; "Şüphe yok ki Allâhü Teâlâ, kavminin Sana ne söylediklerini işitti. Allâhü Teâlâ, Sana şu dağların, yerlerin, göklerin feriştahını (meleğini) gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen O'na emredebilirsin!" dedi.
Bunun üzerine, O acîp kudret sâhibi feriştah melek seslendi. Peygamberimize selâm verdi ve; "Ey Muhammed! Cebrâil doğru söyledi. Sen ne dilersen dile! Emrine âmâdeyim: Eğer şu iki yalçın dağın, Mekkeliler üzerine kapanırcasına birbirine kavuşmasını istiyorsan emret kavuşturayım!" dedi.
Peygamberimiz; "Hayır! Ben böylesini istemem! İsterim ki, Allah bu müşriklerin sulbünden, Allâh'a hiçbir şeyi şerik koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarsın!" dedi.
Tâif'de verilen sıkıntı ve eza, Peygamberimiz'e Uhud gününden daha ağır gelmişti.
Peygamberimiz, Mekke'ye girmeden bir merhâle geride Batn-ı Nahle denilen mevkîde oturdular. Tâiflilerin kendisine gösterdikleri çirkin hareketlerden üzülmüşlerdi. Orada, Rahman Sûresini tilâvet ederken, cin taifesinden bir güruh gelerek O'nu dinlediler ve imân ettiler.
Peygamber Efendimiz, bir müddet o mevkîde oturduktan sonra Mekke'ye geldi. Şehre girmeden, Mut'im ibn-i Adiyy isimli, tanınmış bir adama haber gönderip, kendisini himâyesine almasını istedi. O da kabul etti. Gelip evine götürdü. Müsafir etti.
Harem-i Şerif'de namaz kılarken, Ebû Cehil O'nu görünce Mut'im'e; "Himayende mi, yoksa tesadüfen mi arkana düştü?" diye sordu.
Mut'im; "Himayemde" deyince ses çıkaramadı.
Mut'im'in bu iyiliğini Müslümanlar hiçbir zaman unutmadı. Bedir esirleri hakkında konuşmak için, Mut'im'in oğlu Medîne'ye gelince, Hz.Peygamberimiz ona; "Eğer baban sağ olup da gelseydi, şu kokmuş herifler hakkında şefâatte bulunsaydı, bağışlardım!" dedi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:31 am

M İ ' R A C

Mî'rac, lügatte "urûc etmek, yükselmek" mânâsına gelir ki, bu; İlâhi dâvet üzerine gecenin küçük bir cüz'ünde Fahri Kâinât (S.A.V) Efendimiz'in Mekke'den (Mescîd-i Haram'dan) Kudüs'e (Mescid-i Aksâ'ya), oradan da semâvâta ve semâvâtın ötesindeki bütün âlemlere olan seyâhatıdır. Bu gidişgeliş, seyâhat, geceleyin vâkî olduğundan «İsrâ» da denir.
İsrâ ve Mî'rac mûcizesi hicretten bir-birbuçuk yıl kadar önce, Mekke'de, geceleyin vuku' bulmuştur. Bu mûcize hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:
"Sübhânellezî esrâ bi abdihî leylen minel Mescidil Harâmi ilel Mescidil Aksâ... ilh. [Noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olan Zât-ı Ecelli A'lâ, en has kulu olan Habîbini, gecenin küçük bir cüz'ünde, Mescîd-i Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya götürdü. Biz, O Mescîdi Aksâ'nın etrafını, mâddî ve mânevî müzeyyenât ile Habîbimize, mûcizelerimizden bâzısını gösterelim diye süsledik. Şüphe yok ki, her şey'i hakkıyla gören ve işiten Allah'dır.]" (Sûre-i İsrâ, âyet 1).
Peygamber Efendimiz'in Mi'rac seyahatinin "rûhen mi, ceseden mi" yapıldığı hususunda birçok ihtilaflar olmuş ise de, bu mûcizeyi haber veren Âyet-i Kerîme'de geçen "abid" kelimesi bu ihtilaflara çok açık ve net bir cevap teşkil etmektedir. Zîrâ, "abid" kelimesi, yalnız rûha değil, yalnız cesede de değil, ruh ve cesedin her ikisine birden denildiği için, Fahri Kâinât'a bu seyâhatin hem ruh ve hem de cesedi ile beraber yaptırıldığı muhakkaktır.
Hakkında "Levlâke, Levlâke lemâ halakt-ül eflâk (sen olmasaydın, sen olmasaydın, ben ecrâm-ı ulviye ve süfliyeyi halketmeyecektim, bütün bu varlığı senin şerefine yarattım" buyurulan bir peygamberin, nezdi ulûhiyyetteki sevgisini takdir edenler için Mi'rac'ı akla baîd (uzak) görmeye aslâ mahal yoktur.
Mi'rac, insan aklının kavrayamayacağı, lâhûtî bir hâdisedir, metafizikdir, mâ-bâ'düt-tabîadır (akıl üstü bir şeydir). Tek kelime ile, mûcizedir. İnsan, akıl kantarı ile onu tartamaz. Tartmağa kalkışılırsa terazi kırılır. Bunda, zaman ve mekân kaydı, mesâfe ortadan silinmiştir. Bu, Peygamberimiz'in ilâhi lütfa mazhar oluşudur.
Bugün ilim, nîce harikulâdelikleri kabul etmektedir. Esir dalgaları ile uzaklara sesin ve resmin nakledildiğini her gün görüyoruz. Geçmişte hayal sanılan birçok şeyler bugün gerçekleşmiştir. Mükevvenâtta, kuvvetler keşfolunmakta, pek çok hakikâtlar meydana çıkarılmaktadır. Allâh'ın verdiği akıl ve zekâ sâyesinde bugünün insanı, havada uçmakta, atmosferi aşarak aya ve seyyârelere gidip gelmektedir. İlmi herşeyi saran Yüce Allâh'ın kudretiyle, sevgili kulu Hz.Muhammed(S.A.V.)'in Mekke'den Kudüs'e gitmesi, oradan göklere çıkması, varlığın hulâsası olan bu Zât'ın gökler âlemini ve bütün Mükevvenâtı seyretmesi neden mümkün olmasın?
Ne yazık ki; dün, bu Kudretullâh'ı inanmayıp inkâr edenlerin, «insan uçar mı imiş, ağır bir şey semâya gider mi imiş, cism-i sakîlin cevvi semâ ile alâkası ne imiş» diye hakâretâmiz tâbirler kullananların çocukları, Avrupa'nın mülhidleri bugün havada uçuyorlar. Kendi elleriyle ecdadlarını tekzip ediyorlar. Zerre kadar hayâ edenin, o Mûcizetullâh'ı inkâr eden ciltlerle dolu kütüphânelerini dinamitle uçurmaları lâzım gelir.
Artık Mi'rac, zamanımızdaki ilim ve tekniğin gelişmeleri karşısında herkes tarafından daha kolay kabul edilebilecek ilâhi bir hakîkattir. Biz müslümanlar ne kadar sevinsek, Mevlâmıza ne kadar şükretsek ve de ne kadar iftihar etsek yine de azdır. Çünkü; ilim bizimle, fen bizimle, teknik bizimle, herşey bizimledir.
Fahri Kâinât (S.A.V) bu hususta meâlen buyuruyorlar ki:
"Mi'rac'a götürüldüğüm gece, Ben, Mekke'de [3] , uyku ile uyanıklık arasında iken, Cebrail geldi. Kalk yâ Muhammed (S.A.V) dedi.
Kalkdım bir de baktım ki, yanında Mîkâil ve İsrâfil Aleyhimüsselam da var. Kardeşim Cibril'e sorduğumda dedi ki: ''Yâ Muhammed! Rabbim Teâlâ, beni sana gönderdi. Bu gece, bundan önce hiç kimseye yapmadığı ve bundan sonra da hiç kimseye yapmayacağı ikrâmı sana lütuf ve ihsanda bulunacak. Sen Rabbinle konuşmayı ve O'nu görmeyi istsyorsun, bu gece, sen Rabbinin acâibâtından, O'nun azamet ve kudretinden çok şeyler göreceksin.'' dedi.
Sonra bana mânevi bir ameliyat yapıldı. İçi îman ve hikmetle dolu altından bir leğen getirdiler, boğazım'dan karnıma kadar göğsümü yardılar, Zemzem suları ile yıkayıp îman ve hikmetle doldurdular. İki omuzumun arasına Hatemi Nübüvvet ile mühürlediler. Bundan sonra Cebrail elimden tuttu, Zemzem suyunun başına götürdü. Oradaki meleğe şöyle dedi: ''Bana zemzem suyundan bir kova su getir.'' O su geldikten sonra, abdest aldım, iki rekat namaz kıldım. Sonra "haydi gidelim" dedi.
Nereye diye sordum,
Rabbine, Rabbinin dilediği yerlere" dedi. Ve çok güzel, beyaz Burak denen acîp bir vâsıtaya bindirilerek yola çıkarıldım.
Mescîd-i Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya
Burak, adımını gözünün erişebildiği yerin ilerisine atıyordu.
Peygamber Efendimiz, Mekke ile Medîne arasında bulunan Ezrak Vâdisinden geçerken; "Bu hangi vâdîdir?" diye sordu.
"Ezrak vâdisidir!" dediler.
Peygamberimiz, bakınca, Hz.Musâ'nın "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek seniyeden (yüksekten) inişini, Hz.Dâvud'un, şehâdet parmaklarını kulaklarına kadar kaldırıp yüksek sesle "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek vâdiden geçişini gördü.
Peygamberimiz, Cuhfe yakınındaki Herşâ seniyesinden geçerken; "Bu hangi seniyedir?" diye sordu.
"Herşâ seniyesidir!" dediler.
Peygamber Efendimiz bakınca, orada, Hz.Yûnus'un kırmızı tüylü, dişi devesinin üzerinde, softan cübbesine bürünmüş, devesinin liften yularını tutup "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek vâdiden geçmekte olduğunu gördü.
Peygamberimiz, Cebrâil ile birlikte Beyt-i Makdis'e (Mescîd-i Aksâ'ya) vardı. Orada, Peygamberlerden Hz.İbrâhim, Hz.Musâ, Hz.İsâ ve gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin ve bütün Evliyâullâhın ruhâniyetini toplanmış halde buldu. Fahri Kâinât'ı istikbal ediyorlardı. Peygamber Efendimiz, herbiri ile ayrı ayrı musâfaha etti. Hâl ve hâtırlarını sordu. Hepsine imam olarak iki rekât namaz kıldırdı.
Peygamber Efendimize üç bardak sunuldu ki, onlardan birisinde süt, birisinde şerbet, diğerinde de su vardı. Bardaklar sunulurken Peygamberimiz bir ses işitti ki; "Eğer suyu alırsa kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız, kanâatkâr olur. Eğer şerbeti alırsa kendisi de ümmeti de mahrumiyete uğrar, sütü alırsa kendisi de ümmeti de doğru yolu bulur!" diyordu.
Peygamber Efendimiz süt bardağını içti.
Cebrâil; "Yâ Muhammed! Sen, fıtrî ve tabîî olanı seçtin. Sen de ümmetin de doğru yola iletildiniz!" dedi.
Mescîd-i Aksâ'dan Semâvât'a
Peygamber Efendimiz, Mescid-i Aksâ'dan Cebrâil ile birlikte semâvâta, göklere yükseltildi. Melekût âlemini seyretti.
Birinci kat semâda çok nûrâni bir zât gördü. Onun sağ ve sol yanında bir takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, memnun oluyor. Soluna bakınca da ağlıyor, mahzun oluyordu. Peygamber Efendimiz, bu zâtın kim olduğunu tanıyamadı ve merak edip Cibril'den sordu.
Cibril de; "O, Senin ve bütün neslin babası olan Hz.Âdem'dir" diye tanıttı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, O'na selâm verdi.
O da, Peygamberimizin selâmını şöyle aldı: "Merhaben binnebiyyi vel'veledi'ssâlih (Merhabâ, Ey Peygamber! Ey sâlih evlâd!)" dedi.
İkinci kat semâda Hz.Yahyâ ve Hz.İsâ,
üçüncü kat semâda Hz.Yûsuf,
dördüncü kat semâda Hz.İdris,
beşinci kat semâda Hz.Hârun,
altıncı kat semâda Hz.Musâ,
yedinci kat semâda Hz.İbrâhim'i gördü ki, Beyt-i Mâmur'un kapısında bir kürsî üzerinde oturmuştu. Beyt-i Mâmur'a her gün yetmişbin melek girer, her girene de kıyâmete kadar geri dönmek sırası gelmezdi.
Cebrâil yedinci kat semâdan Peygamber Efendimizi alıp öyle bir fezâya çıkardı ki, Peygamberimiz orada, kaderleri yazan kâlemlerin cızırtılarını duyuyordu. Daha sonra Peygamber Efendimize, Sidretü'l Müntehâ safhası açıldı.
Cebrâil; "İşte burası Sidretü'l Müntehâ'dır, benim seyâhat sahâmın bittiği yerdir. Artık ben, buradan öteye gidemem. Gitmem için bir adım atacak, bir adım ileri geçecek olursam yanarım. Benim bünyem buradan öteye seyâhata mütehammil değildir." deyip orada durdu.
Peygamber Efendimiz; "Peki ne olacak, buradan öteye ben ne ile gideceğim?" diyordu ki, ufkun açıldığını, önüne bir Refref (mânevi bir asansör) konulup buyur edildiğini gördü. Bu ânı, merhum Süleyman Çelebi şöyle ifade ediyor:
«Söyleşirken Cebrâil ile Kelâm,
Geldi refref önüne, verdi selâm.»
Mî'râc'da, Peygamber Efendimize her an bir âlem gösterilmiş, gezdirilmiş, sevdirilmiş ve çok memnun, hayretler içinde kalarak Mevlâ'dan bu hayretlerinin tezyîdini dilemiştir.
Peygamberimiz; "Ben, Mîrâc'dan daha güzel bir şey görmüş değilim." buyurmuşlardır.
Mîrâc'ın Mertebeleri
Mî'râc'ın; Mescid'i Haram'dan Mescid'i Aksâ'ya kadar olan kısmı âyetle sabittir ki münkiri kâfir olur.
Mescid-i Aksâ'dan Sitretü'l Müntehâ'ya kadar olan kısmı Haber-i Meşhur'la sabittir ki münkiri dâl ve mudil olur.
Sidretü'l Müntehâ'dan İlâ Mâşâallah, Haber-i Ahad ile sabittir ki münkiri bidat ehli olur.
Fahri Kâinât'ın bu seferi; Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya kadar cennetden gelme bir Burak üzerinde, Mescid-i Aksâ'dan Sidretü'l Müntehâ'ya kadar olan kısmı, Cebrâil (A.S.)'ın kanadı üzerinde, oradan İlâ Mâşâallah (Allâhü Teâlâ'nın dilediği yerlere) Refref (mânevi, nurdan bir asansör) ile cerayan etmiştir.
Mîrac'da Peygamberimiz'e ve Ümmetine Yapılan İhsan veTeşrî Kılınan Hükümler
Peygamber Efendimiz, Mî'rac gecesinde ilâhi tecellilere, hitaplara, iltifatlara mazhar oldu ve Hazreti Peygamberimiz'e üç şey verildi:
1- Bakara Sûresi'nin son âyetleri (Âmenerrasûlü),
2-Ümmetinden, Allâh'a hiçbir şeyi şirk koşmayanların Cennete gireceği müjdesi,
3- Mi'rac hediyesi olarak beş vakit namaz.
Mî'rac Mûcizesini Müşrikler Nasıl Karşıladı?
Peygamber Efendimiz, Mi'rac sabahı halkın yanına gidip, onlara Mîrâcını haber verdi. Her ne gördüyse serteser (baştan başa) anlattı. Maalesef îmânı zayıf olanlardan bir kısmı buna inanmayıp irtidat etti ise de büyük ekseriyat bu mûcizeye inandı ve îmanları kuvvetlendi. Bunu aklıyla tartmağa kalkışanlar şaştılar, "Yâ Muhammed (S.A.V.)! Buna delilin nedir? Biz bunun bir benzerini daha işitmedik" dediler.
Peygamber Efendimiz; "Buna delil, fîlânoğullarının devesine, fîlân vâdîde, fîlân yerde rastladım. Develerini kaçırmışlar arıyorlardı. Onları, develerine doğru kılavuzladım ve ben Şam'a yöneldim. Sonra dönüşümde Daphana'na geldiğim zaman fîlânoğullarının kâfilesine rastladım. Halkı uyur bir halde buldum. Onlara âit üzeri örtülü su kabının örtüsünü açıp içindeki suyu içtim. Yine üzerini eskisi gibi örttüm.
Başka bir delil de; sizlere âit bir kâfileye Ten'in yokuşunda rastladım ki, önde toprak renginde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde iki çuval bulunuyordu. Birisi siyah, öbürü alaca renkli idi" dedi.
Halk, acele Seniyye mevkiine çıktılar. Başkaları gidip kavuşmadan kendilerine târif edilen ilk deveyi karşıladılar. Deve aynen bildirildiği gibiydi. Su dolu kaplarını sordular. Onlar da su doldurup üzerini örttüklerini bildirdiler. Hemen su kabına bakıp, üzerini örttükleri gibi örtülü gördüler, fakat içinde hiç su bulamadılar.
Müşrikler, Mekke'ye gelen başka kâfilelerden de sordular. Onlar da; "Doğrudur. Vallâhi biz anlattığı gibi, vâdide dağıldığı zaman devemizi yakalayıncaya kadar, bizi kendisine çağıran bir insan sesini işitip deveye kadar götürüldük" dediler.
Peygamber Efendimiz'e Mescid-i Aksa'yı tarif et denince; Beyti Makdis (Mescid-i Aksa) Peygamber Efendimiz'in mubarek gözlerinin önüne getiriliverdi. Allah Rasûlü, bir ekrandaki görüntü misâli bakarak, kapılarını, pencerelerini hepsini birer birer saydı, târif etti.
Buna rağmen Kureyş müşrikleri inat ve hasedlerinden dolayı inanmak istemiyorlardı. Mî'rac haberini kabule yanaşmadılar. Kibirlendiler. Mî'râc'ı, akla baîd görerek; "Kervanların bir ayda gidip, bir ayda döndüğü mesâfeyi Muhammed bir gecede nasıl alabilecek?" dediler. Allâh'ın herşeye kâadir olduğunu, kudretinin hudutsuzluğunu düşünemediler.
Peygamber Efendimiz de zâten onların kendisini inkâr ile karşılayacaklarını biliyordu. Mî'rac gecesinde Hz.Peygamberimiz, Cebrâil'e; "Kavmim beni tasdik etmez." demiş.
Cebrâil (A.S) de; "Seni, Ebû Bekir (R.A.) tasdik eder, O sıddıktır." demişti.
Fakat, Mî'rac hâdisesi, görüş ufku çok geniş olan Müslümanların, îmanlarını kuvvetlendirdi. Hz.Ebû Bekir (R.A.) bunların başındaydı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:31 am

Hz.Ebû Bekir (R.A.)'ın Sıddıkıyyeti

Müşrikler mi'rac mûcizesini kabul etmedikleri gibi, Hz.Ebû Bekr'e gelip; "Peygamberinin işinden haberin var mı? O, bu gece, Beyt-i Makdis'e gittiğini, orada namaz kıldığını, Mekke'ye döndüğünü söylüyor." diyerek kendilerince onun îmânını sarsmağa çalıştılar. Hz.Ebû Bekir (R.A) da; "Bunu Muhammed (S.A.V.) söylüyorsa doğrudur." dedi ve ilâve etti; "Ben, O'nu, bundan daha mühiminde de tasdik ediyorum. Akşam sabah kendisine Allah'dan vahiy geldiğini haber veriyor, gelen âyetleri tebliğ ediyor, tasdik ediyorum da bunda mı yalan olacak, aslâ yalan olmaz. Tasdik ediyorum." dedi. Hiç tereddüt etmeden, yutkunmadan kabul etti ve bundan dolayı «Sıddık» [4] ünvanını aldı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:32 am

MEDÎNELİLERDEN İLK MÜSLÜMAN OLANLAR

Bî'setin 11.senesi, Medîne'li Hazrec kabîlesinden altı kişilik küçük bir kâfile Hac mevsiminde Mekke'ye gelmişti. Peygamber Efendimiz, Mina'da Akabe yakınında konaklayan bu kâfilenin yanından geçerken, onlara; "Siz kimlersiniz?" diye sordu.
Onlar da; "Hazrec kabîlesinden bâzı kimseleriz." dediler.
Peygamber Efendimiz, onlara; "Sizinle konuşmak üzere biraz oturmaz mısınız!" dedi.
Onlar da; "Olur" dediler ve Peygamberimiz ile birlikte oturdular.
Peygamber Efendimiz, onları, Allâh'ın birliğine inanmağa dâvet etti. Kendilerine İslam Dînini anlattı ve Kur'ân-ı Kerim okudu [5] . Allâh'ın emirlerini anlattı. Onları Müslümanlığa dâvet etti.
Onlar, akıllı ve iyi düşünen insanlardı. Peygamber Efendimiz'in söylediklerini akla uygun ve iyi şeyler olduğunu hemen anladılar. Esasen böyle bir Peygamberin geleceğini Medîne yahûdîlerinin ihtiyarlarından işitmişlerdi. "Öteden beri geleceğini işittiğimiz Peygamber budur!" dediler ve orada hemen Müslüman oldular. Peygamber Efendimiz'e; "Biz, kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de kavmimizden olmayan bir kavme karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde, geride bırakarak buraya gelmiş bulunuyoruz. Umulur ki Allâhü Teâla, onları da senin sâyende bir araya toplar. Biz hemen dönüp onları da senin buyruğuna dâvet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Eğer Allâhü Teâlâ, onları bu din üzerine toplar birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz" dediler.
Medîneliler artık gerçekten inanmışlardı. Sonra Medîne'ye kavimlerinin yanına dönerek onlara Peygamber Efendimiz'i anmağa, anlatmağa ve onları da İslam Dînine dâvet etmeğe koyuldular. Bunu o kadar yaydılar ki, içinde Peygamber Efendimiz'in ve İslâmiyetin anılmadığı Medîneli evi kalmadı.
BİRİNCİ AKABE BİÂTI
Bi'setin 12. senesi, içlerinde bir yıl önce Müslüman olanlar da bulunduğu halde, Medîne'den oniki kişilik bir kâfile Hac mevsiminde Mekke'ye geldi. Bunlar, Akabe mevkiinde geceleyin Peygamber Efendimiz'le gizlice görüştüler ve O'na bîat [6] ettiler. Bîat esasları şunlardı:
Allâh'a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocukları öldürmemek, yalan ve iftiradan sakınmak, Peygamber'e karşı gelmemek. Peygamberimiz, bunları yapmamalarını buyurunca,
Onlar; "Yâ Rasûlellah! Biz bunları yapmazsak bize ne var?" diye sordular.
Peygamber Efendimiz de; "Cennet ve Cemâl-i İlâhî var" buyurdu.
"Öyleyse biz de varız. Biz de îman ediyor, bunlara sadık kalacağımıza söz veriyoruz." deyip, Peygamber Efendimiz'in ellerine kapandılar. Gözler yaşardı, gönüller coştu.
Peygamber Efendimiz; "Kim bu ahde vefâ gösterirse, Allah onu Cennetine alır. Kim küfre düşmeksizin ahdini bozarsa, Allâh'ın irâdesine kalmıştır" buyurdular.
Bu esnâda Medîneliler, kendilerine Kur'ân tâlim ettirecek, dîni öğretecek bir Kur'ân muallimi istediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onlarla birlikte Mus'ab ibn-i Umeyr'i Medîne'ye gönderdi.
Mus'ab, ilk Müslüman olanlardandı. Nâzik bir zattı. Temiz giyinir, gâyet tatlı güzel konuşurdu. Hulûlü muslihânede (tatlı bir uslupla girişte) bulunur, herkese hoş muâmele ederdi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:33 am

İSLÂMİYET'İN MEDİNE'DE YAYILIŞI

Useyd ibn-i Hudayr ile Sa'd ibn-i Muaz'ın Müslüman Oluşları
Medînelilere Kur'ân-ı Kerîm'i ve İslam dînini öğretmek üzere vazîfelendirilmiş olan, Mus'ab (R.A.), Medîne'de Ebû Ümâme Es'ad ibn-i Zürâre'nin evine indi. İslâmiyeti Medîneliler arasında yaymağa koyuldu.
Es'ad ibn-i Zürâre bir gün Mus'ab ile birlikte Abdüleşhel ve Zaferoğullarının semtlerine gitmek üzere yola çıktılar. Es'ad ile Mus'ab, Zaferoğulları'na âit bostanlardan bir bostana girip oradaki Merak kuyusunun çevresine oturdular. Müslümanlığı kabul etmiş olan kimseler de orada toplandılar.
Sâ'd ibn-i Muaz ile Useyd ibn-i Hudayr, Abdieşheloğulları kabîlesinin evlatları idiler. Her ikisi de müşrik ve eski dinlerinde bulunuyorlardı. Ayrıca Sâ'd ibn-i Muaz, Es'ad ibn-i Zürâre'nin halasının oğlu idi. Bunlar, Mus'ab ile Es'ad'ın bostana girdiklerini işitince, Sâ'd İbni Muaz, Useyd ibn-i Hudeyr'e; "Bizim, akılları ermez ve zaif olanlarımızı azdırmak için mahallemize gelen şu adamlara git de, onları tehdit et ve mahallemize gelmekten menet! Bilirsin ki, Es'ad ibn-i Zürâre benim akrabâmdandır, halamın oğludur. Bunun için ben, onun yanına gidemeyeceğim. Öyle olmasaydı, bu işi yapmağa ben yeterdim." dedi.
Bunun üzerine Useyd mızrağını alıp onlara doğru ilerledi. Es'ad ibn-i Zürâre, Useyd'i görünce Mus'ab ibn-i Umeyr'e; "Bu gelen kavminin ulusudur. Yanına geldiğinde onu Allâh'ı tasdik ettirmeğe çalış!" dedi.
Mus'ab; "oturursa onunla konuşurum!" dedi.
Useyd, sövüp sayarak geldi, tepelerine dikildi. "Siz bize niye geldiniz? Akılları ermez ve zaif olanlarımızı azdırmak için mi? Hayâtınız size lâzımsa, hemen buradan ayrılın!" dedi.
Mus'ab, O'na gâyet nâzikâne; "Hele biraz otur, sözümüzü dinlerseniz, maksadımızı anlarsınız. Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmiyecek olursanız, yüz çevirir hoşlanmadığınız şeye o zaman engel olursunuz. Olmaz mı?" dedi.
Useyd; "Yerinde bir söz söyledin!" dedi ve mızrağını yere saplayıp yanlarına oturunca, Mus'ab, İslam dîni hakkında bir konuşma yaptı ve ona Kur'ân-ı Kerim okudu. Useyd, Kur'ân-ı Kerîm'i dinleyince O'nun te'siri altında kaldı ve "Bu ne kadar güzel. Bu dîne girmek için neler yapılmalı?" diye sordu.
Mus'ab ve Es'ad, ona îcâbeden esasları söylediler, "Gusleder temizlenirsin, sonra şehâdet getirir, Yüce Allâh'a şehâdet edersin, daha sonra namaz kılarsın." dediler.
Bunun üzerine Useyd kalkıp gitti ve gusletti, elbisesini temizledi. Şehâdet kelimesini söyleyerek Allâh'a şehâdet getirdi. Sonra da, kalkıp iki rek'at namaz kıldı ve böylece Müslüman oldu.
Useyd giderken; "Size birini göndereyim. O da Müslüman olursa Medîne'de îman etmedik kimse kalmaz" dedi ve kendisini oraya gönderen Sâ'd ibn-i Muaz'ı gönderdi.
Sâ'd hiddetle geldi.
Mus'ab ona da gâyet yumuşak davranarak; "Durun canım, böyle hiddetlenecek ne var. Otursanız da sizinle biraz konuşsak olmaz mı? Evvelâ dinleyin, ona göre hüküm verin. Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz yine siz bilirsiniz. Kimseyi zorlayan yok" dedi.
Sâ'd ibn-i Muaz da; "Yerinde bir söz söyledin." dedi ve mızrağını yere saplayıp oturdu. Mus'ab ona İslam dînini anlattı ve Zuhrüf Sûresi'nin başından okumağa [7] başladı. Sâ'd İbni Muaz o güne kadar hiç dinlemediği, bilmediği bir şey dinlemişti. Mus'ab'ın İslâmiyet hakkındaki sözlerini ve okuduğu Kur'ân-ı Kerîm'i dinledikten sonra Sâ'd'ın yüzünde de îman belirtileri başlamıştı. O da Useyd gibi Müslüman olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordu. Onlar da îzah ettiler. Bunun üzerine Sa'd ibn-i Muaz kendisine izah edilenleri yerine getirip Müslüman oldu. Daha sonra mızrağını alıp kavminin ve kavmi ile birlikte olan Useyd ibn-i Hudeyr'in toplanmış bulundukları yere döndü.
Kavmi, Sâ'd ibn-i Muaz'ı karşılarken birbirlerine "Allâh'a yemin ederiz ki Sâ'd, size yanınızdaki gidişinden başka bir yüzle döndü!" dediler.
Sâ'd ibn-i Muaz, onların yanına gelip durdu ve; "Ey Abdüleşheloğulları! Benim, aranızda işimi, gidişimi nasıl bilirsiniz" diye sordu.
Onlar da; "Sen bizim ulumuzsun. Görüş ve düşünüşde en üstünümüz, en iyi olanımızsın" dediler.
Sâ'd'İbni Muaz onlara; "Siz Allâh'a ve Rasûlüne îman edinceye kadar, sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun." dedi.
Sâ'd ibn-i Muaz'ın bu sözü üzerine Abdüleşheloğulları mahallesinde o gün akşama kadar, kadın erkek, Müslüman olmadık kimse kalmadı. İşte Abdüleşheloğulları kabîlesinden iki ileri insanın Müslümanlığı kabul etmesi, bütün kabîlenin, Medîne halkının, kadınlı ve erkekli olarak İslam dâiresine girmelerine vesile oldu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:34 am

İKİNCİ AKABE BİÂTI

Bî'setin 13.yılında Hac için Medîne'den Mekke'ye gelen 500 kadar kimse arasında 75 de müslüman vardı. Bunlardan 73'ü erkek, 2'si kadındı. Peygamber Efendimiz'i görmek, emirlerini telakkî etmek, O'na bîat etmek ve O'nu Medîne'ye dâvet etmek istiyorlardı.
Medîne'den gelen Müslümanlardan Kâb'ibn-i Mâlik ile beraber, önce bir kaç kişi Peygamber Efendimiz'e gelerek; "Yâ Rasûlellah, bu sene hacca gelenler arasında bulunan kardeşlerimizle, sizi görüp bîât etmek isteriz. Bu nerede ve ne zaman mümkün olur?" diye sordular.
Peygamber Efendimiz; gecenin üçte ikisi geçtikten sonra Akabe'de toplanmalarını ve bundan, müşriklerin haberdar olmaması için bu hususu bir duyanın bir başkasına aslâ söylememesini tembih etti.
Peygamberimiz, amcası Hz.Abbas'ı yanına alarak, tesbit edilen zamanda Akabe'ye geldi. (Gerçi Abbas henüz Müslüman olmamış ise de, Ebû Tâlib'den sonra, Peygamber Efendimiz'in himâyesini üzerine aldığı ve gâyet tedbirli bir kimse olduğu için böyle mühim bir toplantıda hazır bulunarak, işi sağlam bir esasa bağlamak istemişti.)
İlk önce Abbas söze başladı, ve; "Ey Yesrib (Medîne) Ehli! Bu, kardeşimin oğlu bana insanların en sevgilisidir. Kavmi içinde kâdir ve kıymeti yüksektir. Biz, kendisini şimdiye kadar her türlü düşmandan koruyup muhafaza ettik. Bundan sonra da himâye etmeğe azimliyiz. Ancak, sizin O'nu aranıza dâvet talebinizle beraber kendisi de size katılmağı, sizin beldenize gitmeği kabul ve arzu ediyor. Eğer bütün Arap kabîlelerinin düşmanlıklarına, O'na muhâlefet edenlere karşı, kendisini koruyabilecek, O'nunla beraber savaşmaktan geri durmayacak gücü kendinizde buluyor ve bunu taahhüt ediyorsanız, sizinle beraber gitsin. Yok eğer buradan çıkıp gittikten sonra onu yalnız ve yardımcısız bırakıverecekseniz, şimdiden bu işten vazgeçin. Yine kavmi içerisinde izzeti ile kalsın." dedi.
Medîneli Hz.Es'ad ibn-i Zürâre, Abbas'a; "Ey konuşmaları ile bize söz dokunduran kişi! Senin, insanların en sevgilisi olduğunu söylediğin zât, Allâh'ın Rasûlü'dür. O'nun, Rab'binden getirdikleri, insan sözüne benzemez. Biz, O'nu, canımız, malımız telef oluncaya kadar korumağa ve O'na sadâkat göstermeğe kararlıyız, dilediğin te'minâtı bizden alabilirsin." dedi.
Sonra, Peygamber Efendimiz'e hitâben; "Ey Allâh'ın Rasûlü!, kendin için arzu ettiğin ahdi bizden al, Rabbin için istediğin şartları da bize koş." dedi.
Peygamber Efendimiz, onlara, Kur'ân-ı Kerim'den bâzı âyetler okuyup teşvikte bulunduktan sonra; "Rabbim için istediklerim: O'na şirk (hiçbir ortak) koşmaksızın ibâdet ve tâatta bulunmanız, namaz kılmanız, zekât vermeniz, doğruluğu emir ve kötülüğü nehy etmeniz, gerek sevinç ve gerek keder hâlinde din işinde kusur etmemeniz, hakkın yerine getirilmesi için hiç kimseden çekinmemenizdir.
Beni de, Allâhü Teâlâ'nın Peygamberi olarak tasdik etmekle nefsimi, kendi nefsinizi ve evlât iyâlinizi esirgeyip koruduğunuz gibi muhafaza etmeniz ve bu yolda ahid vermenizdir." buyurdu.
Medîneli şâir Hz.Abdullah ibn-i Revvâha; "Ey Allâh'ın Rasûlü! Bu söylediklerini yapıp da, Allah ve Rasûlü yolunda ölürsek bize ne var?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz; "Allâh'ın rızası ve Cennet var." buyurdu.
Bunun üzerine, Medîneli Müslümanlar; "bu ne hayırlı, ne kadar kazançlı bir alış veriştir!..." diyerek, O Hazretin buyurduğu esaslar üzerine elini tutup [8] bîat etmeğe başladılar. Allâh'ın Rasûlü'nü, can ve başla koruyacaklarına, O'nun düşmanlarına karşı savaşacaklarına dâir söz verdiler. Böylece, can verip cennet aldılar.
Ayrıca bu bîatda, Medîneli Müslümanlar bir madde de kendileri ilâve ederek, Peygamberimiz'i Medîne'ye dâvet etdiler ve kendisini koruyacaklarına dâir kılınçları üzerine ahd-ü pîman etdiler.
Bütün Müslümanların, Peygamber Efendimiz'in elini tutarak biât edişlerini gören amcası Abbas, sıra iki kadına gelince; "Gidin,.. siz biât etmiş oldunuz." diyerek, Peygamber Efendimiz'in kadınlara elini vermediğini anlatmış oldu.
Peygamber Efendimiz, Akabe'ye katılan Medîneli Müslümanlar'a; İslam dîninin yayılması ve düşmanlarına karşı müdâfaa edilmesi için biât ehli arasından oniki nakîb (temsilci) seçmelerini bildirdi.
Bunun üzerine; Hazrecliler dokuz, Evsliler üç kişi olmak üzere, kavimlerinin ileri gelenlerinden, akıl, ilim ve irâde sâhibi oniki temsilci çıkardılar.
Peygamberimiz, bu oniki kişinin temsilcisi olarak da, Hz.Es'ad ibn-i Zürâre'yi ta'yin etti. Rasûlü Ekrem, bu temsilcilere; "Havârîler, kavimleri içerisinde nasıl Meryem'in oğlu İsâ'nın vekilleri idi iseler, siz de kavminiz içerisinde benim vekillerimsiniz. Ben de, kavmimin (Mekkeli Muhâcirlerin) kefiliyim." buyurdu.
Bu ikinci Akabe biâtında, ilk defa icabında İslâmın düşmanlarına karşı harp kararı alındığı için, bu bîatın İslam Târihinde yeri çok büyüktür. Bu îtibarla «Büyük Akabe Biâtı» diye isimlendirilmiştir.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:35 am

MUSÂFAHA
Musâfaha; iki kişinin birbirlerine muhabbetlerini izhar için ellerini uzatarak el sıkışmalarına denir. Eshâbı Kirâm'dan Berâ bîn-i Azîbe göre; mü'minin kardeşi ile selamlaşması musâfaha ile tamamlanır.
Katâde; Enes ibn-i Mâlik'e "Eshâbı Kirâm birbirleriyle musâfaha ederler miydi?" diye sordum. "Evet!" dedi. Hammad bini Zeyd iki elini uzatarak musâfaha yapardı.
Çocuklarla musâfaha, onların başları sıvanmak ve kendilerine "Bârekallâhü fîke" diye duâ edilmek suretiyle yapılır.
İslâmda ilk musâfahayı, Yemen'den Medîne'ye geldikleri zaman Yemenliler yapmış, Peygamber Efendimiz onlar hakkında; "Onlar sizden daha yufka yüreklidirler." buyurmuştu.
Eshâbı Kirâm, Peygamber Efendimiz'in ellerini öperlerdi. Hz.Ali, amcası Hz.Abbas'ın elini öpmüştü. Câfer ibn-i Ebi Talib, Habeş ülkesinden Medîne'ye döndüğü zaman Peygamberimiz de onun iki gözünün arasını öpmüştü.
Erkeklerin kadınlarla musâfaha etmeleri, el sıkışmaları haramdır. Peygamberimiz bîat alırken bile onlardan hiçbirinin eline elini değdirmemiştir. Hz.Âişe (R.Anha) vâlidemiz bu hususta "Vallâhi Rasülullah'ın eli, avucu hiçbir kadının eline, avucuna değmemiştir." buyurur.


[1] [Her ne kadar o zaman hac farz kılınmamış idiyse de Adem (AS) dan beri hac yapılmağa devam ediliyordu.]
[2] [Melce' : Sığınılacak yer]
[3] [Mi'rac seyahatine çıkarılacağı anda Peygamber Efendimiz, amcasının kızı Ümmühânî vâlidemizin evinde (diğer rivâyette Kâbe'nin Hatiym kısmında) bulunuyordu.]
[4] [Sıddık: çok samimi, dâimâ doğruluk üzere, Allaha ve peygamberine çok sadık olan, sözü ile işi bir olan kişi]
[5] [Okunan âyetlerin meâli: "O zamanı an ki; İbrahim «Rabbim bu şehri emniyet içinde yaşat! Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut! Ey Rabbim! Çünkü onlar insanlardan birçoğunu idlâl ettiler, sapıttılar. Bundan sonra kim bana uyarsa işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse.. gerçekten sen çok yarlıgayıcı, çok esirgeyicisin...İlh.» demişti...ilh." (Sûre-i İbrahim, âyet 35-52).]
[6] [Bîat: İslam esaslarına uyacaklarına dâir Allah Rasûlü'ne bağlılık beyanı; bir ahd-i pîman olup, elleriyle Peygamber Efendimiz'in ellerine sarılıp and içmektir.]
[7] [Okunan Âyetlerin meâli; "Hidâyet yolunu apaçık gösteren şu Kitaba andolsun ki, gerçekten biz O'nu anlayasınız diye Arapça bir Kur'an yaptık. Şüphe yok ki O, katımızdaki ana kitaptadır. Çok yüce ve çok hikmetlidir. Siz, haddi aşan bir kavimsinizdir diye artık, O Kur'ân-ı sizden uzaklaştırıp vazgeçip bırakı mı verelim? Halbuki biz önceki ümmetler içinde nice Peygamberler gönderdik. Onlar da, kendilerine Peygamber geldikçe onunla alay eder dururlardı. Onun için, biz kuvvetçe bunlardan daha çetinlerini yok ettik. O, önceki ümmetlerin misalleri geçmiştir. Andolsun ki, onlara «gökleri, yeri kim yarattı?» diye sorsan, elbette «onları, O kudretiyle herşeye üstün gelen, ilmiyle herşeyi bilen Allah yarattı!» derler." (Sûre-i Zuhrüf, âyet 1-9)]
[8] [Buradaki el uzatma ve bîatlaşma gösteriyor ki İslam'da el tutma vardır. Yâni bir konu hakkında eğer anlaşma olursa el uzatılabilir.]

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:39 am

H İ C R E T

Son Akabe biâtından sonra, Mekke'deki Müslümanların durumu çok tehlikeli bir safhaya girmişti. Müşrikler, Müslümanları dışarı çıkarmamak, Mekke'de ezmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Müslümanlar, uğradıkları zulüm ve işkencelere dayanamayarak Peygamber Efendimiz'e şikâyetlendiler ve hicret için müsaade istediler.
Peygamber Efendimiz, onlara, hicret için henüz müsaade olmadığını söyledi. Bundan bir kaç gün sonra, sevinçli bir halde; "Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki karataşlık arasında, hurmalık bir şehir, Yesrib (Medine), olduğu bana bildirildi, gösterildi. Mekke'den çıkıp gitmek isteyen oraya gitsinler. Medîneli Müslüman kardeşleri ile birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medîne'yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı." buyurdular. Bunun üzerine, Mekke'de bulunan Müslümanlar bölük bölük hicrete başladılar. Peygamber Efendimiz ise, Medîne'ye hicrete Cenâb-u Hakk tarafından müsaade edilinceye kadar Mekke'de kaldı.
MEDİNE-İ MÜNEVVERE'YE İLK HİCRET EDENLER
Akabe biâtından bir yıl önce Ebû Seleme Abdullah ibn-i Abdul Esed, Mekke'den Medîne'ye hicret etmek istemişse de, müşrik akrabâları, zevcesi ile kızını elinden almışlar, Ebû Seleme de yapayalınız Medîne yolunu tutmuştu. Bir sene sonra zevcesi ile kızı Selma da gelip Kuba'da kendisine kavuştu.
Akabe biâtından sonra Amr ibn-i Rebîa ve zevcesi Leylâ sezdirmeden Medîne'ye hicret edip, Kubâ'da Mübeşşir ibn-i Abdul Münzir'e müsâfir oldu.
Abdullah ibn-i Cahş ve kardeşi âmâ şâir Abd. ibn-i Cahş ve bütün Cahşoğulları âileleri (ki yirmi erkek, sekiz kadındı) kapılarını kapayıp Medîne'ye hicret ettiler. Bunlar da, Kubâ'da Mübeşşir ibn-i Abdul Münzir'e müsâfir oldu.
Hz.Ömer (R.A)'in Hicreti
Cahşoğullarından sonra, Hz.Ömer, dostu Ayyaş ibn-i Rebîa ve Hişam ibn-i As'la hicrete hazırlandılar. Mekke'den on mil uzaklıkta belli bir yerde buluşmağı kararlaştırdılar.
Hz.Ömer, Mekke'den ayrılacağı sırada kılıncını kuşandı, yayını, oklarını, mızrağını alıp Kâbe'ye gitti. Kureyş ulularının gözleri önünde, Kâbe'yi, yedi defa tavaf ettikten sonra iki rek'at namaz kıldı ve şöyle dedi: "Anasını ağlatmak, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak isteyen varsa, şu vâdinin arkasında bana gelip kavuşsun".
Hiçbir kimse, onun ardına düşmek cesâretini gösteremedi.
Müşrikler Hişam'ı bırakmadılar. Hapsettiler. Çeşit çeşit işkenceler yaptılar. Hz.Ömer'le Ayyaş ibn-i Rebîa, yirmi kişilik bir kâfile ile Medîne yolunu tuttular. Medînenin Avâli semtinde oturan Umeyye ibn-i Zeyd oğullarına müsâfir oldular.
Hz.Hamza, Zeyd ibn-i Hâris, Ebû Merset Kennaz, Enes Ebû Kebşe Medîne'ye hicret edip, Kuba'da Gülsüm ibn-i Hidm'e müsâfir oldular.
Suheyb'in Medîne'ye Hicret Edebilmek için Bütün Servetinden Vazgeçmesi
Suheyb'in Mekke'de pek çok malı ve alacağı vardı. Müşrikler, bu malları alıp gitmesine müsaade etmeyeceklerini söylediler. Suheyb, onlara; "Mallarımı sizlere verecek olursam, yolumu açar, beni sebest bırakır mısınız?" diye sordu.
"Evet." dediler.
Suheyb; "Ben de mallarımı size verdim." dedi ve ancak bu şekilde Medîne'ye gitmek imkânını buldu. Peygamber Efendimiz, Suheyb'in bu hareketini duyunca; "Suheyb kazandı." buyurdular.
Hz.Ebû Bekr'in Hicret Etme Arzusu
Hapsedilen veya işkence altında bulundurulan ya da hastalık ve zayıflıklarından dolayı yola çıkamayan Müslümanlarla Hz.Ebû Bekir, Hz.Ali ve Peygamber Efendimiz'den başka Mekke'de erkek Müslüman kalmamıştı. Kimisi Habeşistan'a gitmiş, kimisi de Medîne'ye hicret etmişti.
Hz.Ebû Bekir (R.A.), Medîne'ye hicret etmek istedikçe, Peygamber Efendimiz O'na; "Acele etme! Belki Allah, sana bir arkadaş bulur!" derdi.
Bir gün Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Yâ Rasûlellah! Hicret etmemize müsâde olunacağını umuyor musunuz?" diye sordu.
Rasûlüllah (S.A.V); "Evet, umuyorum!" deyince, Hz.Ebû Bekir (R.A.) hicret etmekten vazgeçti. İki deve satın alıp onları ahırda ağaç yaprağı ile beslemeğe başladı.
Müşriklerin Dârünnedve'de Yaptığı Toplantı ve Necid'li Bir Şeyh'in Toplantıya Katılışı
Kureyş müşrikleri, Mekke'den hicret eden Müslümanların Medîne'de korunduklarını, tutunduklarını, Medîne'li Müslümanlarla birleşip kuvvetlendiklerini görünce, Peygamberimiz' in de bir gün, onların başına geçeceğini ve kendilerine karşı savaşacağını düşünerek telaşa düştüler. Bu yolda tedbir almak üzere Rasûlü Ekrem'in atalarından Kusay ibn-i Ka'ab'ın «Dârünnedve» adını taşıyan konağında toplanmağı kararlaştırdılar. Kureyş'in ileri gelenleri, öteden beri önemli işleri, ancak bu konakta toplanıp konuşur ve karara bağlarlardı.
Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimiz'in işini konuşmak üzere kararlaştırılan günün sabahında Dârünnedve'de toplanmağa başladılar. Bu sırada, üzerine ağır elbise giyinmiş, cin fikirli, cingöz bir ihtiyarın kapıda dikilip durduğunu gördüler.
Ona; "Yâ şeyh! Sen kimsin?" diye sordular.
O da; "Necid halkından bir ihtiyarım. Toplantı olacağını işittim. Toplantıda sizinle bulunup, konuştuklarınızı dinlemek, yerinde görmediğim görüşler olursa mütâlaamı bildirmek istiyorum!" dedi.
"Olur, gir!" dediler. Necid'li de onlarla içeri girdi.
Müşrikler birbirlerine; "Bu adamın, işi, nerelere kadar götürdüğünü pek âlâ görüp duruyorsunuz. Biz, Vallâhi, O'nun, kendisine uyan ve bizden olmayanlarla birleşerek, bir gün üzerimize yürümeyeceğinden asla emin değiliz!" dediler.
Bunun üzerinde görüş birliğine vardıktan sonra, alınacak tedbirleri düşünmeğe, düşündüklerini de aralarında konuşmağa başladılar.
İçlerinden Ebûl Bahteri ibn-i Hişam; "O'nu, zincire vurarak hapse attıktan ve üzerine kapıyı kilitledikten sonra; O'ndan önce yaşayan şâir Züheyr ve Nâbiga'nın başlarına gelen akibet gibi, O'nun da başına gelecek olanı, ölümünü gözleriz!" dedi.
Necid'li şeyh; "Hayır, vallâhi bu düşünceniz yerinde değildir. Andolsun ki siz, O'nu dediğiniz gibi hapsedecek olursanız, O'nun işi kilitlediğiniz kapının arkasından arkadaşlarına erişir, üzerinize yürürler, O'nu elinizden çekip alırlar. O'nun telkin ve propagandası ile çoğalarak bu işte size galebe çalarlar! Onun için, bu re'yiniz yerinde değildir. Siz, başkasına bakınız!" dedi.
Tekrar, düşünüp taşınmağa koyuldular.
İçlerinden Esved ibn-i Rebîa; "O'nu aramızdan, memleketimizden sürüp çıkarırız. O, aramızdan çıksın da nereye giderse gitsin, bir şey olmaz. O'nu, aramızda bulmayınca biz de artık, O'nunla uğraşmaz, işlerimizi düzeltir, öteden beri olduğu gibi güzel güzel geçimimize bakarız!" dedi.
Necid'li şeyh; "Hayır! vallâhi, bu düşünceniz de yerinde değildir. O'nun sözünün güzelliğini, yumuşaklığını, tatlılığını, getirdiği şeylerle insanların kalplerine hâkim olup durduğunu görmüyor musunuz? Vallâhi, siz, bu dediğinizi yapacak olursanız, O'nun, Arap kabîleleri arasına girerek, sözleriyle onlara hâkim olup, kendilerini peşine takmayacağından, onlarla birlikte üzerinize yürüyüp, sizi memleketinizden uzaklaştırmayacağından, işinizi elinizden almayacağından, size istediğini yapmayacağından emin olamazsınız. Siz, O'nun hakkında bundan başka bir tedbir düşünün!" dedi.
Müşriklerin Peygamberimiz'in Hayâtına Son Verme Kararı
Ebû Cehil ibn-i Hişam; "Vallâhi, ben, O'nun hakkında sizin hiç düşünmediğiniz, bundan sonra da hiç düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm!" dedi.
"Ey Hakem'in babası! Nedir o?" dediler.
Ebû Cehil; "Benim düşünceme göre, aramızda her kabîleden güçlü kuvvetli, şerefli, soylu birer delikanlı ayırır, alırız. Sonra, onlardan her birine keskin birer kılıç veririz. Onlarla hepsi birden O'nu bir vuruşta tek adam vurmuş gibi vurup öldürürler. Biz de O'ndan kurtulmuş, rahata kavuşmuş oluruz. Delikanlılar bunu, bu şekilde yapınca O'nun kanı, bütün kabîlelere dağılmış olur! Abdimenafoğulları ise, bütün bu kabîleler ile savaşmağı göze alamaz ve buna güç yetiremezler. Öyle olunca da diyet ödememize razı olurlar. Biz de Abdimenafoğullarına O'nun diyetini öderiz!" dedi.
Necid'li şeyh; "İşte söz, şu adamın söylediğidir. Bu, öyle yerinde bir mütâlaadır ki onun üstüne, ondan gayrı yerinde bir mütâlaa göremiyorum." dedi.
Ebû Cehil'in mütâlaası benimsendi. Dağıldılar.
Kendisini, Necid'li bir şeyh gibi gösteren ve kaynaklarda umûmîyetle insan suretine girmiş şeytan diye anılan, süikast toplantısında birinci derecede rol oynayan adamın; Kureyş müşriklerinden Velid ibn-i Mugire'nin yeğeni olduğu ve Ebû Cehil tarafından kendi görüşlerini benimsetmek için toplantıya tarafsız bir hakem sıfatıyla sokulmuş olabileceği daha kuvvetli ihtimal dahilindedir.
HİCRET EMRİ VE HİCRET HAZIRLIĞI
Tirmizi'nin ibn-i Abbas'dan rivâyetine göre; Peygamber Efendimiz'e hicret emri, İsra Sûresinin 80. âyetiyle verilmiştir. "De ki: Rabbim! Beni, gireceğim yere doğruluk girdirişiyle girdir, çıkacağım yerden de doğruluk çıkarışı ile çıkar. Tarafından bana hakkıyla yardım edici bir huccet de ver!" (İsra Sûresi, âyet 80).
Allah Rasûlü'nün Hz.Ebû Bekir (R.A.) İle Görüşmesi
Hz.Âişe'nin (R.Anha) bildirdiğine göre, Rasûlü Ekrem Efendimiz Hz.Ebû Bekr'in evine her gün sabah veya akşam vakitlerinde uğramak ihtiyadında idi. Mekke'den, kavmi arasından çıkıp, Hicret etmesine müsaade edildiği gün, öğle vakti sıcağında, hiç gelmediği bir saatte başını sararak geldiği haber verilince,
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Vallâhi, Rasûlüllah, bu saatte hiç gelmezdi. Bu saatte gelişinde elbette bir iş var!" dedi.
Hz.Peygamberimiz, kapıya gelip içeriye girmek için izin istedi.
"Buyurun!" denildi.
İçeri girince Hz.Ebû Bekir (R.A.), minderinden kalktı, Rasûlü Ekrem oturdu. Hz.Ebû Bekr'e; "Yanında kim varsa, dışarı çıkar!" dedi.
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Yâ Rasûlellah! Onlar kızlarımdır. Yabancın değiller! Babam, anam sana feda olsun! Ne haber var?" dedi.
Allah Rasûlü; "Yüce Allah, bana, Mekke'den çıkmağa ve Medîne'ye hicret etmeğe izin verdi!" deyince,
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Yâ Rasûlellah! Sizinle yoldaşlık var mı?" diye sordu.
Peygamberimiz; "Yoldaşlık var!" deyince Hz.Ebû Bekir (R.A.), sevincinden ağladı.
Hz.Âişe, o güne kadar bir insanın sevinçten ağladığını hiç görmediğini söyler.
Artık hicret yolculuğuna çıkılacaktı. O sıralarda müşrik, fakat güvenilir bir adam olan Abdullah ibn-i Üreykıt'ı yol kılavuzu olarak tuttular. İki binit devesini de yanında bulundurup yaymak ve üç gece sonra Sevir dağı eteğinde buluşmak üzere kendisine teslim ettiler.
Rasûlü Ekrem Efendimiz, Hz.Ebû Bekr'in yanından ayrılarak evine döndü.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:42 am

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN MEDÎNE'YE HİCRETİ
Vahiy meleği Cebrâil gelip müşriklerin kararını Peygamber Efendimiz'e bildirdi ve "Şimdiye kadar yattığın yatağında bu gece yatma!" dedi.
Peygamber Efendimiz, Hz.Ali'ye: "Yatağımda yatıp uyu. Şu yeşil, geniş aba hırkamı da örtün, onun içinde uyu, korkma! Sana onlardan hoşlanmayacağın hiçbir şey erişmez!" dedi.
Peygamberimiz, uyuyacağı zaman bu yeşil aba, hırkasına bürünüp uyurdu. Halebî'ye göre; Dört zira boyunda, iki zira eninde olan bu aba hırkayı Allah Rasûlü'nün sonradan cuma ve bayramlarda giydiği de olmuştur.
Mekke'li müşriklerin, saklamak üzere, Peygamberimiz'e verdikleri birçok emânet eşya vardı. Mekkeliler, kıymetli eşyalarını saklayamamaktan korkarlarsa, onları, Peygamberimize teslim ederler, bu hususta O'na son derece güvenirlerdi. Rasûlü Ekrem, bu emânetleri sâhiplerine dağıtıncaya kadar Mekke'de kalmasını da Hz.Ali'ye emretti.
Müşriklerin Peygamber Efendimiz'in Evini Kuşatması
Her kabîleden seçilmiş olan katiller; gecenin üçte biri geçince Peygamber Efendimiz'in kapısının önünde toplandılar, Peygamberimiz'in uykuya dalmasını gözetlemeğe başladılar.
Rasûlüllah'ın kapısında toplananlar arasında Ebû Cehil, Hakem ibn-i Ebûl As, Ukbe ibn-i Ebû Muayt, Nadr ibn-i Haris, Ümeyye'tibni Halef, ibn-i Kaytala, Zem'a ibn-i Esved, Tuayme ibn-i Adiy, Ebû Lehep, Übey ibn-i Halef, Nübeyh ibn-i Haccac, Münebbih ibn-i Haccac da vardı.
Ebû Cehlin Alaylı Konuşmasına Peygamberimiz'in Cevabı
Peygamber Efendimiz'in kapısı önünde toplanan müşriklere, Ebû Cehil; "Muhammed'in iddiâsına göre siz, O'na uyar, Müslüman olursanız, bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olacakmışsınız! Ölümünüzden sonra diriltilecek, Ürdün bahçeleri gibi bahçelere kavuşacakmışsınız! Eğer, O'nun dediğini yapmazsanız boğazlanacak, ölümünüzden sonra da diriltilip sizin için hazırlanmış olan cehennemde yanacakmışsınız" dedi.
O sırada, Peygamberimiz kapıyı açıp müşriklerin karşısına çıktı. Ebû Cehil'e; "Evet, bunu, söyleyen Benim! Cehenneme girip yanacak olanlardan birisi de sensin!" dedi.
Peygamberimiz'in Katiller Arasından Kur'ân Okuyarak ve Başlarına Toprak Saçarak Çıkıp Gitmesi
Yüce Allah, kudretiyle müşriklerin gözlerini göremez bir hâle getirmişti. Rasûlü Ekrem, yerden aldığı bir avuç toprağı müşriklerin başlarına saçtı ve okuyarak onların aralarından geçip gitti.
Cenâb-u Hakk bu hususu Yâsin Sûresinde şöyle beyân ediyor: "Yâsin! O hikmet dolu Kur'ân'a andolsun ki; Sen, hiç şüphesiz insanlara gönderilen peygamberlerdensin! Dosdoğru bir yoldasın. Bu Kur'ân da, kudretiyle her şeye üstün gelen, Rahmetiyle herkesi esirgeyen Allâh'ın indirdiği bir Kitab'dır ki, ataları, azapla korkutulmamış, bu yüzden gaflet içinde kalmış olan bir kavmi korkutman için Sana indirilmiştir.
Andolsun ki; bunların çoğuna o azap sözü hak olmuştur. Artık bunlar îmân etmezler. Gerçekten biz, onların boyunlarına lâleler geçirdik ki bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Şimdi onlar, kafaları ve burunları yukarı kaldırılmış bir haldedirler! Biz onların önlerinden bir set, arkalarından da bir set çektik. Onları öylece bıraktık, artık görmezler. (Yâsin Sûresi, âyet 1-9).
Müşrikler, Peygamber Efendimiz'in kapısında bekleşirlerken, yanlarına bir hemşerileri uğradı. Onlara; "Siz buralarda ne bekliyorsunuz?" diye sordu.
"Muhammed'i bekliyoruz." dediler.
"Hay Allah sizi umduğunuza erdirmesin, elinizi boşa çıkarsın! Vallâhi Muhammed yanınızdan çıkmış, sonra da sizden başına toprak saçmadık bir kimse bırakmayıp yoluna gitmiş! Siz, kendinize yapılan şeyi görmüyor musunuz?!" dedi.
Her birisi, ellerini başlarına götürüp toprak saçılmış olduğunu anlayınca şaşırdılar ve buna da «Muhammed'in sihirlerinden bir sihirdir!» demekten başka söz bulamadılar.
Kapının yarığından içeri baktıkları zaman yatakta birisinin abaya sarınıp bürünerek yattığını görünce; "Vallâhi bu abasının içinde uyuyan Muhammed'dir!" dediler. Sabah ortalık ağarıncaya kadar beklediler.
Müşriklerin bu cinâyeti karanlıkta işlemeyip ortalık ağardıktan sonraya bırakmaları, ihtimal ki; katillerin muhtelif kabîlelere mensub bulunduklarını Haşimoğullarına göstermek içindi.
Sabahleyin döşekten Hz.Ali doğrulup kalkınca; "Vallâhi, bize söylenilen söz doğru imiş" dediler.
Yüce Allah bu münasebetle indirdiği âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Hani bir zaman, o kafirler, seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, yahut yurdundan zorla çıkarıp sürmeleri için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kuruyorlarken, Allah da onlara mukabele ediyordu. Allah, tuzak kuranlara mukabele edenlerin hayırlısıdır." (Enfal Sûresi, âyet 30).
Gâr-ı Sevr'e (Sevir Mağarasına) Sığınmaları
Rasûlüllah Efendimiz; perşembe günü geceleyin Hz.Ebû Bekr'in evine geldi. O'nunla birlikte evin arkasındaki küçük kapıdan çıkarak Mekke'nin aşağısında, güneybatısında üç mil uzaklıkta bulunan Sevir dağına doğru ilerlemeğe başladılar. Rasûlü Ekrem bir ara pabuçlarını çıkararak yalınayak yürümek zorunda kaldı. Bu şekilde yürümekten ayakları aşındı ve acıdı. Hz.Ebû Bekir (R.A.), Peygamberimiz'in kâh önüne geçerek önünden yürümekte, kâh arkasına geçerek arkasından yürümekte idi.
Peygamber Efendimiz, O'na; "Ya Ebâ Bekir! Niçin böyle yapıyorsun?" diye sordu.
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Önünüzü, arkanızı gözetlemek, sizi korumak için" dedi.
Gece karanlığında Sevir mağarasına ulaştılar. Mağara, haşerat ve vahşi hayvanların yuvası idi. Hz.Ebû Bekir (R.A.), içeride yılan veya yırtıcı bir hayvan bulunup bulunmadığını kontrol etmeden Rasûlü Ekrem'i içeri bırakmak istemedi.
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Allah aşkına ben girmedikçe sen girme! Eğer içeride zararı dokunacak bir şey varsa onun zararı Sana dokunmasın, bana dokunsun" dedi.
Hz.Ebû Bekr'in Ayağının Yılan Tarafından Isırılması
Hz.Ebû Bekir (R.A.) mağaraya girdi. Eliyle yerleri yokladı, düzledi. Mağaranın bir tarafında bir delik buldu. İzarını yırtıp orayı tıkadı. Geri kalan kısmına da ayaklarını dayadı. Sonra Rasûlüllah'a; "buyurun!" dedi.
Rasûlüllah içeri girdi. Başını, Hz.Ebû Bekr'in dizine koyup uyudu. O sırada Hz.Ebû Bekir (R.A.), yılan deliğini kapamış olan ayağından ısırıldı. Rasûlüllah'ı uyandırmak korkusuyla hiç kımıldamadı. Ancak, gözlerinin akan yaşı Rasûlüllah'ın yüzüne damlayınca O'nu uyandırdı.
Rasûlü Ekrem; "Ne oldu sana Ya Ebâ Bekir?" diye sordu.
O da; "Babam, anam sana feda olsun! Yılan tarafından ısırıldım!" dedi.
Rasûlüllah, ısırılan yere tükrüğünü sürünce ayağındaki ağrı, sızı dindi...
«Onun içindir ki, bir hatıra ve nişan olarak Hz.Ebû Bekir (R.A.)'nın soyundan gelenlerin ayağının altında ben vardır.»
Müşrikler Peygamber Efendimiz ile Hz.Ebû Bekr'in Peşinde
Ortalık ağarınca, müşrikler Peygamber Efendimiz'in evine daldılar. Hz.Ali döşeğinden kalkınca;
"Nerede arkadaşın, amcanın oğlu?" dediler.
Hz.Ali; "Bilmiyorum! Ben, O'nun üzerinde gözcü müyüm? siz, O'nu çıkıp gitmeğe zorladınız. O da çıkıp gitti!" dedi.
Müşrikler, Peygamberimiz'i ele geçiremeyince içlerinde Ebû Cehil de olduğu halde, Hz.Ebû Bekr'in kapısına dikildiler. Hz.Ebû Bekr'in kızı Esma dışarı çıktı, "Ey Ebû Bekr'in kızı! Nerede baban?" diye sordular.
Esma; "Vallâhi, babamın nerede olduğunu bilmiyorum!" deyince, çok yaramaz kötü ve hırçın bir adam olan Ebû Cehil öfkelenerek, Esma'nın yanağına bir tokat vurdu. Küpesi kulağından yere fırladı.
Müşrikler Mekke'nin aşağısını, yukarısını aramağa, taramağa koyuldular.
Hz.Muhammed (S.A.V.)'i ve Hz.Ebû Bekr'i bulup getirene veya öldürene yüz deve verileceği, Mekke'nin dört bir yanında tellallar bağırtılarak halka duyuruldu. Mekke dağlarında aranmadık, taranmadık yer bırakılmadı.
Her kabîleden ikişer genç silahlandı. Yanlarına meşhur Müdliçoğullarından iyi iz sürücü Alkeme'yi de aldılar. Peygamber Efendimiz'le Hz.Ebû Bekr'in izlerini bulup süre süre Sevir mağarasının yakınlarına kadar gelip dayandılar.
Alkame; "Vallâhi, aradığınız kimseler, şu mağaradan ileri geçmemişlerdir. Onun yanındadırlar. İz burada kesiliyor" dedi. Aradaki mesâfe 40 zira'a kadar indi.
Hz.Ebû Bekir (R.A.), çok telaşlandı ve tasalandı.
Rasûlüllah; "Tasalanma! Allah, bizimledir!" dedi.
Hz.Ebû Bekir (R.A.); (yavaşca) "Yâ Rasûlellah! Onlardan birisi eğilip de ayaklarının dibinden bakıverse bizi görür!" dedi.
Rasûlü Ekrem; "Ya Ebâ Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen akibetin ne olabileceğini, yakalanacağımızı mı sanırsın?" dedi.
Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'inde bu hâdiseye şöyle işâret eder: "Eğer siz, O'na yardım etmezseniz (etmeyin), kafirler, O'nu Mekke'den çıkardıkları zaman, bizzat Allah, O'na yardım etmişti ki, o zaman Rasûlüllah ancak, ikinin ikincisi idi. Onlar, (Sevir dağının tepesindeki) mağarada idiler. Peygamber, arkadaşına «tasalanma! Allah hiç şüphesiz bizimledir»! dediği zaman Allah, O'nun arkadaşının üzerine sekinetini indirmiş, O'nu da göremediğiniz ordularla desteklemiş, kâfirlerin kelimesini alçaltmıştı. Allâh'ın kelimesi ise, O çok yücedir. Allah, kudretiyle herşeye üstün gelen, her yaptığını yerli yerince yapandır!" (Sûre-i Tevbe, âyet 40).
Mağaranın Önüne Örümceğin Ağ Örmesi, Güvercinin Yuva Kurması
Müşrikler; mağaranın sağını solunu araştırdılar. İçlerinden birisi, mağaranın önünde yuvalanan yaban güvercinini görünce geri döndü. Arkadaşları ona; "Mağaraya ne diye bakmadın?" diye sordular. O da; "Mağaranın ağzında iki yaban güvercininin yuvalandığını gördüm. Bundan, içeride hiç kimsenin bulunmadığını anladım." dedi.
Ümeyyet'ibn-i Halef; "Mağaranın üzeri, örümcek ağıyla kaplanmış iken, siz ne diye şüphelenip duruyorsunuz? Vallâhi, ben bu ağın Muhammed doğmadan önceye âit olduğu kanâatindeyim" dedi. Bâzıları da; "Eğer onlar mağaraya girmiş olsalar, güvercinin yuvası dağılır, yumurtası kırılır, örümceğin ağı da bozulurdu!" dediler. Böylece, müşrikler umduklarına eremeden geri döndüler. Mevla'nın kudreti ve himayesi işte böyle tecelli ediyor, kafirleri de böyle şaşırtıyordu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:43 am

Sevir Mağarası'nda Geçirilen Günler

Allah Rasûlü, perşembe günü geceleyin Hz.Ebû Bekr'i yanına alarak mağaraya girmişti. Cuma, cumartesi, pazar gecesini orada geçirdiler.
Hz.Ebû Bekr'in oğlu Abdullah, anlayışlı ve becerikli bir gençti. Babasından aldığı direktif üzerine, gündüzleri Mekkelilerle bulunur. Onların, Hz.Peygamberimiz ve Hz.Ebû Bekir (R.A.) hakkında söylediklerinden işitebildiklerini, karanlık basınca Sevir mağarasına gelip anlatırdı. Geceyi Peygamber Efendimiz ve Hz.Ebû Bekir (R.A.) ile birlikte geçirdikten sonra, tanyeri ağarırken Mekke'ye döner, geceyi Mekke'de geçirmiş gibi müşriklerle sabahlardı.
Amir ibn-i Füheyre de, O'nun gelip gittiği yol üzerine koyunlarını sürerek izini belirsiz ederdi. Hz.Ebû Bekr'in kızı Esma ise, geceleri yiyecek getirirdi. Hz.Ebû Bekr'in azadlı kölesi Amir ibn-i Füheyre, Hz.Ebû Bekr'in koyunlarını Mekkelilerin koyunları ile birlikte otlatır, (aldığı direktife göre) karanlık basınca Hz.Ebû Bekr'inkilerini mağaranın önüne getirip bırakırdı. Peygamber Efendimiz ve Hz.Ebû Bekir (R.A.) de, onlardan bir kaba süt sağar, güneşin hararetinden ısınmış temiz taşların içine koyarak, sütü ısıtır ve içerlerdi. Amir ibn-i Füheyre gecenin sonuna doğru gelip koyunlara seslenir, onları da önüne katarak yaymağa götürürdü. Bu hâl üzere üç gün geçti.
Halkın, Rasûlüllah Efendimiz ve Hz.Ebû Bekir (R.A.) hakkındaki arama taramaları biraz yatışır ve tavsar gibi oldu. Kılavuz olarak tutulan Abdullah ibn-i Üreykıt da, kendisine emânet edilen iki deve ile birlikte kendi devesini de yanına alarak pazartesi günü seher vakti sevir dağının eteğine geldi.
Hz.Ebû Bekr'in Kızı Esma'nın «Cennet Kuşağı» İle Müjdelenmesi
Yol azığı olmak üzere bir koyun kesilmiş, eti pişirilmişti. Hz.Ebû Bekr'in kızı Esma, bunu bir dağarcığa koyup bir tulum su ile birlikte mağaraya getirdi.
Esma, yemek dağarcığını bağlamak için bağ getirmeği unutmuştu. Esma, yola çıkılacağı zaman belinden kuşağını çözüp ortasından yırtarak bir parçası ile yemek dağarcığını, öteki parçasıyla da su tulumunun ağzını bağlayınca, bu fedakarlığından memnun olan Peygamberimiz, O'na; "Sana Cennette iki kuşak var!" buyurdular. Bundan dolayı Esma «Zâtün nitakayn (iki kuşak sâhibesi)» diye anıldı.
Hz.Ebû Bekr'in Babasının Telaşlanması
Hz.Ebû Bekr'in, Müslüman olduğu zaman kırkbin dirhemi vardı. O bunları İslam davası uğrunda seve seve harcamaktan geri durmadı. Peygamber Efendimiz'le Mekke'den ayrılacağı zaman, ancak beşbin veya altıbin dirhemi kalmıştı. Bunların bir kısmını yanında götürmek üzere oğlu Abdullah ile mağaraya getirtti.
Esma der ki: "Babam Ebû Bekir, böyle, malını yanına alıp gidince, dedem Ebû Kuhâfe yanımıza geldi (o zaman gözleri görmezdi);
«Vallâhi ben, sanıyorum ki, O, bütün malı yanında alıp götürmüştür!» dedi.
«Hayır dedeciğim! O, bize pek çok mal bıraktı!» dedim ve hemen babamın, evin bacasına koyduğu madeni paraları aldım (ki babam paralarını hep oraya koyardı). O paraları bir örtünün üzerine koyduktan sonra dedemin elini tutup «dedeciğim! elini şu mal üzerine bir sür» dedim. Dedem, elini ona koyunca;
«Eh! Bunu size bıraktığına göre mesele yok. Çok güzel. Artık, bu size yeter! Ben, vallâhi bize bir şey bırakmadı sanmıştım!» dedi."
Peygamberimiz'in Kusvâ İsimli Deveyi Satın Alması ve Sevir'den Ayrılış
4 Rebîulevvel pazartesi günü Rasûlüllah ve Hz.Ebû Bekir (R.A.) mağaradan çıkarak mağaranın yanında bekleyen kılavuz Abdullah ibn-i Üreykıt'ın yanına geldiler. Hz.Ebû Bekir, iki devesini de Rasûlü Ekrem'in yanına getirdi ve üstün olanını Rasûlüllah'a arz ederek; "Anam babam sana fedâ olsun! Buyur ya Rasulallah!" dedi.
Peygamber Efendimiz; "Ben, bana âit olmayan bir deveye binemem!" deyince,
Hz.Ebû Bekir; "O, senindir! Babam anam sana fedâ olsun! Bin!" dedi.
Peygamberimiz; "Hayır! Satın aldığın bedeli ne ise bana bildirmedikçe ona binemem!" dedi. (Hz.Ebû Bekir, onu, Harisoğullarının hayvanları arasından seçip başka bir deve ile birlikte 800 dirheme satın almıştı.)
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Onu şu kadara fîlâncalardan satın aldım!" dedi.
Peygamber Efendimiz Kusvâ'yı Hz.Ebû Bekr'in satın aldığı 400 dirhem ile kabul edince,
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Yâ Rasûlellah! Artık bu sizindir! Binebilirsiniz!" dedi.
Rasûlüllah da, Hz.Ebû Bekir de develerine bindiler. Hz.Ebû Bekir (R.A.), yolda kendilerine hizmet etmek üzere azadlı kölesi Amir ibn-i Füheyre'yi yanına aldı. Yol göstermesinde çok maharetli olan Abdullah ibn-i Üreykıt önlerine düştü. Sevir dağından ayrıldılar.
Rasûlü Ekrem'in «Kusvâ» diye anılan bu devesi Hz.Ebû Bekr'in hâlifeliği zamanına kadar yaşadı. Medîne'nin Bakî Kabristanlığı'na salınmıştı. Kendisine hiç dokunulmazdı. Orada kendi hâlinde yayıla yayıla öldü.
Peygamber Efendimiz'in Vatan Sevgisi
Allah Rasûlü, Mekke'nin aşağısından geçerken devesini Hazvere mevkiinde durdurarak Mekke'ye mahzun mahzun baktı;
"Vallâhi! Sen Allâh'ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevgili olanısın! Senden, çıkarılmamış olaydım, buradan çıkmazdım. Bana senden daha güzel, daha sevgili vatan yoktur. Kavmim, beni, senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt yuva tutmazdım." dedi.
Bunun üzerine, Yüce Allah Peygamber Efendimiz'e şöyle vahyetti: "Elbette, O Kur'ân'ın tebliğini üzerine farz kılan Allah, Seni, yine döneceğin yere (Mekke'ye) döndürecektir." (Kasas Sûresi, âyet 85).
Sürâka'nın Hz.Peygamberimiz'i Tâkip Edişi ve Başına Gelenler
Kureyş Müşrikleri, Rasûlüllah ile Hz.Ebû Bekr'i bulana veya öldürene yüzer deve va'detmiş bulunuyorlardı. Kendine güvenenler O'nu aramağa koyulmuştu. Çok iyi iz tâkip eden Sürâka adında iri yapılı birisi de, bu mükâfatı almak için atını, silahını, fal çektiği oklarını da yanına aldı, bundan sonra elini fal çantasına atıp oklarını çıkardı.
«Muhammed ile Eshab'ına zarar verebilir miyim?, veremez miyim?» diye oklarla fala baktı. Hoşlanmadığı ok; «O'na zarar verilemez» oku çıktı.
Fakat oka îtibar etmeyerek, yüz deveyi almak arzu ve iştihâsıyla hemen atının üzerine atladı. Onu, dört nala kaldırıp koşturdu. Rasûlüllah ile arkadaşlarına yaklaşacağı sırada atının ayakları birden bire sürçüp yere kapandı. Sürâka da üzerinden yuvarlandı. Kendi kendine "Bu, ne hâl?" dedi. Sonra fal oklarını çıkarıp fala baktı. Yine, hoşlanmadığı ok, «O'na zarar verilemez!» oku çıktı.
Sürâka, oka isyan etti. Peygamber Efendimiz'i tâkipten vazgeçmedi. Hemen atına atlayıp koşturmağa başladı. Birden bire atı yere kapandı. Sürâka da üzerinden yuvarlandı. "Bu, ne hâl?" dedi. Sonra fal oklarını çıkarıp tekrar fala baktı. Bu defa da, hoşlanmadığı «O'na zarar verilemez!» oku çıktı.
Sürâka, yine oka isyan etti ve Rasûlü Ekrem'i tâkipten vazgeçmedi. Atına atlayıp koşturmağa başladı. O kadar yaklaştı ki artık, Allâh'ın Rasûlü ve arkadaşları Sürâka'yı görüyor, o da, onları görüyordu. Hattâ Sürâka, Rasûlüllah Efendimiz'in okuduğu Kur'ân-ı Kerîm'i bile işitebiliyordu.
Rasûlüllah, arkasına hiç dönüp bakmıyordu. Hz.Ebû Bekir (R.A.) ise, sık sık arkasına dönüp bakınıyordu.
Buhârî'nin Enes Bin Malik'ten rivâyetine göre; Hz.Ebû Bekir (R.A.), arkasına dönüp bakınınca, bir atlının arkalarından koşup kendilerine yaklaştığını gördü. "Yâ Rasûlellah! İşte atlı, gelip bize yaklaştı." dedi.
Peygamberimiz arkasına baktı; "Allahım düşür onu" diyerek duâ etti.
Sürâka gelip yetişince, Hz.Ebû Bekir (R.A.) ağlamağa başladı.
Peygamber Efendimiz, O'na; "Niçin ağlıyorsun?" diye sordu.
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Vallâhi, ben, kendim için ağlamıyorum. Sana bir zarar gelir diye ağlıyorum!" dedi.
Sürâka, Peygamber Efendimiz'e saldıracağı bir mesâfeye gelince; "Yâ Muhammed! Bu gün Seni benden koruyacak kimdir?" diye bağırdı.
Peygamberimiz; "Beni, Cebbâr ve Kahhâr olan Allah korur!" buyurdu,
Cebrâil indi; "Yâ Muhammed! Yüce Allah yeryüzünü sana itaatçı kıldı. Ona dilediğini emredebilirsin" dedi.
O sırada, Sürâka'nın atının iki ön ayağı, dizlerine kadar yere battı. Sürâka da üzerinden yuvarlandı. Atını kaldırmağa zorladı. At da kalkmak için çabaladı. Fakat, bir türlü ayaklarını yerden çıkarmağa kâdir olamadı.
Sürâka'nın Peygamber Efendimiz'den Emân Dilemesi
Sürâka; "Yâ Muhammed! İyice anladım ki, bu senin işindir! Allâh'a duâ et de kurtulayım! Sana hiç dokunmayacağım! Beni görecek kimselere de senden hiç bahsetmeyeceğim" dedi. Sürâka'nın atı çabalayarak, horuldayarak kalkıp dikilince, iki ayağının gömüldüğü çukurdan göğe doğru ateş dumanı gibi, tozlu bir duman yükselip dağıldı.
Bunun üzerine, Sürâka; "El emân!" diye bağırdı.
Rasûlü Ekrem ile arkadaşları durdular. Sürâka da atına binerek yanlarına kadar geldi.
Sürâka bunca saldırılarından Allah Rasülü'nün bu şekilde korunulduğunu görünce, artık iyice anladı ve kanaât getirdi ki; O'nun gerçekleştirmek istediği şey yakında gerçekleşecektir. "Ben, Sürâka ibn-i Çu'şüm'üm! Bana bakın, benden şüphelenmeyin. Size söyleyeyim ki, artık benden hiçbir zaman hoşlanmayacağınız bir hareket gelmeyecektir! Kavmin, Senin hakkında şöyle şöyle vaadlerde bulundu" diyerek Kureyş'in, Peygamber Efendimiz'e ve Hz.Ebû Bekr'e yapmak istedikleri şeyleri birer birer haber verdi. Kendilerine yol azığı ve levazımı vermek istedi. Almadılar ve ondan, başka hiçbir şey de almak istemediler.
Sürâka, Peygamberimiz'e; "Şu ok çantamdan bir ok alıp bununla, fîlân fîlân yerdeki develerime ve hizmetçilerime uğra! Ondan dilediğini al!" dedi.
Allah Rasûlü; "Ey Sürâka! Sen İslam dînini arzu etmedikçe, ben de senin deveni, sığırlarını arzu etmem! Sen, bizi gördüğünü gizli tut, kâfi!" dedi.
Sürâka; "Ey Allâh'ın Peygamberi! Bana istediğini emret!" deyince,
Rasûlüllah: "Yurdunda dur! hiçbir kimsenin, bize gelip kavuşmasına meydan verme!" dedi.
Günün başlangıcında Peygamberimiz'in üzerine düşmanca yürüyen Sürâka günün sonunda, Allah'ın hikmeti ile adeta O'nu koruyucu bir silah oluvermişti.
Sürâka'ya Emannâme Yazılıp Verilmesi
Hz.Peygamberimiz, Hz.Ebû Bekr'e; "Söyle O'na, bizden istediği nedir?" dedi.
Hz.Ebû Bekir (R.A.), bunu, Sürâka'ya söyleyince, Sürâka; "Benimle aranda bir emân vesîkası olmak üzere bana bir yazı yaz!" dedi.
Rasûlüllah da, Hz.Ebû Bekr'e; "Ona, istediğini yaz" buyurdu.
Bunun üzerine, Hz.Ebû Bekir (R.A.), Amir ibn-i Füheyre'ye emretti. O da bir deri parçasına yazıp Sürâka'ya uzattı. Sürâka onu alıp ok çantasına koydu. İzi sıra geri döndü. Olan bitenlerden hiçkimseye hiçbir şey anlatmadı, sustu.
Sürâka'nın Ebû Cehil'e Cevabı
Ebû Cehil, Sürâka'nın böyle eli boş dönüp sustuğunu görünce Müslüman olmasından korktu ve onu söylediği beytlerle kötülemeğe, halkın gözünden düşürmeğe çalıştı.
Sürâka da, Ebû Cehil'e verdiği manzum cevabında; "Ey Hakem'in babası! Sen, atımın ayakları yere battığı zamanki hâlini bir görmüş olaydın, anlar ve hiç şüphe etmezdin ki Muhammed (A.S.) delilli ve hüccetli Peygamberdir. Artık, O'na kim dayanabilir?. Sana yaraşan, Kureyş kavmini, O'na saldırmağa kışkırtmak değil, saldıranlara engel olmaktır. Ben, sanıyorum ki O'nun yaymak ve duyurmak istediği şey elbette bir gün gelişecek ve yayılacaktır. Öyle ki, bütün halk, O'na çatmağı değil, O'na uymağı ve kendisiyle barışıklık içinde bulunmağı isteyecektir!" dedi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:46 am

Medîne Yolculuğuna Devam
Peygamber Efendimiz, Harrar'dan geçişinin ertesi günü, Talha ibn-i Ubeydullah ve Zübeyr ile buluştu.
Bunlar, Şam'dan ticâret kâfilesiyle gelip Mekke'ye gitmekte idiler. Peygamber Efendimiz'le Hz.Ebû Bekr'e birer beyaz Şam maşlahı (elbisesi) giydirdiler ve Medîne'li Müslümanlardan birisinin; "Rasûlüllah ve arkadaşları, geciktiler!" dediğini haber verince, Peygamber Efendimiz, hareketini hızlandırdı.
Rasûlü Ekrem önde, Hz. Ebû Bekir arkada giderken, yolda bir adamla karşılaştılar. Adam Hz.Ebû Bekr'i tanıdı. "Ey Ebû Bekir! Şu önünde giden zât kimdir?" diye sordu.
Hz.Ebû Bekir (R.A.) da setretmek için; "O zât, bana yol gösteren birisidir!" dedi.
Büreyde'nin Müslüman Oluşu ve Peygamber Efendimiz'in Önünde Sarığını Sancak Yaparak Medîne'ye Girişi
Kureyş müşriklerinin, Peygamberimiz'i tutup getirene 100'er deve verecekleri vaadini işiten Büreyde ibn-i Husayb, aile efradından 70 atlı ile beraber yola çıkmışlardı. Peygamber Efendimiz, Amim mevkiine eriştiği zaman, gelip Peygamber Efendimiz'e kavuştular.
Peygamberimiz ona; "Sen kimsin?" diye sordu.
Büreyde; "Ben, Büreyde'yim!" dedi.
Rasûlüllah, Hz.Ebû Bekr'e dönüp; "Ya Ebâ Bekir! İşimiz serinledi ve düzeldi." dedi.
Allah Rasûlü Büreyde'ye; "Kimlerdensin?" diye sordu.
Büreyde; "Eslem kabîlesindenim!" dedi.
Peygamberimiz, Hz.Ebû Bekr'e; "Selâmete erdik" dedi.
Büreyde'ye; "Eslem'in kimlerinden, hangilerindensin?" dedi.
Büreyde; "Sehimoğullarındanım!" dedi.
Peygamber Efendimiz; "Ya Ebâ Bekir! Okun çıktı!" dedi.
Büreyde, Peygamber Efendimiz'e; "Peki, ya sen kimsin?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz; "Ben Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed'im ve Allâh'ın Rasûlüyüm" diyerek onu, İslâmiyete dâvet edince, Büreyde de yanındakiler de şehâdet getirerek Müslüman oldular. Böylece hidâyetten nasibi olan bu insanlara Mevlamızın inâyeti ve hidâyeti yetişti. Allah'ın Rasulü'ne düşmanlık için gelenler O'na sadık birer dost oluverdiler.
Yanlarındaki biraz sütü Peygamber Efendimiz'e takdim ettiler. Onu Peygamber Efendimiz ile Hz.Ebû Bekir (R.A.) içti.
Büreyde, hayvanlarının az sütlü oluşundan şikâyetlendi. Peygamberimiz de onlara bereket duâsı yaptı.
Peygamber Efendimiz, yatsı namazını orada, bu yeni Müslümanlarla birlikte kıldı. O gece, Büreyde, Meryem Sûresi'nin baş tarafından birkısmını Peygamber Efendimiz'den öğrendi.
Sabaha çıkıldığı zaman, Büreyde; "Yâ Rasûlellah! yanında bir bayrak olmadan Medîne'ye girmen uygun düşmez!" dedi. Sarığını çıkardı. Mızrağının ucuna bağladı. Medîne'ye girinceye kadar Peygamber Efendimiz'in önünde onu taşıyarak yürüdü.
Büreyde, daha sonraları tahdisi nimet olarak hep; "Allâh'a hamd olsun ki Sehimoğulları, hiç zorlanmadan boyun eğdiler, Müslüman oldular!" derdi.
Rasûlü Ekrem, onun hakkında; "Eshâbımdan bir zât bir memlekette ölecek. O kıyâmet gününde o memleketin nûru ve o memleket halkının önderi olacaktır!" buyurmuştu.
Gerçekten Büreyde, İslam mücâhitleriyle Horasan'a kadar gitmiş, Merv'de vefât etmiştir.
Kuba'ya Geliş
Rasûlüllah (S.A.V.), Rebîülevvel ayı içinde bir pazartesi günü kabakuşlukta, güneşin en kızgın sırasında Kubâ' ya eriştiler.
Kubâ; Medîne'nin güneyinde, iki mil uzağında üzüm bağları, hurma, incir ve nar bahçeleri bulunan sevimli bir köydü.
Bir Yahûdînin Peygamber Efendimiz'i Uzaklardan Görmesi
Medîne'deki Müslümanlar, Peygamberimiz'in Mekke'den yola çıktıklarını işittikleri zaman, sabah namazını kıldıktan sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıncaya kadar Allah Rasûlü'nü beklerlerdi. Yine bir gün, uzun uzun bekledikten sonra dönmüşlerdi. Evlerine girdikleri sırada, Yahûdîlerden birisi, kendisine âit bir işi için kulelerden bir kulenin üzerine çıkıp uzakları gözetlerken, Peygamber Efendimiz'le Eshab'ının beyazlara bürünmüş olarak serâb ve sisleri yara yara gelmekte olduklarını gördü. Yahûdî, Müslümanların Peygamber Efendimiz'i bekleyip durduklarını biliyordu. Hemen yüksek sesle;
"Ey Arab topluluğu! Ey Kayle oğulları! İşte nasîbiniz, devletiniz, gelmesini bekleyip durduğunuz Ulu adamınız geliyor!" diyerek haykırdı.
Medîne'li Müslümanların Peygamberimiz'i Karşılamaları
Yahudînin sesini işiten Medîne'li Müslümanlar, Peygamber Efendimiz'i karşılamak için, silâhlanıp, evlerinden dışarı fırladılar. Rasûlü Ekrem'in gelmekte olduğunu işitince Amr ibn-i Avf oğullarının getirdikleri tekbirlerle yerler sarsıldı. Peygamber Efendimiz'le Hz.Ebû Bekir (R.A.), Harre'de iken, geldiklerini haber vermek için, bâdiye halkından birisini de Ebû Ümâme'ye ve adamlarına göndermişlerdi. Çıkan karşılayıcılar, 500 kişi idi. Allah Rasûlü'ne Harre'de kavuştular.
Karşılayıcılar geldikleri zaman, Rasûlü Ekrem Efendimiz bir hurma ağacının gölgesinde oturuyorlardı. Hz.Ebû Bekir (R.A.) de Rasûlüllah'ın yanında bulunuyordu. Karşılamağa gelen Medîne'li Müslümanların çoğu Rasûlüllah'ı hiç görmedikleri ve Hz.Ebû Bekr'i eskiden tanıdıkları için, önce O'nu selâmlıyorlar, O'nunla konuşuyorlardı. Rasûlü Ekrem ise hep susuyor, sükût ediyordu, konuşmuyordu.
Medîne'li Müslümanlar, Peygamber Efendimiz'i, ancak, üzerinden gölge çekilip de Hz.Ebû Bekir (R.A.) O'nu maşlahı ile güneşten gölgelemeğe çalışırken tanıyabildiler.
Peygamberimiz'in Kubâ'da Müsafir Olduğu Ev
Rasûlüllah (S.A.V.), Eshâbıyla ve karşılayıcılarla birlikte Medîne'nin sağ tarafına (âliye kısmına) yönelerek yoluna devâm etti ve Kubâ'da Amr'ibn-i Avfoğulları âilesinden, çok yaşlı bir zât olan Külsûm ibn-i Hidm'in evine indi. Hz.Ebû Bekir (R.A.) ise, Haris ibn-i Hazrec oğullarından Hubeyb ibn-i İsaf'ın Sünh'deki evine indi.
Peygamber Efendimiz Külsûm ibn-i Hidm'in evine inmekle beraber, Sa'd ibn-i Hayseme'nin evine gidip orada Müslümanlarla oturup konuşurdu.
Hz.Ali'nin Kubâ'ya Gelişi
Hz.Ali, halkın, Peygamberimiz'e emânet ettikleri şeyleri, sâhiplerine vermek için geri kalmıştı. Hz.Ali, Ebtah'da (Mekke Vâdisinde) dikilerek; "Kimin, Rasûlüllah katında bir emâneti varsa, gelsin, emânetini kendisine teslim edeceğim!" diye seslendi.
Mekke'de üç gün, üç gece daha kaldıktan sonra, O da gelip Kûlsüm ibn-i Hidm'in evinde Peygamber Efendimiz'e kavuştu.
Gelirken, gündüzleri gizlenmiş, geceleyin yürümüştü. Kubâ'ya geldiği zaman, ayaklarının altı kabarmış ve yarılmış bir halde idi. Rasûlü Ekrem, O'nu görünce kucakladı ve şefkatinden ağladı. Hemen, ayaklarını meshedip sığayınca ıztırabı dindi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:47 am

Kubâ Mescidi'nin İnşâsı

Rasûlüllah Efendimiz, Kubâ'da Amr'ibn-i Avfoğulları yanında 14 gece kaldı ve Kubâ Mescidi'ni yapıp içinde namaz kıldı.
Rasûlü Ekrem Kubâ Mescidi'ni yapmak istediği zaman;
"Ey Kubâ'lılar! Bana Harre'den taş getirin!" dedi.
Yanına bir hayli taş toplandı.
Rasûlüllah (S.A.V), yanındaki asâ ile kıbleyi çizdi. Eline bir taş alıp oraya koydu. "Yâ Ebâ Bekir! Bir taş al, benim taşımın yanına koy!"
"Ey Ömer! Sen de bir taş al, Ebû Bekr'in taşının yanına koy!"
"Ey Osman! Sen de bir taş al, Ömer'in taşının yanına koy!" dedi.
Allah Rasûlü, sanki bu sûretle onların halîfelik sıralarını da işâretliyordu.
Bundan sonra, Peygamberimiz orada bulunan halka dönüp; "Herkes, alacağı taşını şu çizgi üzerinde arzu ettiği yere koysun!" dedi.
Böylece, Kubâ Mescidi'nin ilk taşını kıble tarafına koyan Peygamber Efendimiz olmuştur. Sonra, sırası ile Hz.Ebû Bekir (R.A.), Hz.Ömer ve Hz. Osman Efendimiz oraya gelerek birer taş koymuşlar, sonra da bütün halk yapı işine koyulmuştur.
Rasûlü Ekrem, hayâtı boyunca her cumartesi günü yaya veya binitli olarak Kubâ Mescidi'ne gelir, orada iki rekât namaz kılardı.
Kubâ Mescidi'nde namaz kılmanın, umre yapmak gibi olduğu, kılınacak namazın, kılana bir umre sevâbı kazandıracağı, Peygamber Efendimiz tarafından bildirilmiştir.
Cenâb-u Hak, Kur'ân-ı Kerîm'inde bu mescidi medhü senâ ediyor ve buyuruyor ki; "Tâ ilk gününden, temeli takvâ üzere kurulan bu mescidde namaza durmak daha doğrudur. Orada temizliği ve nezâhati pek seven insanlar var, Allah da zâten temiz olanları sever." (Tevbe Sûresi, âyet 108)

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 03, 2009 2:48 am

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN MEDÎNE'YE GİRİŞİ
Rasûlü Ekrem (S.A.V), Kubâ'dan Medîne'ye hareket etmek istediği zaman, dedesi Abdülmuttalib'in dayıları olan Neccaroğullarına haber gönderdi. Onlar da yüz kişilik bir kâfile hâlinde silahlanıp geldiler. Peygamber Efendimiz'le Hz.Ebû Bekr'e selâm verdiler ve "Siz düşmanlarınızdan emin, dostlarınız da size itaatçı olarak develerinize bininiz!" dediler.
Rasûlü Ekrem devesine bindi. Hz.Ebû Bekir (R.A.) de bindi.
Hz.Peygamberimiz önde, Hz.Ebû Bekir (R.A.) arkada, Medîne'li Müslümanlar da sağ ve sol yanlarında oldukları halde, cuma günü Kubâ'dan hareket ettiler.
Ranûna Vâdisi'nde İlk Cuma Namazı
Sâlim ibn-i Avfoğullarının yurdundan geçerken öğle vakti girmişti. Peygamber Efendimiz cuma namazının farz kılındığını Eshâbına tebliğ buyurdular ve burada ilk cuma namazını kıldılar. Orada iki hutbe irâd ettiler.
İlk hutbede, kalkıp Allâhü Taâla'ya hamdü senâ ettikten sonra şöyle buyurdu:
"Ey mü'minler! Kendiniz için âhiret azığı hazırlayın ve onu kendinizden önce gönderin. Elbette bilirsiniz ki muhakkak ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız! Sonra birinize Rabbül'âlemin, arada bir tercüman ve perdedar bulunmaksızın «Sana Rasûlüm gelip, buyruklarımı tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, ihsanlarda bulundum, sen bu nimetlerden kendine âhiret payı ayırdın mı?» diyecek. O kimse sağa ve sola bakacak hiçbir şey görmeyecek! Sonra, önüne bakacak, orada cehennemden başkasını görmeyecek!
Öyle ise yarım hurma ile de olsa, cehennemden kendisini korumağa gücü yeten hemen o hayrı işlesin. Onu bulamayan da güzel bir sözle kendisini korumağa çalışsın. Çünkü, bir iyiliğe on mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir. Allâh'ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun!"
Allah Rasûlü, hutbesinin ikinci kısmında şöyle buyurdu:
"Allâh'a hamd olsun! Allâh'a hamd ederim ve O'ndan yardım dilerim! Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allâh'a sığınırız. Allâh'ın doğru yola ilettiğini, kimse saptıramaz! Saptırdığını da kimse doğru yola iletemez! Şahadet ederim ki Allah'dan başka ilah yoktur! O, birdir, şeriki yoktur.
Sözlerin en güzeli Allâh'ın Kitâbı'dır. Allah, kimin kalbini Kur'ân ile süsler ve onu küfürden sonra İslâmiyete girdirir, o da Kur'ân'ı başka sözlere tercih ederse işte o kimse felah bulmuştur. Doğrusu, Kitâbullah, sözlerin en güzeli ve en beliğıdır.
Allâh'ın sevdiğini seviniz! Allâh'ın Kelamından ve zikrinden usanmayınız! Allâh'ın Kelamından kalbinize darlık gelmesin. Çünkü Kelâmullah, her şeyin üstününü ayırıp seçer, amellerin hayırlısını, kulların güzîdesi olan Peygamberleri, kıssaların iyisini zikreder, helâl ve haramı beyân eyler.
Artık, Allâh'a ibâdet ediniz ve O'na bir şeyi şerik koşmayınız! O'ndan gereği gibi sakınınız. Yaptığınız iyi işleri, diliniz te'yid etsin. Aranızda Allâh'ın kelamı ile sevişiniz. Muhakkak biliniz ki, Allah, ahdinin bozulmasına gazap eder. Size selâm olsun!"
Peygamberimiz'in Medîne'ye Girişi ve Medînelilerin Sevinci
Hz.Peygamberimiz, Cuma namazından sonra devesi Kusvâ'ya bindi ve yularını da onun başına doladı. Peygamberimiz önde Hz.Ebû Bekir (R.A.) arkada, yolun iki yanını dolduran yaya ve binitli Müslümanlar da yanlarında olduğu halde Medîne'nin içine doğru hareket etti.
Medîne, sevinçten çalkanıyordu!
Bera ibn-i Azib demiştir ki; "Rasûlü Ekrem Medîne'yi teşrif ettiği zaman Medîneliler, Rasülullah'a sevindikleri kadar hiçbir şeye sevindiklerini görmedim. Hatta kadınlar, kızlar, çocuklar «Câe Rasûlullah, Taleat aleyneş Şems, (Rasûlullah geldi, Allâh'ın Peygamberi geldi, güneş bize doğdu, ne mutlu bize)» diye sevinç izharında bulunuyorlardı."
Enes ibn-i Malik, Peygamber Efendimiz'in Medîne'ye girdiği günden daha güzel ve daha parlak bir gün görmediğini söyler.
Halebi'nin Hz.Âişe'den rivâyetine göre, Peygamberimiz, Medîne'ye girdiği zaman kadınlar, çoluklar çocuklar hep bir ağızdan:
"Veda yokuşundan doğdu, dolunay bize!
Allâh'a yalvaran oldukça şükretmek gerekir, mutlu hâlimize!
Ey bize gönderilen Yüce Peygamber! Sen,
Sen, boyun eğmemiz gereken bir emirle geldin bize!"
diyerek neşîdeler söylüyorlardı.
Erkekler ve kadınlar evlerin damlarına çıkmışlar. Gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler, «Rasûlullah geldi, güneş bize doğdu» diye bağrışıyorlardı.
Medînelilerin Peygamberimizi Müsafir Etmek İçin Yarışı
Sâlim ibn-i Avf oğulları âilesinden İtban ibn-i Mâlik ve Abbas ibn-i Ubâde, Rasûlüllah'ın devesi Kusvâ'nın önüne geldiler; "Yâ Rasülellah! Bizim yanımızda otur. Biz çok sayılı, hazırlıklı, emrine âmâde bir topluluğuz!" dediler.
Rasûlüllah gülümseyerek; "Hayra erin, deveye yol verin! Ona, gideceği yer buyurulmuş, duyurulmuştur!" dedi.
Yol verilince deve, Beyazaoğullarının hizasına kadar gitti. Beyazaoğullarından Ziyad ibn-i Lebîd ile Ferve ibn-i Amr gelip, onlar da aynı şekilde; "Yâ Rasûlellah, bize buyur, biz çok sayılı, hazırlıklı, emrine âmâde, seni koruyup savunabilecek kudrette bir topluluğuz!" dediler.
Rasûlü Ekrem, yine gülümseyerek; "Hayra erin! deveye yol verin! ona, gideceği yer buyurulmuş, duyurulmuştur!" dedi.
Yol verdiler. Deve, Sâideoğullarının evini geçeceği sırada Rasûlü Ekrem Efendimiz'in hânelerini teşrif etmesini çok arzu eden Sâideoğullarından Sa'd ibn-i Ubâde ile Münzir ibn-i Amir devenin önüne gerildiler, yine onlar da aynı şekilde; "Yâ Rasûlellah! Bize buyur!, biz, çok sayılı, hazırlıklı, emrine âmâde, Seni koruyup savunabilecek kudrette bir topluluğuz!" dediler.
Ancak, Peygamber Efendimiz yine gülümseyerek; "Hayra erin! deveye yol verin! ona gideceği yer buyurulmuş, duyurulmuştur!" dedi.
Yol verdiler. Hülâsa müsâfir etmek için Eshâbı Kirâm birbiriyle yarışıyor, hatta bâzıları devenin durmasını, evlerine sapmasını temin için hemen evlerinin önüne deve yiyeceği koyuyorlardı. Fakat o mübârek deve, hiçbirine iltifat etmiyor, şehir içinde kendisine ilham olunan yere doğru aheste aheste ilerliyordu.
Nihâyet, Peygamber Efendimiz'in Kusvâ adlı devesi Neccaroğullarının evine kadar gitti ve Peygamberimiz'in bugünkü Mescidlerinin bulunduğu yere çöküverdi. Burası o zaman Neccaroğullarından Sehil ve Süheyl adlarında iki yetim çocuğa âit hurma kurutma yeri idi. Deve çöktüğü zaman Peygamber Efendimiz onun üzerinden inmedi. Deve, ayağa kalktı. Rasûlü Ekrem, yine onun yularını serbest bıraktı. Deve biraz yürüdükten sonra, birden bire arkasına dönüp ilk önce çöktüğü yere kadar geldi. Oraya tekrar çöktü ve kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatıp böğürmeğe ve deprenmeğe başladı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; "İnşaallah menzilimiz burasıdır!" diyerek deveden indi.
O sırada, Ebû Eyyüb Hâlid ibn-i Zeyd el Ensârî ile zevcesi de oraya koşup gelmişlerdi. Ebû Eyyüb devenin palanını ve yükünü üzerinden indirdi. Yüklenerek büyük bir sevinç ve coşku ile evine götürüp koydu.
Peygamber Efendimiz'in devesi, Hâlid ibn-i Zeyd el Ensârî'nin evinin yanında çökünce, Neccaroğullarının küçük kız çocukları def çalarak çıkmışlar; "Biz, Neccaroğullarının kızlarıyız! Muhammed'in hısımlığı, komşuluğu ne hoş, ne mutlu!" diyerek, neşîdeler okumağa başlamışlardı.
Peygamber Efendimiz onlara; "Beni seviyor musunuz?" diye soruyor,
Onlar da; "Yâ Rasûlellah! Seviyoruz! Seviyoruz!" diyorlar,
Peygamberimiz de; "Allah biliyor ki: Vallâhi, ben de sizi seviyorum! Vallâhi, ben de sizi seviyorum! Vallâhi, ben de sizi seviyorum!" diyerek kasemle, te'kidle onlara mukabelede bulunuyordu.
Peygamberimiz'in Hz.Hâlid ibn-i Zeyd'e Müsafir Oluşu
Peygamber Efendimiz devesinden indikten sonra; "Akrabalarımızın evlerinden, hangisinin evi, buraya daha yakındır?" diye sorunca,
Hâlid ibn-i Zeyd Ebû Eyyüb El Ensârî Hazretleri; "Yâ Rasûlellah! Benim evim daha yakındır! İşte evim şurası, kapısı da şurası! devenin palanını ve yükünü de oraya indirdik." dedi.
Peygamberimiz; "Kişi binitinin ve ağırlıklarının yanında bulunur! Git, bizi kabul için de yer hazırla!" dedi.
Ebû Eyyüb hemen gidip yer hazırladıktan sonra geldi.
Hz.Hâlid ibn-i Zeyd'in iki katlı evi vardı. Rasûlullah Efendimiz; "Gelip gidenim çok olur, siz üst katta oturun, ben alt katta olayım." deyince,
Hz. Hâlid ve âilesi hüngür hüngür ağlamaya başladılar; "Bu bize çok ağır geliyor. Ne olur siz üst katta olun Yâ Rasûlellah!" diye israr ettiler.
Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz üst kata çıktılar ve orada yedi ay müsâfir oldular.
Rasûlü Ekrem, devesinin çöktüğü hurma kurutma yerinin kime âit olduğunu sordu. Muaz ibn-i Afrâ da; "Yâ Rasûlellah! orası, Amr'ın yetim oğulları Sehil ve Süheyl'indir." dedi.
Bilahere, Peygamber Efendimiz tarafından bu arsa satın alındı. Arsanın bedelini Hz.Hâlid ödedi. Buraya Mescîd-i Nebevi inşaa edildi. Yanına Peygamber Efendimiz'in ikâmetine has odalar yapıldı. Mescîd-i Şerif inşaa olunurken gerek Muhâcirler ve gerekse Ensâr canla başla çalıştılar. Peygamber Efendimiz de taş taşıyarak bu işte yardımcı oldu.
O zaman Kıble, Kudüs'deki Beyt-i Mukaddes olduğundan kapısı güney tarafına bırakılmıştı. Sonra Kıble Kâbe'ye çevrilince tâdilat yapılarak kuzey tarafından kapı açıldı.
Hicretin Târih Başlangıcı Oluşu
Milletler, kendilerince mühim bir hâdiseyi târih başlangıcı kabul etmişlerdir. Hristiyanlar, Hz.İsa'nın doğumunu (ki Mîladi târih başlangıcıdır.), İslâm'dan önce Araplar da Fil Vakası'nı târih başlangıcı kabul etmişlerdi. Peygamber Efendimiz'in Mekke'den Medîne'ye hicreti Milâdi 622 târihinde Muharrem ayında vuku' bulmuştur. Çok mühim bir hâdise olması îtibariyle Allah Rasülü'nün bu hicreti Hz.Ömer (R.A.)'ın hilâfeti zamanında, müslümanlarca târih başlangıcı kabul edilmiştir.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:27 pm

EZAN



Mekke'de iken ibâdetler gizli yapılıyor, namazlar tenha yerlerde edâ ediliyordu. Bu îtibarla Müslümanları namaz ve ibâdet vakitlerinde bir araya toplamak için herhangi bir dâvet alâmetine ihtiyaç görülmüyordu.

Medîne'ye gelindiğinde, ilk günlerde önceki alışkanlıkla mü'minler namaz vakitleri yaklaştığı zaman bir araya toplanıp vaktin gelmesini bekliyorlardı. Fakat bir müddet sonra Müslümanların çoğaldığı, Mekke'deki gibi mâniâlar olmadığı için cemaatın ibâdet mahallinde toplanması ve vaktin geldiğinin haber verilmesi için bir alâmete ihtiyaç hâsıl oldu. Allah Rasûlü, Mescîd-i Nebevi'nin yapılmasından sonra, bu hususu Eshâbıyla iştişare etti. Bâzıları boru çalınmasını, bâzıları çan çalınmasını, bâzıları yüksek bir yerde ateş yakılmasını ileri sürdüler. Bunlar, gayrimüslimlere benzerlikten kaçınmak için uygun görülmedi. Bu arada, Hz.Ömer yüksek bir yerden nidâ olunmasını teklif etti. Bu fikir kabul edildi. Peygamberimiz'in emriyle Hz.Bilâl, namaz vakitlerinde "Esselât-ü Câmiatün (Cemaatle namaza)" diye nidâ etmeğe, seslenmeğe başladı. Bu hâl Ensârdan Hz.Abdullah ibn-i Zeyd'in bir rü'yâsını gelip Rasûlüllah'a anlatmasına kadar devam etti. Nihâyet bu zâtın rü'yâsı ve bunu teyid eden diğer Sahabilerin rü'yâları üzerine ezan, şimdiki tertibi ile sünnet kılındı.

Hz.Bilâl'in sesi güzeldi. Rasûlüllah'ın emri üzerine Hz. Bilâl ezan okumağa memur edildi. Mescid'in yanıbaşındaki yüksek evin damına çıkar, tatlı sesiyle ezan okur, Allâh'ın büyüklüğünü îlan ederek, müslümanları namaza davet ederdi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:28 pm

ESHÂB-I SUFFE [1]






Mescid-i Şerif'in bir tarafında bir suffe (sofa) vardı ki üzerine hurma dallarından bir çardak yapılmıştı. Burası, evi, ailesi bulunmayan Eshâbın fakirlerine verildiği için burada barınanlara "Sofa yahut Suffe Eshâbı" denildi. Bunlar, Peygamber Efendimiz'den ilim irfan tahsilini gâye edinmiş olup Fahri Kâinât'ın ilminden, sohbetinden azami derecede istifade edebilmek maksadıyla pek zaruret bulunmadıkça buradan ayrılmazlar, ancak dünyevi maişetlerini asgari derecede temin için dünyevi işlerle meşgul olurlardı.

Barınacak bir çatı altı bulamayan kimsesiz yoksullar ve garipler, burada yatıp kalkarlardı. Bunlar iplerini alıp kırlardan odun toplarlar, onları satıp yiyeceklerini temin ederler, geçimlerini sağlarlardı. Kendi ellerinin emeği ile geçinmeğe çalışırlardı. Fakat her zaman iş bulamadıklarından aç kaldıkları da olurdu. Eshâbın zenginleri bunları gözetirler, yardım ederlerdi. Peygamberimiz, akşamları onlardan bir kısmını çağırıp kendisi doyurur, bir kısmını da hâli vakti yerinde olan sahabilerine gönderip doyurturdu.

Rasûlü Ekrem; "Bir kişinin yiyeceği, iki kişiye; iki kişinin yiyeceği, dört kişiye; dört kişinin yiyeceği, sekiz kişiye yeter!" buyururdu. Allah Rasûlü başka bir gün de; "İki kişilik yiyeceği olan, Ehli Suffe'den üçüncüyü, dört kişilik yiyeceği olan, onlardan beşinciyi, yahut altıncıyı götürsün!" buyurmuştu. Hazreti Ebû Bekir onlardan üçünü, Peygamber Efendimiz de onlardan onunu alıp götürmüştü.

Bir gün Peygamberimiz'in kızı Hz.Fâtıma'nın el değirmeni ile buğday çekip un öğütmekten elleri kabarmış ve yaralanmıştı. Muhterem babacığına ellerini göstererek, yardım için bir hizmetçi isteyince, Peygamberimiz; "Kızım, Eshâbı Suffenin ihtiyaçlarını gideremediğim halde ben sana nasıl yardımcı bulayım" demişti.

Eshâb-ı Suffe dâimâ Hz.Peygamberimiz'in yanında bulunduklarından Kur'ân ve Hadis dinler, öğrenir ve öğretirlerdi. Bu îtibarla suffe, alelâde bir sığınak değildi, bir ilim müessesesi idi. En çok hadis rivâyet eden Ebû Hureyre (R.A.) burada yetişmişti.

Peygamberimiz'in; "Benim bu mescidime gelen kişi başka bir şey için değil, hayır için, hayırı öğrenmek veya öğretmek için gelir. O, Allah yolunda cihad eden kimse mevkiindedir." Hadîs-i Şerîf'i, en kısa bir zamanda öğreticiler ve öğreniciler üzerinde tesirini göstermiş, Fahri Kâinât'ın mescidi ve suffe, bir ilim ocağı hâline gelmişti.

Ehli Suffe'ye, Kurrâ da denilirdi. Kabîlelere gönderilecek Kur'ân öğreticileri de bunlar arasından seçilirdi. Nitekim, bu yolda vazîfelendirilen ve Bi'ri Maune denilen yerde müşrikler tarafından önleri kesilerek şehid edilenlerin hepsi Ehli Suffe'dendi. Ehli Suffe'den bâzen 70'inin birden geceleri bir öğreticinin başında toplanıp sabaha kadar ders gördükleri olurdu.

İslam Târihinin başlangıcından zamanımıza kadar Medrese, Kur'ân Kursu ve Talebe Yurdu gibi değişik adlarla gelen ilim ve irfan müesseselerinin, ilim hizmetlerinin temelini ve menşeini Eshâbı Suffe'nin barındığı mubarek mekan teşkil eder.
Peygamberimiz'in Hz.Âişe İle Evlenmesi





Medîne'de, Mescîd-i Nebevi'nin inşaasından sonra, bitişiğinde Peygamber Efendimiz için odalar yapıldı. Peygamber Efendimizin ikametgahı olan bu odalara «Hâne-i Saadet» denildi. Bunların yapılması tamamlanınca Allah Rasûlü, Ebû Eyyûb el Ensârî Hazretleri'nin evinden buraya taşındı. Kölesi Zeyd'i Mekke'ye göndererek orada kalmış olan zevcesi Sevda ile küçük kızı olan Hz.Fâtıma'yı Medîne'ye aldırdı. Kızı Rükiyye, Hz.Osman ile Medîne'ye hicret etmişti. Kızı Zeynep'in kocası müşrik olduğundan Zeynep gelemedi. Hz.Ebû Bekr'in âilesini de oğlu Abdullah getirdi. Böylece Mekke'de nişanlanmış olduğu Hz.Âişe de Medîne'ye gelmiş oldu.

Mescidin yanındaki odaların yapılması tamamlanınca bunlardan birini Hz.Âişe'ye tahsis etti ve hicretten sekiz ay sonra O'nunla evlendi. Hz.Âişe o zaman gelinlik çağına girmiş bir genç kızdı. Çok zeki idi. Mükemmel bir âile terbiyesi almıştı. Hz.Ebû Bekr'in kızı olduğunu her suretle isbat etmiştir. Peygamber Efendimiz'le geçirdiği dokuz senelik hayâtında, O'ndan pek çok dîni mes'eleler almıştır. Fıkıhta yeri pek büyük olup, pek çok Hâdis-i Şerif rivâyet etmiş büyük bir âlime ve müctehide bir annemizdir.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:29 pm

MUHÂCİRLER İLE ENSAR ARASINDA KARDEŞLİK



Eshâbı Kirâm; Ensâr ve Muhâcirîn diye iki kısma ayrılır.

Mekke'den göç ederek, Medîne'ye yerleşen Müslümanlara «Muhâcir» denir. Allah yolunda mallarını mülklerini bırakıp hicret ettiklerinden çok büyük mertebeye nâil olmuşlardır.

Medîne'nin yerli halkı bunlara elden gelen her türlü yardımı yaptıklarından, onlara da yardım edici mânâsına gelen «Ensâr» denir. Onlar da, Allah için hicret edip gelen Müslüman kardeşleriyle ellerindekini paylaştıkları, onlara kucaklarını açtıkları, bütün varlıklarıyla onlara yâr ve yardımcı olduklarından pek büyük mertebeye nâil olmuşlardır.

Hz.Peygamber, Muhâcirlerden herbirini Ensârdan birine kardeş olarak tâyin etti. Bu kardeşlik kan ve neseb kardeşliğinden daha kuvvetli oldu.

Târihte, Muhâcirler ile Ensâr arasındaki kardeşlik kadar kuvvetli bir bağlantı kurulduğu ve bu kadar birbirine candan kaynaşan insanlar görülmemiştir. Medîne'liler yerlerini yurtlarını bırakarak gelen Muhâcirlere kardeş elini uzatmışlar, onları evlerinde müsâfir olarak barındırmışlar, mallarını, ekmeklerini onlarla paylaşmışlar, iş ve aş bulmuşlar ve böylece, onlara yurtlarından ayrılmanın acısını çektirmemişlerdir.

Muhâcirler ve Ensâr, İslam târihinde hürmetle anılan iki guruptur ki; bunlar, kıyamete kadar gelecek olan Ümmeti Muhammed'in öncüleri ve nümune şahsiyetler olup, başta Mevlâmız'ın ve Fahri Kâinât Efendimiz'in çok büyük müjdelerine mazhar olmuşlardır. Onlar, bu dîne çok büyük hizmet ettiler. Allah cümlesinden râzi olsun...

Yahûdîlerle Münâsebetler

Medîne'de bâzı Yahûdî kabîleleri de yaşıyordu. Peygamberimiz, Medîne'ye hicret etmeden önceki devirlerde Medîne'de yaşayan gerek Yahûdîler ile Evs ve Hazrecliler arasında ve gerekse Evs ve Hazreclilerin kendi aralarında süregelen Buas muharebeleri hepsini yıpratmış, iyice zayıflatmıştı. Bu harp ve çekişmeler her topluluğun bu şehirde birbirine üstünlük sağlamak, söz sâhibi olmak istemesinden ileri geliyordu. O zamana kadar sırasıyla birbirlerine üstünlük kuran bu topluluklar hicret sırasında, yine bu çekişmelerin gayreti içerisinde idiler.

Peygamber Efendimiz'in Medîne'ye gelmesi, Müslümanlığı kabul etmeğe başlayan Evsliler ve Hazrecliler için bulunmaz bir fırsat oldu. İslam nimeti onların arasında devam edegelen çekişmelere güzellikle son verdi. Kurân'ı Kerim'de Sure-i Ali İmran 98-101. âyetlerde de buna işaret olunmaktadır.

Rasûlullah'ın Muhâcirler ve Ensâr arasında kurduğu kardeşlik müessesesi ile Müslümanlar daha çok kaynaştı. Ayrıca her topluluğun vaziyeti gözönüne alınarak şehirde bâzı esaslar konuldu. Böylece Medîne'de bir nevi devlet idâresi ve birliği kurulmuş oldu.

Yahûdîler, Evs'liler ve Hazrec'liler arasında eskiden beri süregelen söz sâhibi olma çekişmeleri Allah Rasûlü sâyesinde son buldu. Bu usül her topluluk için de pek makbûle geçti.

Yahûdîler Peygamber Efendimiz'e îmân etmekten kaçındıkları için düşmanca fikir ve hareketlerinden geri durmuyorlarsa da İslâmın onlara yaptığı güzel muâmele karşısında, Peygamberimiz'le anlaşma yapmağı kendileri için faydalı bulmuşlardı. Onun için Peygamberimiz'e, gelip ahidnameyi imzalamak istediklerini bildirmişler ve Peygamberimiz'in Müslümanlar arasında koyduğu esaslarla yapılan ahidnameyi bilâhere Yahûdîler de imzalamıştı.

Fakat Yahûdîler Müslümanların kuvvetlenmesini istemediler. Medîne ve havâlisinde İslâmın yayılışını görünce, daha önce Medîne'yi beraberce koruyacaklarına dâir verdikleri söz ve ahidden döndüler. Yahûdîlerden Abdullah ibn-i Selam îmân etmiş, Peygamberimiz ile beraberdi. Âilesi de İslâmı kabul etti. Onun İslâmı kabulu Yahûdîler arasında büyük gürültü meydana getirdi. "Eğer Allâh'ın Rasûlünü serbest bırakırlarsa, arkasına birçok insan tâbi olacak ve taraftarı çoğalacaktır" diyerek hile yapmağı, fırsat vermemeği tasarladılar. Ahidlerini bozan Yahûdîler işte o andan îtibaren İslam ve Müslümanlar için gizli harbe başladılar.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:30 pm

MÜDÂFAA VE HARBE İZİN VERİLMESİ



Müslümanlar daha ilk zamanlarda, Mekke müşriklerinin ezâ, cefâ ve işkencelerine karşı onlarla savaşmak için Peygamber Efendimiz'den devamlı izin isterler ve; "Ey Allâh'ın Rasûlü! Kâfirlerin bu kötü muâmelelerine neden tahammül ediyoruz?" derlerdi.

Rasûlü Ekrem ise böyle söyleyenlere sabır tavsiye ediyor ve "Henüz Cenâb-u Hak tarafından harp etmek için emir gelmemiştir." buyuruyordu.

Müşrikler, mü'minlerin Medîne'ye hicret etmesiyle ilk anda onlardan kurtulduklarını zannettiler. Ancak Müslümanların Medîne'de kuvvetlenmelerini hiç çekemediler. Bir müddet sonra şiddet tatbikine başladılar. Medîne yakınlarına kadar gönderdikleri çetelerle Medînelilerin hayvanlarını alıp götürdüler. Ekili arâzilerini tahrip ettiler. Böylece şehrin emniyetini bozmağa başladılar.

Mekke müşriklerinin, Medîne'ye kadar sarkarak mü'minleri tâkip ve rahatsız etmekte ısrarlı olmaları Medîne'deki Yahûdî, müşrik ve münafıkları da cesâretlendirdi. Küstahlaşmalarına yol açtı.

Bu hâdiseler karşısında Allah Rasûlü Müslümanlar arasında nöbet tutturdu. Geceleri uyumayarak, emniyet ve asâyiş işleriyle alâkadar oldular.

Müslümanlar daha evvel müşriklere, Kâfirun Sûresinde mealen buyurulduğu gibi; "Sizin batıl inançlarınız size, benim (Hak) dînim de bana..." demekle me'murdu. İş, bu dereceye geldikten sonra, Bakara Sûresi'nin 193.âyetinde ve diğer nâzil olan âyetlerde "Emrolunduğun üzere, fitnenin kökü kazınıncaya kadar..." savaşmak, putperetsliği Arap Yarımadası ve diğer beldelerden söküp atmakla vazîfelendiler.

Cihad ve savaşa izinle alâkalı âyetlerin nâzil olmasından sonra Rasûlü Ekrem, İslâmın gelişmesine her fırsatta mâni olmaya çalışan müşriklere karşı harp îlân etmek için Sahabîleriyle beraber hazırlıklara başladı.
İLK SERİYYELER



Seriyye; düşman üzerine geceleyin gizlice çıkarılan müfrezeler, askeri birlikler, keşif kolları demektir. Gündüz gönderilenlere ise sâriye denir. Dilimizde bu kuvvetler İslam akıncıları olarak da anılmaktadır. Bunun, en azı beş kişilik, en çoğu 400 kişilik olurdu.

Gâzâ veya gazve ise, düşmanla harp etmeğe gitmek mânâsına gelir. Müşriklerle yapılan harplerin çoğunda Rasûlüllah Efendimiz bizzat bulunmuş, bir kısmında ise bulunmamıştır.

Gazâ ve Seriyyelerin Gâyesi

Peygamber Efendimiz'in, bir gazâya gitmek isteyince, gideceği ciheti ve maksadını tevriyeli (başka mânâya da gelebilecek) kelimeler içinde gizlemek âdeti idi. Bunun içindir ki, bâzı kaynaklarda Bedir savaşından önceki seriyye ve gazvelerdeki gâyenin, cereyan tarzları ve neticeleri ile bağdaşmayacak şekilde değişik ifâde edildiği görülmektedir. Halbûki, bu seriyye ve gazveler Saad ibn-i Muaz'ın da Ebû Cehil'e dediği gibi herşeyden evvel;

Kureyş müşriklerinin Hac yollarını Müslümanlara tıkamış olmalarına karşılık, Müslümanların da Kureyş müşriklerinin, Suriye ticâret yollarını kesip onları ticarî ve iktisâdi bakımdan sıkıntıya düşürebilecekleri hakkında bir uyarmağı,

Aynı zamanda, Müslümanlara karşı ne gibi bir hazırlıkta bulunduklarını öğrenmeği,

İleride yapılacak savaşlarda bâzı kabîlelerin Kureyş müşrikleri ile birleşmelerini önlemeği, hedef tutuyordu.

Hülâsa, seriyyelerden maksat; «Kureyş'e, bizim de elimiz silah tutmasını bilir demek, müşriklere gözdağı vermekti.»

Hz.Peygamberimiz, bir Hadîs-i Şerifleri'nde şöyle buyurmuşlardı: "Allah'dan başka Allah olmadığına, Muhammed (S.A.V.)'in Rasûlüllah olduğuna şehâdet getirinceye, namazı kılıncaya, zekatı verinceye kadar savaşmak bana emrolundu. Onlar, bunları yapınca, Müslümanlık hakkının gerektirdiği cezâlar müstesnâ oldukça, canlarını, mallarını elimden kurtarırlar!"

Eshâbı Kirâm'dan Abdullah ibn-i Amr; "Yâ Rasûlullah! Bana cihad ve gazâ hakkında bilgi ver?" demişti.

Allâh'ın Rasûlü, O'na; "Ey Abdullah ibn-i Amr! Eğer, sen, Allâh'ın rızasını umarak ve güçlüklere katlanarak çarpışırsan, Allah da seni kıyâmet günü o hâl üzere diriltir. Eğer sen gösteriş ve öğünmek için çarpışırsan, Allah da seni kıyâmet günü o hâl üzere diriltir. Hâsılı sen, ne halde ölür veya öldürülürsen, Allah da seni o halde diriltir." dedi.

İlk seriyyelerden bâzıları şunlardı: Hz. Hamza, Seyfülbahr'e; Ubeyde ibn-i Haris, Batn-ı Râbig'a; Saad ibn-i Ebi Vakkas, Harrar'a gönderildiler.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:33 pm

Berâ bîn-i Mağrur İçin Cenâze Namazı Kılınması

Hazrec kabilesinden Berâ bîni Mağrur, Ensârın reislerinden ve 12 nakîbinden birisi idi. Akabe'de Peygamberimiz'e bîat edilirken kalkıp Allâhü Teâlâ'ya hamdü senâ ettikten sonra; "Hamdolsun o Allâh'a ki, bizi Muhammed'le şereflendirdi ve sevgili kıldı. Biz, Allâh'a ve Rasûlüne dâvet edilenlerin âhiri, bu dâvete icâbet edenlerin ise, ilkiyiz. Allâh'ın ve Rasûlü'nün dâvetine icâbet ettik. İşittik ve itaat ettik. Ey Evs ve Hazrec cemâatı! Allah, sizi dîni ile şereflendirdi. Eğer, dinleyip itaat etmeği ve yardımlaşmağı memnuniyetle kabullendinizse, Allâh'a ve Rasûlü'ne itaat ediniz" demişti.

Berâ bini Mağrur ölüm döşeğine düşünce malının üçte birini, dilediği yere sarfetmek üzere Peygamberimiz'e vermelerini, âilesine vasiyyet etti ve "Kabrimde beni Kâbe'ye doğru yöneltiniz." dedi. Dediği gibi yapıldı.

Berâ bini Mağrur, Hac mevsiminde Mekke'ye geleceğini Peygamberimiz'e vâdetmişti. Hac mevsimine erişmeden ölüm döşeğine düşünce, âilesine; "Rasulüllah'a olan vâdim dolayısıyla beni Kâbe'ye çeviriniz. Çünkü, ben, O'na gelmeği vâdetmiştim." dedi.

Böylece, mezara defnedilirken Kâbe'ye yönelenlerin ilki oldu.

Peygamberimiz, Medîne'ye gelince eshâbıyla birlikte Berâ bîni Mâğrur'un kabrine gitti. Kabrinin üzerinde saf bağlayıp cenâze namazını kıldı. "Allâhım! Onu yarlığa! Ona rahmet et ve ondan hoşnud ol!" diyerek duâ etti.

Berâ bini Mâğrur, Ensâr nakîblerinden ilk vefât eden ve kabri üzerinde Peygamberimiz tarafından ilk defa cenâze namazı kılınan zât oldu.

Yer yüzünde ise ilk cenâze namazı Hz.Âdem için kılınmıştı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:33 pm

KIBLENİN MESCÎD-İ HARAM'A TAHVİLİ



Müslümanlar Kudüs cihetine, Mescîd-i Aksâ'ya dönerek namaz kılıyorlardı. Rasûlü Ekrem ise Kâbe'ye dönerek namaz kılmağı arzu etmekteydi.

Hicretin ikinci yılında Rasûlü Ekrem, Beni Seleme semtindeki Mescidde, Eshâbı ile birlikte öğle namazını kılarken namaz içinde Kâbe tarafına dönmesi vahy ile emrolundu. Emrolunan tarafa döndü ve arkasındaki cemaat da döndüler. Bu, hicretin onyedinci ayının başlarına ve Receb-i Şerif'in ortalarına doğru bir pazartesi gününe rastlamıştı. İçinde namaz kılarken Kıblenin Kâbe'ye tahvil edildiği bu mescide «Mescid-ül Kıbleteyn (iki Kıbleli mescid)» denir.

Cenâb-u Hak Bakara Sûresinin 144. âyetiyle Mescîd-i Haram (Kâbe) cihetine dönülmesini emretti ve o andan îtibaren Kâbe'ye dönüldü.
ORUCUN FARZ KILINIŞI VE ÂŞÛRÂ ORUCU



Hz.Peygamberimiz, Medîne'ye geldiklerinde Âşûrâ günü yahûdîlerin oruç tuttuklarını görünce; "Nedir bu?" diye sordu.

Onlar da; "Bu gün hayırlı bir gündür. Bu gün Allâh'ın İsrailoğullarını düşmanlardan kurtardığı, Mûsa'nın da şükür için oruç tuttuğu gündür." dediler.

Bunun üzerine Peygamberimiz; "Ben Mûsa'ya sizden daha yakınım" dedi ve Âşûrâ günü orucunu tuttu. Eshâbına da tutmalarını emretti.

Kıblenin Kâbe'ye çevrilişinden bir ay sonra, hicretin onsekizinci ayının başlarında, Şaban ayında, Ramazan-ı Şerif orucu farz kılındı. Ramazan orucu farz kılınmazdan önce, Âşûrâ orucu vacipti. Ramazan orucu farz kılınınca Peygamberimiz; "Âşûrâ orucunu tutmak isteyen tutsun, bırakmak isteyen de bıraksın." dedi. Böylece Âşûrâ günü oruç tutmak Ümmeti Muhammed için nâfile oldu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz