Elifîn Yeri
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

2 sayfadaki 2 sayfası Önceki  1, 2

Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:34 pm

BEDİR GAZASI (Hicrî:2, M.:624)



Bedir, Medîne'ye 80 mil mesâfede bir köydür. Mekke'den Suriye'ye giden kervan yolunun üzerindedir. Müşriklerle Müslümanlar arasında en büyük harp ilk defa işte burada olmuştur. Bedir harbi, bi'setin 14., hicretin ikinci senesi Ramazan ayında vuku' bulmuştur. Hakk ile bâtıl arasında vuku bulmuş, Tevhid şirke, İman küfre gâlib gelmiştir.

Hz.Peygamberimiz ile Müslümanlar Medîne'ye yerleştikten sonra da Mekke'deki müşrikler boş durmadılar. Bir taraftan Medîne'deki yahûdîlerden bâzılarını elde ederek, gizliden gizliye onları Müslümanlık aleyhinde kışkırtıyorlar, Medîne ile Mekke arasındaki arâzide yerleşmiş olan halkı onların vâsıtasıyla Müslümanlar aleyhine çevirmeğe çalışıyorlardı. Bunların propagandaları gittikçe ilerliyordu.

Kureyş müşrikleri, Medîne'nin yakınlarına kadar sarkarak yağmacılığa başlamış, Medîne'nin otlağından bir kaç deveyi alıp götürmüşlerdi. Düşmanın bu gibi hâl ve hareketleri Müslümanların son derece uyanık bulunmalarını îcab ettiriyordu.

Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin Medîne'ye ansızın bir hücum yapmalarına meydan vermemek için ara sıra Müslümanlarla Medîne'den çıkar, civârı tarassud ederdi. Bâzen de kendisi gitmez, etrafı kontrol etmesi için gözcü gönderirdi.

Müslümanlar, müşriklerin bitmek bilmeyen saldırıları karşısında, onlara mukâbele etmek ve artık onlarla harp etmek için def'alarca müsaade istemişlerse de Peygamber Efendimiz; "Biz bununla emrolunmadık!" diyerek, müsaade etmemişti.

Peygamber Efendimiz dâimâ dîni, irşad yoluyla yaymağa çalışmış, zorlama yoluna gitmemişti. Mecbur kalındığı zaman, nefsini müdâfaa için kılınca sarılınmasına da Cenâb-u Hakk müsaade etmişti. Peygamber Efendimiz'in Peygamberliğinin onbeş yılı böyle güzel sözle, nasîhatla, dîne dâvet etmekle geçti. Nihâyet tecâvüzleri önlemek için Allah tarafından vakti gelince harbe izin verildi.



Tarafları Harbe Götüren Sebepler

Ebû Süfyan, Müslümanların Mekke'de bıraktıkları malları da satarak Müslümanlara karşı silahlanmak için bin develik büyük bir ticâret kervanıyla Suriye'ye gitmişti. Bu servetle harbe hazırlık yapılacaktı. Bu kervanda, Mekkelilerin hepsinin malları vardı.

Peygamber Efendimiz yine bir gün, müşrikleri gözetlemek ve düşman hakkında ma'lumât edinmek üzere, Ensârdan Besbes ibn-i Amr ile Adiyy ibn-i Ebirruba'yı gözcü olarak ileri göndermişti. Gözcüler Bedir'e kadar gittiler. Kaplarına su doldurmak için oradaki su kuyusuna vardıklarında, su başında iki kişinin, Ebû Süfyan'ın ticâret kervanının yarın oraya uğrayacağı hakkında konuştuklarına şâhid oldular. Onlara hiçbir şey demeden, su doldurup döndüler ve işittiklerini Peygamberimiz'e aynen naklettiler.

Ebû Süfyan, tâkip edilecekleri kuşkusuyla Bedr'e kervanı sürmeden, konaklayacakları yerleri önceden bir gözden geçirip su başına da adamlar göndererek; «Buraya gelen oldu mu?» diye sordurmuştu. Su almak için iki kişinin geldiğini duyunca, tâkip edilmekte olduklarını sezerek, kervanı Bedr'e uğratmadan deniz sahiline, Cidde'ye sürmüştü. Bu arada, Zamzam adında müthiş çığlık atan birini kiralayarak Mekke'ye feryatçı dellal göndermişti.

Zamzam, korkunç bir kılıkla Mekke'ye gelip şehirde sokakları dolaşarak; "Ey Kureyş! Müslümanlar kervanı yağma ediyor! Yetişîn! İmdât! İmdât!" diye feryada başlamış, halkı galeyana getirmiş ve Kureyş harp için harekete geçmişti.

Ebû Cehil de işi kızıştırıyordu. Ebû Leheb hasta yatıyordu. O da hasta yatağından harbe teşvik ederek, kendi gidemeyeceğinden yerine bir bedel çıkarmıştı. Böylece hazırlanan müşrik ordusu 100 atlı, 700 develi, kalanı yaya olmak üzere 1000 civarında idi. Müslümanlarla harp etmek üzere yola çıktılar.

Bu arada Ebû Süfyan, kervanı hiçbir şey olmadan Mekke'ye ulaştırmış ve geri dönülmesi için de adamlarına haber göndermişti. Fakat, müşrikler tam bir harp hazırlığıyla yola çıktıklarını söyleyerek geri dönmediler. Bedr'e kadar gelip harbe hâkim yerlere yerleştiler. Su başını tuttular.

Aslında Ebû Cehil'den başkası harbi pek istemiyordu. Buna rağmen, Ebû Cehil kızgın bir hâlde şöyle bağırıyordu. "Buradan kat'iyyen gitmeyeceğiz. Burada üç gün kalacağız. Develer boğazlayıp yemekler yiyeceğiz, içkiler içip, çalgılar çalacağız. Bundan sonra Araplar bizim sevinç ve neş'emizi işitecekler, bizi ebediyyen sevecekler..." İşte bu azgın adam, azgınlığını böyle gösteriyordu.

Peygamber Efendimiz, ticâret kervanının Suriye'den Mekke'ye dönmekte olduğunu öğrenince, Eshab'ı ile Bedr'e doğru harekete geçti. Fahri Kâinât'ın ordusu 313 kişi olup, bunların 83'ü Muhâcirlerden, gerisi Ensardan idi. Orduda, süvâri gözcülerin kullandığı iki atla, münâvebe ile binilen yetmiş deve bulunuyordu.

Peygamberimiz, Ömer ibn-i Ümmü Mektüm'ü, Medîne halkına namaz kıldırmak için yerine vekil bırakarak, Ramazan'ın sekizinde Medîne'den yola çıktılar. Ümmü Mektüm âmâ olduğundan, Yahûdîler bir kargaşalık çıkarmasınlar diye Allah Rasûlü, Ebû Lübâbe'yi de yoldan çevirerek, Medîne'ye kâimi makam tâyin etti. Resûlü Ekrem, Ebû İnebe kuyusu yanında, Kays ibn-i Ebû Sasa'yı piyadeler üzerine çavuş tâyin edip, Müslümanların sayılmasını O'na emretti. O da aldığı emir üzerine Müslümanları orada durdurup saydı ve kendisine tekmil verdi.

Kureyş'in hazırlığından haberleri yoktu. Safra yakınına geldiklerinde, Mekke'den büyük bir ordunun çıktığını ve gelmekte olduğunu duydular.

Peygamberimiz'in Eshâbıyla İstişâresi

Peygamber Efendimiz, Eshâbıyla istişâre yaptı. Yapılacak gazânın onların rızasıyla olmasını istiyordu. Ensar ve Muhâcirîn ise Allah Rasûlü'nün tam hoşlanacağı şekilde konuştular ve O'nun mübârek kalbi sevinçle doldu.

Muhâcirîn nâmına, Mikdad ibn-i Amr konuştu ve şöyle dedi:

"Ey Allâh'ın Rasûlü! Seni bize Allah gönderdi, biz de seninle beraberiz. Biz sana İsrailoğullarının Hz.Mûsa'ya dedikleri gibi kat'iyyen demeyiz...(Onlar şöyle demişlerdi: «Sen ve Rabbin gidin harp edin, biz burada oturacağız.») Biz de deriz ki;«Sen ve Rabbin gidin harbedin, biz de sizinle beraber harp edeceğiz.»"

Ensar nâmına Saad ibn-i Muaz konuştu ve dedi ki:

"Ey Allâh'ın Rasûlü! Biz Sana îman ettik. Senin getirdiğine inandık, Sana bu hususta söz verdik. Bize istediğini emret! Biz seninle beraberiz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girersen Seninle beraber biz de gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz! Muhârebe vaktinde geri dönmeyiz! Sabrederiz, sadâkattan ayrılmayız! Allah'dan dileriz ki bizden memnun olacağın işler nasîb etsin! Hemen, Allâh'ın bereketinden dileyerek, istediğiniz tarafa gidelim."

Peygamber Efendimiz; "Böyle söyleyen bir kavim kat'iyyen yok ve mağlub olmaz." dedi.

Ensar, ikinci akabe bîatında Allah Rasûlü'nü, çocukları ve âileleri gibi koruyacaklarına söz vermişler, fakat harp edeceklerine dâir söz vermemişlerdi. Bîat maddelerinde bu yoktu. Allah Rasûlü onların ağızlarından bu sözleri işitince çok hem de çok memnun oldu. Yüzleri saadet belirtileriyle doldu ve "Yürüyün ve Allâh'ın lütfuyla şâd olun. İşte, Kureyş'in tek tek düşeceği noktaları görüyorum." diyerek, o noktaları mübârek elleriyle birer birer gösterdiler.

Dâva, kervanı basmak değil, küfür safını yıkmaktı. İstişâre netîcesinde, geri dönmek müşriklere ve yahûdîlere cesâret vereceğinden, harbe karar verildi.

Müşrik ordusu evvelce gelip Bedir suyunu zaptettiklerinden, Peygamber Efendimiz, ordusuyla Bedir'de kumluk bir sahraya indiler. Yürürken insanların ve hayvanların kumdan ayakları kayıyordu. Onun için Müslümanlar susuz kalmaktan korktular. Fakat, sabaha karşı yağan bol yağmur, Müslümanların yüzünü güldürdü. Allah tarafından, bir te'yîd-i Rabbâni olan bu yağmur sularından bol bol istifâde ettiler. Kumluk arâzi, yağmur yağınca biraz pekleşti. Üzerinde yürümek de kolaylaştı.

Bu arada Habbab ibn-i Münzir, inilen yeri beğenmeyerek şöyle dedi: "Yâ Rasûlellah! Buraya vahiy ile mi indik, yoksa bu harp durumu icabımıdır?"

Peygamber Efendimiz; "Mes'ele harp durumu işidir" deyince,

Habbab; "Bedir köyünün en sonundaki kuyunun önüne ordugâh kurulmasını" teklif etti.

Bunu münâsib buldular. Oraya gidip büyük bir havuz yaptılar. İçini su ile doldurduktan sonra diğer kuyuların üzerine çör çöp atarak kapattılar. Böylece düşman ordusunun onlardan faydalanmasını önlediler. Çünkü «harp hîledir».

Bu hâdise bize istişârenin ehemmiyetini gösteriyor.

Orada, Saad ibn-i Muaz'ın işâretiyle Allah'ın Rasûlü için bir gölgelik yaptılar. Peygamberimiz, o güneşlik altında, kalbi ile Allâh'a yönelerek; "Ey Allâhım! Kureyş, atlarıyla ve ordularıyla Senin Rasûlü'nü yalanlamak için geldiler.

Yâ Rabbi! Bana vâdettiğin zaferi bugün ver!

Yâ Rabbi! Sen eğer bu topluluğu helâk edersen, Sana yeryüzünde ibâdet edilmeyecek." diye duâ etti.

Bu duâsında o kadar vecd ve istiğrâka gelmişti ki, ridâsı (hırkası) omuzundan düştüğü halde farkına varmıyordu.

Hz.Ebû Bekir (R.A.), Peygamber Efendimiz'in ridâsını alıp omuzuna koymağa çalışıyordu... Şöyle diyerek Allah Rasûlü'ne mukâbelede bulundu: "Yâ Resûlallah, duân arşı titretti. Allah elbette vaadini yerine getirecek".

Fakat Allah Rasûlü duâsına devam etti. Hafif bir uykuya dalar gibi kendinden geçti. Rü'yâda, zaferin hilâlini gördü ve müslümanlara şöyle müjdeledi: "Bu gün kim sabırla ve sebatla harp ederse ve bu yolda öldürülürse Allah onu cennete koyar."

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:35 pm

Bedir Harbinde Nasıl Çarpışılacağının Müzâkeresi

Rasûlü Ekrem, Bedir gecesi yanındakilere, "Nasıl çarpışırsınız?" diye sormuştu.

Asım ibn-i Sâbit kalkıp eline yayı ve oku aldı; "Ey Allâh'ın Rasûlü! Kureyş kavmi, ikiyüz zira' (takriben 150-180 metre mesâfe) veya o kadar yaklaştıkları zaman yay ile ok atışı olur. Kureyş kavmi bize ve onlara taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, taşla mücâdele yapılır. Kureyş kavmi, bize ve onlara mızrak erişecek kadar yakınımıza sokulduklarında, kırılıncaya kadar mızrakla mücâdele yaparız. Kırılınca da mızrağı koruz" dedi. Kılıncı alıp kuşandı ve onu sıyırarak, "Kılınç sıyrılır. Kılınçla çarpışmağa tutuşulur!" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah; "Harbin icâbı budur, bu tarzda çarpışılmasını gerekli gördüm. Çarpışan, Asım'ın çarpışması gibi çarpışsın!" buyurdu.

Tarafların Karşılaşması ve Harbin Başlaması

Ertesi sabah, iki ordu birbiriyle karşılaştı. Mü'minlerle müşrikler karşılaştıkları zaman, mü'minler, müşrikleri az, müşrikler de mü'minleri az ve zayıf görerek her iki taraf çarpışmağa isteklenmiş ve heveslenmişti. Müşrik ordusunun başı olan Ebû Cehil, durmadan harbe teşvik ediyordu. Müşriklerin bayrağından birini Ebû Azize ibn-i Umeyr, diğerini Nadir ibn-i Hâris, diğerini Tâlhâ ibn-i Tâlhâ taşıyordu.

Rasûlü Ekrem, meydana çıkıp Müslümanların saflarını düzeltti. Bâzıları saftan dışarı çıkmışlardı. Sanki, düşman üzerine ilk önce biz gideceğiz diyorlardı.

Peygamber Efendimiz, asâsı ile onları saflarına dâhil etti ve son olarak şöyle dedi: "Ben emretmedikçe düşman üzerine gitmeyiniz. Fakat ok menziline gelindiği zaman onlara ok atınız." buyurdu.

Peygamber Efendimiz, askerlerini saf saf dizdikten sonra sancaktarlar tâyin etti. Muhâcirlerin bayrağını Müs'ab ibn-i Umeyr'e, Hazrec'in bayrağını Habbab ibn-i Münzir'e, Evs'in bayrağını Saad ibn-i Muaz'a verdi.

Harp Mübâreze İle Başladı

Mübârezeye [2] ilk olarak müşriklerden, Rebiaoğulları Utbe, Şeybe ve Utbe'nin oğlu Velid çıktılar. Bunlara karşılık, Müslümanların saflarından birçok sahabinin çıkmak için ileri atılmaları üzerine Peygamber Efendimiz, üç kişiye karşı sâdece üç kişinin çıkmasını emretti. Bunun üzerine Beni Neccardan ve Ensardan olan Afrâ namındaki hanımın oğulları, Ensar gençlerinden Avf ile Muaz ve bir de Abdullah ibn-i Revvâha çıktı.

Utbe onlara sordu: "Siz kimsiniz, kimlerdensiniz?"

Onlar da adlarını, şanlarını teker teker saydıktan sonra karşılık verdiler; "Ensardanız! Allah Rasûlü'nün Medîne yardımcılarındanız!" dediler.

Utbe; "Bizim sizinle işimiz yok." deyip bu üç kişiyi reddettiler. Bunun sebebi de, karşılarındaki insanları aşağılık görmeleri idi. Medîneliler ziraatla, Mekkeliler ise ticâretle uğraştıklarından, Medînelileri hep küçümserlerdi.

Müşrik mübârizler, yüzlerini Peygamber Efendimiz'e çevirerek; "Yâ Muhammed! Bize kendi içimizden (Mekkelilerden) kendi kanımızdan adam çıkar!" diye bağırdılar.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz çok celallendi. Hemen; "Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!" buyurarak, Onların, üç müşriki susturmalarını istedi. Üç yiğit ayağa kalkarak onların yanına doğru yürümeğe başladı. O vakit Hz.Ubeyde 63, Hz.Hamza 58, Hz.Ali 21 yaşlarında idi. Düşmanı susturmak, onların ya Müslüman olmalarını sağlamak veya İslâma attıkları iftiraları kendilerine yalatmak üzere, düşmana doğru ilerlediler. Bu üç kişi Arap âleminin en cesur savaşçı kişileri idi. Hz.Hamza ve Ubeyde İslâmdan önce Arablar tarafından da takdir edilen kimselerdi. Hz.Ali ise, Allâh'ın arslanı idi. Üçü de meydana çıktıkları zaman âdet üzere isim ve şöhretlerini söylediler. Zâten Allâh'ın bu üç arslanını tanımayan da yoktu.

Meydandaki üç müşrik, kalabalığa doğru dönerek; "Tam bunlar bizim dengi-mizdir. Biz bu üç kişi ile kılınç sallarız." diye bağırmağa başladılar.

Artık onları durdurmak için hiçbir sebeb kalmamıştı. Mübâreze başladıktan sonra, yapılan darbeleri teşvik amacıyla her iki taraftan da sesler yükseliyor, takdirlerle, Allah, Allah sesleri gökyüzünü kaplıyordu.

Müslüman mübârizlerin en yaşlısı Hz.Ubeyde, Utbe ile; Hz.Hamza, Şeybe ile; Hz.Ali de, Velid ile karşılaştılar. Hz.Hamza ve Hz.Ali rakiplerini îmânın savurduğu birer kılınç darbesiyle hemen hakladılar, devirdiler. Hz.Ubeyde, Utbe ile birbirine hamleler yapıyorlardı. Amma yaptıkları hamleler ihtiyarlıkları dolayısıyla yerini bulmuyordu. Hz.Ubeyde aynı kuvvet hamlesiyle kılıncını savururken düşmanıyla beraber kendisi de dizinden yaralandı. İşlerini bitiren Hz.Ali ve Hz.Hamza hemen atıldılar. Utbe'nin de işini bitirdiler. Hz.Ubeyde'yi omuzlarından tutup Peygamber Efendimiz'in yanına getirdiler.

Hz.Ubeyde'nin ayağından kanlar akıyordu. Bu mübârek zât ayağının ağrısını unutmuştu. Rasûlüllah'a; "Yâ Rasûlallâh! Ben şehid miyim?" diye sordu.

Kâinâtın Efendisi; "Evet" dedi. Ayağına bakarak, "Senin yerin cennettir" dedi. Bunun üzerine Ubeyde'nin yüzü güldü.

Harbin Şiddetlenmesi

Taraflar arasında ferdî cenk bitince, saflar birbirine yaklaşmağa başladı. O anda görünen manzara; birbirine sıkı sıkı yapışmış yürüyen bin kişilik küfür ordusu, suratlar asık, kaşlar çatık, ellerde yalın kılınç geliyorlar. Karşılarında sâdece 313 mü'min, amma her biri bir orduya bedel.

Umûmi bir hamle başladı.

Allâh'ın Rasûlü yerden bir avuç kum aldı ve yaklaşan düşmana saçarak; "Yüzler yere sürünsün! yüzleri kara olsun!" dedi.

Çarpışma evvelâ şiddetli bir ok atışı ile başladı. Sonra iki taraf taş, mızrak, kılınç, hançer, birbirine girdiler. Toz duman, nâra, çığlık, demir sesleri birbirine karışmış, geriden hücum işâretleri veren davul sesleri başlamıştı.

Sağa, sola, öne, dâimâ ileriye kılınç sallayan Müslümanlar, hiç tanımadıkları, şimdiye kadar görmedikleri, beyazlar giyinmiş, başları beyaz sargılı insanları yanlarında gördüler. Bunlar Allâh'ın emriyle insan şekline girmiş meleklerdi. Müslümanlar arasına katılmışlardı. Dövüşen mü'minler, kulaklarında duymadıkları, bilemedikleri sesler olarak; «Dayanın, düşman zayıf! Allah sizinledir» seslerini duyuyorlardı.

Müslümanlar, arslanlar gibi atıldılar. Kelleler uçuyor, Kureyş'in elebaşıları birer, birer yere düşüyorlardı. Ebû Cehil de bunların arasındaydı.

Müşriklerin Mağlubiyeti

Kureyş müşrikleri, 70 ölü, 70 esir vererek ve bütün eşyalarını bırakarak kaçtılar. Mü'minler 6'sı Muhâcirlerden, 8'i Ensardan 14 şehid verdi. Bedir şehidlerinin cenâze namazını Peygamber Efendimiz kıldırdı.

Müslümanlar, bu harpte daha ziyâde, Kureyş'in elebaşılarını gözetip temizlemek istiyorlardı. Çünkü Müslümanlar, ne çektilerse onların elinden çekmişlerdi. Onun için, Kureyş ulularından çoğunun Bedir harbinde öldürüldüğünü görüyoruz.

O zamanlar İslam düşmanlığının azılı lideri, elebaşısı Ebû Cehil idi. Ensardan Afrâ Hatunun iki oğlu Muaz ile Muavviz, onu öldürmeğe and içmişlerdi. Bu iki genç, harbin en şiddetli zamanında Abdurrahman ibn-i Avf'a rastlamışlar, Ebû Cehil'i tanımadıklarından, kendisinden Ebû Cehli göstermesini ısrarla ricâ etmişlerdi. O sırada, Ebû Cehil karargâhından müşrikleri kışkırtmak için çıkmış, "anam beni bu gün için doğurdu" diye, harbi kızıştırıyordu. Abdurrahman ibn-i Avf, Ebû Cehl'i Afrâ Hatunun iki genç oğluna gösterdi. Onların ikisi de yıldırım gibi at üzerindeki Ebû Cehil'e saldırdılar. Yaralayıp yere düşürdüler. Bu arada kendileri de şehîd edildiler.

Afrâ Hatunun oğulları gibi, Ebû Cehl'i arayanlar arasında Ensardan Muaz ibn-i Amr da fırsat kolluyordu. O esnâda Ebû Cehl'in yanına yaklaşarak kılıncını salladı ve ayağını yaraladı. Artık yürüyemez hâle gelen küfür önderi mecalsiz yere serilmişti. Bu arada Ebû Cehlin oğlu da babasının kanlar içinde yerde yuvarlandığını görünce yardımına koşmuş, Ensardan Muaz'ı yaralamış, bir kolunu kesmiş ve arkasından tâkibe düşmüştü. Fakat, babası Ebû Cehil (aynı zamanda küfrün de babası) ölüler arasına serilmişti.

Ebû Cehl'in Son Sözleri ve Başının Kesilmesi

Rasûlü Ekrem, durumdan çok memnun oldu. Ebû Cehli ortalarda göremediği için, onun ne olduğunu merak etmişti.

Yanındakilere; "Acaba Ebû Cehl'e ne oldu, ondan ve diğerlerinden bize kim haber getirebilir?" buyurunca, Abdullah ibn-i Mes'ud hemen oradan ayrılarak müşriklerin yere serilmiş lâşeleri arasında Ebû Cehl'i kanlar içinde can çekişir görünce sevindi. Hemen kılıncını çekip ayağı ile boynuna bastıktan sonra Ebû Cehil gözlerini açtı.

Abdullah ibn-i Mes'ud; "Ey Ebû Cehil! Sen misin?" deyince,

Ebû Cehil, O'na; "Ey koyun çobanı! Bir büyük reisi muhakkak büyük kimseler öldürmez. Bu ilk defa olan bir iş değildir. Sen, hangi tarafın gâlip geldiğini biliyor musun?" diye sordu.

Abdullah ibn-i Mes'ud; "Allâh'ın yardımıyla zafer bizim tarafta. Sizin gibi bütün kefereleri temizledik. Kalanlar da kaçıyorlar." diye cevap verdi.

Aldığı cevap üzerine Ebû Cehil çok üzüldü. Gözlerini kapamadan önce, hayâtı boyunca düşmanı saydığı Kâinâtın Efendisi'ne şöyle haber gönderdi: "Muhammed'e söyle ki şimdiye kadar O'nun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat arttı".

Abdullah ibn-i Mes'ud daha fazla dayanamadı ve şeytanın yuvası hâline gelen kafasını bir kılınç darbesiyle gövdesinden ayırdı. (Ebû Cehil ölürken bile îmâna gelmeyen keferelerin en büyüklerindendir. Ondan sonra daha birçok kefere gelecektir. Amma onun gibisi gelmeyecektir. Çünkü o Kâinât'ın Efendisi'ne çok eziyet etmişti.) Abdullah ibn-i Mes'ud cüsse bakımından Ebû Cehil'den küçüktü. Amma onun başını kestikten sonra saçlarından tutup sürüyerek Rasûlüllah'ın huzuruna getirdi ve söylediklerini nakletti.

Peygamber Efendimiz, onun başını görünce sevindi. Allâh'a şükretti ve kendi kavmine dönerek; "Bu ümmetin firavunu işte budur." dedi. Ayrıca bir Hadîs-i Şeriflerinde; "Bizim firavunumuz, Mûsa'nın firavunundan daha eşetti. Çünkü, Mûsa'nın firavunu ölürken «Mûsa'nın ve Harun'un Rabbîsine îman ettim» dedi, bu demedi." buyurmuşlardır.

Gömülen Müşrik Ölülerine Peygamberimiz'in Hutbesi

Müşrikler, öyle bir bozguna uğramışlardı ki, ölülerini bile toplayamadan kaçtılar. Peygamber Efendimiz burada, bir insanlık vazîfesi olarak, Bedir şehidlerini techîz-i tekfinden sonra, müşrik ölülerini toplatıp bir kör kuyuya gömdürttü.

Müşrikleri kuyuya doldurduklarında, kâfirlerin en mel'unlarından olan Ümmiye'tibni Halef öyle şişmişti ki, cesedi, zırhının içinde öldüğü için, kuyunun ağzından geçmedi. Zırhının içinden çekilip çıkarılınca, bedenin etleri dağıldı. Onu olduğu yerde bıraktılar. Üzerini kum ve taşlarla kapattılar.

Kuyu ağzına kadar kafir cesetleri ile dolunca, Peygamber Efendimiz kuyunun başına gelerek, şöyle hitapta bulundu: "Ey kuyuya atılanlar! (dedikten sonra içindekilerden bâzılarını adıyla ve sanıyla anarak),

Ey Utbe'tibni Rebia! Ey Şeybe'tibni Rebia! Ey Ümmiye'tübni Halef! Ey Ebû Cehl'ibn-i Hişam! (diyerek, birer birer saydıktan sonra);

Sizler, Peygamberinizin en kötü kavmi ve kabîlesi idiniz! Siz Beni yalanladınız! Başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar! Siz beni yurdumdan yuvamdan çıkardınız! Başkaları ise bana kucak açtılar! Siz benimle çarpıştınız! Başkaları ise bana yardım ettiler! Siz Rabbiniz'in size vâdetmiş olduğu azabı gerçekleşmiş buldunuz mu? Ben Rabbim'in bana vâdetmiş olduğu zaferi gerçekleşmiş buldum!" dedi.

Müslümanlardan bâzıları, bu arada Hz.Ömer; "Yâ Rasûlellah! Sen şu cansız cesetlere, kokmuş lâşelere, ne diye seslenir, söz söylersin. Ölülere konuşuyorsun, onlar duyar mı?" deyince.

Peygamber Efendimiz; "Muhammed'in varlığı kudret elinde bulunan Allâh'a yemin ederim ki, benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duyuyor ve eşitiyor değilsiniz! Fakat, onlar bana cevap vermeğe kâdir olamazlar" dedi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:35 pm

İSLÂMIN ZAFERİ VE MEDİNEYE DÖNÜŞ



Bedir Harbi, 17 Ramazan cuma günü olmuştu. Medîneliler, neticeyi merakla bekliyorlardı. Onlar büyük bir ordu ile karşılaşılacağını bilmiyorlardı. Sadece kervanın tâkip edilip, yakalanacağını zannediyorlardı. Peygamber Efendimiz, harp biter bitmez, Abdullah ibn-i Revvâha ile Zeyd ibn-i Hârise'yi Medîne'ye müjdeci gönderdi. O esnâda Rasûlü Ekrem'in kerîmelerinden biri olan Hz.Rukiyye vefât etmişti. Peygamber Efendimiz, O'nun rahatsızlığından dolayı zevci Hz.Osman'ı Bedr'e götürmemiş, başında bırakmıştı. Medînedeki bütün Müslümanlar üzüntülü idiler. Onu yeni defnetmişlerdi. Gelen müjde haberi, onlara üzüntülerini unutturdu. Onları ferahlattı.

Harpten sonra Peygamber Efendimiz ve ordusu ikindi namazını Bedir'de kılıp, Useyl mevkiine vardı. Orada bir müddet kaldıktan sonra Medîne'ye vardılar. Medîne'ye yaklaştıklarında Revhâ'da karşılamağa gelenlerle buluştu. Karşılayıcılar Peygamberimiz'i tebrik ettiler. Arkalarından bir gün sonra esirler de getirildi.

Müslümanlardan üç kat fazla ve mükemmel silahlarla mücehhez müşrik ordusunun, bozguna uğratılıp mağlup edilmesi haberi Mekkelileri şaşkına uğrattı. Habere önce inanamadılar. Bir avuç Müslümanın koca bir orduyu yeneceğini havsalaları almıyordu. Fakat, gerçek bu idi. Hasta yatağında olan Ebû Leheb'in hastalığı bir kat daha arttı. Ona bu haber ölümden beterdi. Kahroldu. Dayanamadı, yedi gün sonra öldü. Öldüğünü de bilen olmadı. Üç dört gün öyle kaldı. Ölüsü koktu. Oğulları bile kendisiyle alâkadar olmadı. Terkedilmişti. Bütün Mekke halkı homurdanmağa başladı. Nihâyet mecbur kalıp bir çukur açtılar. Uzun kazıklarla leşi ite ite oraya atıp üstüne kum, toprak koydular. Bu mağlubiyet karşısında, Mekkeli müşrik kadınlar siyahlara bürünerek mâtem tutmağa başladılar.

Esirler Hakkındaki Muâmeleler

Müslümanlar, alınan esirleri takdir edilen fidye (kurtuluş akçesi) karşılığı serbest bıraktılar. Bu parayı bulamayanlar, Müslümanlardan onar kişiye okuyup yazma öğretmek şartıyla serbest bırakıldılar. Bu, İslâm'ın ilme verdiği ehemmiyetin, ilmin her şartta ve fırsatta öğrenilmesini istediğinin önemli bir delilidir.

Peygamberimiz, Eshâbına esirlere iyi muâmele yapılmasını emretti. Eshâbı Kirâm esirlere kendi yediklerinden ve giydiklerinden daha iyisini yedirip giydirdi. Bu âlicenaplık karşısında, esirler çok duygulandı, içlerinden bâzıları Müslüman oldu.

Ebû İzze adında bir şâir vardı. Peygamber Efendimiz'e: "Beş kızım var, benden başka kimseleri yok, beni onlara bağışla!" diye ricâda bulundu. Peygamber Efendimiz de onu fidye almaksızın bıraktı. Fakat, sonradan o yine sözünde durmadı. Uhud harbinde öldürüldü.


YAHÛDÎLERİN HUZURSUZLUK ÇIKARMALARI



Medîne'de, Ensardan ayrı bir topluluk olarak yahûdîler de vardı. Ehli kitap olan yahûdîler, çok eskiden gelip yerleşmişler, sanatla, bilhâssa kuyumculukla iştigal ederlerdi.

Peygamberimiz'in Muhâcirin ile Medîne'ye teşrifinden sonra, Medîne'de bir İslam devleti kurulmuştu. Müslümanların dışında kalan yahûdîlere ve gayri müslümlere de adâletle muâmele olunacağı, fitne çıkarmamaları ve taşkınlık yapmamaları hâlinde mallarının, canlarının İslâmın teminatı altında olduğu bildirilmişti. Böylece bir anlaşma yapılmış, kendilerine emnü eman verilmişti.

Ancak Bedir zaferi, Medîne'deki yahûdîleri kuşkulandırdı. Müslümanların gücü onların gözüne battı. Müslümanların aleyhine fırsat kollamağa başladılar. Daha önce anlaşma yapan yahûdîler, şimdi sözlerinden dönüyorlardı. İlk dönen Kaynuka yahûdîleri oldu. Bunlar savaşçı idiler. Kendilerine güveniyorlardı. Müslümanlara; "Muhârebenin ne olduğunu bilmeyen Mekkelilerle çarpışmağa aldanmayın. Eğer bizimle harp ederseniz, harbin tadını alırsınız." diyorlardı.

Kaynuka yahûdîleri, Müslümanlara dilleriyle, elleriyle, eziyet ediyorlardı. Bir gün bir Müslüman kadını ziynetlerini tâmir ettirmek için, bir yahûdî kuyumcusuna girmişti. Yahûdîler, oraya toplanmışlar, Müslüman kadınla eğlenmek ve onunla alay ederek gülmek istiyorlardı. Bunun için, kadının haberi olmadan elbisesinin arka eteğini arkasına iliştirdiler. Kadın ayağa kalkınca üzeri açıldı. Ona gülüştüler. Kadın feryat etti. Kadının bu hâlini gören bir Müslüman, hemen kuyumcunun üzerine atıldı ve onu öldürdü. Fakat, diğer yahûdîler de onun üzerine hücum ederek onu şehid ettiler. Şehid edilen Müslümanın âilesi yahûdîlere karşı Müslümanlardan imdat istedi. Bu hâdise, Kaynuka yahûdîleri ile Müslümanların arasında husûmeti alevlendirdi.

Bunun üzerine, Allah Rasûlü oraya geldi. Onlardan, daha önce verdikleri söze riâyet etmelerini istedi. "Aksi hâlde Kureyş'in başına gelen sizin de başınıza gelir" dedi.

Kaynuka yahûdîleri çok şer bir cevap olarak; "Yâ Muhammed, Sen gâfil olma, Senin karşılaştığın, harp tekniğini bilmeyen bir kavimdi. Sen bunu fırsat bildin. Biz ise harbi çok iyi bilen bir kavimiz." dediler.

Allah Rasûlü de onları kuşatmak ve onlara hadlerini bildirmekten başka çâre bulamadı. Onları 15 gün muhâsara etti. Allah onların kalplerine korku düşürdü. Kurtulmaktan ümitlerini kesince, Peygamber Efendimiz'in emir ve hükmüne boyun eğdiler. Kalelerinden inerek teslim oldular.

Peygamberimiz, onları Medîne'den çıkardı. Silahlarını ve kuyumculuk aletle-rini geride bırakarak Şam hududunda bir yere yerleştiler.

Allâhü Teâlâ'nın şu âyeti bu hâdiseye uygun düşer: "Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler."

Bu da, ahdini bozanların son hâli oluyordu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu C.tesi Şub. 14, 2009 11:38 pm

SEVİK GAZVESİ



Kureyş müşriklerinin Bedir'de bozguna uğraması üzerine Ebû Süfyan; Peygamber Efendimiz'le çarpışıp Evs ve Hazrec kabîlelerini yok etmedikçe, başına ve bedenine su dokundurmamağa ve koku sürünmemeğe yemin etmişti.

Bu yeminini yerine getirmek üzere Zilhicce ayında Kureyş'ten 200 süvari ile Mekke'den çıkıp Medîne'nin Urayz nâhiyesine kadar ilerlediler. Sık bir hurmalığı, iki ev ve ekini ateşleyip yaktılar. Tarlalarında çalışan, Ensârdan bir zât ile amelesini de bulup şehîd ettiler. Ebû Süfyan bununla yeminini yerine getirmiş oluyordu. Tâkip edilmekten korkarak oradan acele geri dönüp, Mekke'ye doğru kaçmağa başladılar.

Peygamber Efendimiz, bu baskını haber alınca Eshâbıyla görüştü. Yerine Ebû Lûbâbe, Beşir ibn-i Abdil Münzir'i bırakıp tâkibe çıktı. Kargarat-ül Küdre denilen mevkiye kadar ilerledi.
Ebû Süfyan ve arkadaşlarının savuşup gittiklerini, kaçarken yüklerini hafifletmek için yiyecekleri olan seviklerini (kavrulmuş buğday ununu) torbalarıyla birlikte, ekinlerin arasına yer yer attıklarını gördüler. Müslümanlar, müşriklerin götüremeyip bıraktıkları pek çok sevik torbalarını topladılar. Bundan dolayı, bu gazveye «sevik gazvesi» adı verildi.



[1] [Suffe, Binanın bitişiğinde güneşe karşı yapılan gölgelik demektir.]
[2] [Mübâreze; taraflar harbe girişmeden önce, seçkin erlerinden bâzılarının ortaya atılarak; biz filancalarız, şöyle güçlüyüz, böyle güçlüyüz, varmı bize karşı çıkacak, şöyle yaparız, böyle yaparız gibi sözlerle, karşı taraftan kendisi ile vuruşacak er dileyip, çıkanla, kılıçlarıyla vuruşmalarıdır. Böyle sözlerle ortaya çıkıp vuruşmalarına mübâreze, ortaya çıkan kişilere de mübâriz denir.]

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 8:58 pm

UHUD MUHÂREBESİ (Hicrî:3, M.:625)



Müşrikler, Bedir Harbinde uğratıldıkları ağır mağlubiyeti bir türlü hazmedemediler. İntikam almağa karar verdiler. Şam'dan dönen Ebû Süfyan başkanlığındaki ticaret kervanının malları Darunnedve'ye konmuş ve Ebû Süfyan, Kureyş'in başı olmuştu. Bedir Harbinde ölenlerin birâderleri, yakınları, Ebû Süfyan'ın yanına gelerek; "Muhammed bizim büyüklerimizi öldürdü. O'ndan intikamımızı almamız lazım. Bizleri öksüz bıraktı. Şu kervanın malını tamamen bize verin ki bir ordu hazırlayıp, O'ndan intikamımızı alalım." dediler.

Zâten, Ebû Süfyan da, sâhipleri ölen, bu malları ne yapacağını düşünüyordu. Onların sözüne hemen "olur!" cevabını verip hazırlık yapmalarını söyledi. Hepsi toplanarak, Bedir harbinin bir sebebi olan bu kervanın mallarını, ordunun hazırlığı için kullandılar ve kuvvetli bir ordu hazırladılar.

Ebû Süfyan, Bedir'de akrabâsı ölen birkaç kişiyi sokaklarda konuşturup, halkın hislerini galeyana getirdi. Böylece câhiliyet gayretleri arttı. Müşriklerin kalplerinde kin ve ihtiras ayyuka çıktı. Hazırlanan Kureyş ordusu, hicretin üçüncü senesi Şevval ayının ilk çarşamba günü Uhud'a vardı. Kureyş ordusu 3000 kişi idi. Orduda 3000 deve, 200 at vardı. Askerin 700'ü zırhlı idi. Ayrıca, harbe kışkırtmak üzere, bu orduya 15 kadar kadın da katıldı.

Bu arada, Peygamberimiz'in amcası Hz.Abbas, hâlen Mekke'de kavminin eski dîninde olup, Kureyş'in bu yaptığı hazırlıkları Peygamber Efendimiz'e bir mektupla haber verdi. Haberci, Rasûlü Ekrem'i Kuba yakınlarında bularak haberi iletip, mektubu verdi. Müşriklerin durumunu O'na anlattı. Hz.Abbas tarafından gönderildiğini söyledi. Peygamber Efendimiz mektubu aldı ve Übeyy'ibn-i Keâb'e okuttu. Artık müşriklerin hareketini öğrendi. Bu haberin gizli tutulması gerekirdi. Allah Rasûlü, haberi önce Eshâbın büyükleri ile istişâre etti. Kureyş'e nasıl mukâbele edilecekti?

Peygamber Efendimiz'in fikri Medîne'de şehir harbi yapmaktı.

Peygamber Efendimiz'in Rü'yâsı

Peygamber Efendimiz, cuma gecesi bir rü'yâ gördü. Sabahleyin yanına gelen Müslümanlara; "Ben vallâhi bir rü'yâ gördüm. Hayra yordum. Rü'yamda, boğazlanmış bir sığır, kılıncımın ağzında açılmış bir gedik, ellerimi sağlam bir zırhın içine soktuğumu gördüm!" dedi.

"Yâ Resûlallâh, bunları ne şekilde yordun?" diye sordular.

"Sağlam zırh giymek, Medîne'de kalmağa işârettir. Orada kalınız. Kılıncımın ağzında bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma işârettir. Boğazlanmış sığır, Eshâbımın şehid düşmelerine işârettir." buyurmuşlardı. (Peygamber Efendimiz, bu rü'yâyı yorarken, «Kılıncımın gedilmesi, Ehli Beyt'imden bir kişinin öldürülmesidir!» de demişti.)

Peygamber Efendimiz, gördüğü bu rü'yâdan mülhem olarak, Kureyş müşrikleri ile Medîne dışında çarpışmağı uygun görmüyordu. İstişâre meclisinde fikirleri sorulan Eshab'dan bâzıları ile münâfıklardan Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül'ün fikri de «Medîne'de kalınması, şehir harbi yapılması» idi. Zâten, etrafı sağlam kayalarla çevrili olan Medîne şehri muhkem bir kaleden farksız idi. Müşriklerin, Medîne'ye girmelerine imkân olmadığı gibi, böyle bir şey düşünmelerine de imkân yoktu.

Gençlerin Arzusu

Peygamber Efendimiz ve Eshâbın büyüklerinden birçoğunun görüşü böyle iken, henüz gençliğinin baharında olan gençler ise kaplarına sığmıyor ve şöyle diyorlardı: "Yâ Resûlallâh! Biz bu günleri bekledik. Allah istediğimizi yerine getirdi. Dışarı çıkmak ve müşriklerle savaşmak istiyoruz. Düşmanlarımızla göğüs göğüse cenk edelim. Biz Kureyşlilerin; «Muhammed (S.A.V) ve Sahâbesinin Medîne surlarını ve kalelerini muhâsara ettik, hurmalıklarını çiğnedik, ekinlerini ezdik» diyerek memleketlerine dönmelerini kat'iyyen istemeyiz. Böyle olursa kuvvetimiz kaybolur. İnsanlar üzerimize hücum ederler".

Bedir harbinde bulunamayan Müslümanlar ile gençler, cennetle ve şehâdetle müjdelenmek isteyenler, müdâfaayı Medîne haricinde yapmak fikrinde israr ediyorlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, gençleri kırmamak ve bütün Müslümanların isteklerini yerine getirmek için hazırlık yapıp dışarı çıkmalarına karar verdi.

Peygamber Efendimiz'in; "Eğer sabrederseniz Allah size yardım edecektir." buyurması üzerine Müslümanlar çok sevinmişlerdi. Günlerden cuma günü olup, cuma hutbesinde cihâdın fazîletlerinden bahsetti. Sabırlı olurlarsa, zafere nâil olacaklarını bildirdi. Cuma namazını ve ikindi namazını kıldırdıktan sonra Hz.Ebû Bekir ve Hz.Ömer'le birlikte evine girdi. Zırhlarını giyip, kılınçlarını taktılar. Bu da gösteriyordu ki; cihad yapılacaktı.

Bu arada, dışarıda harp hakkında münâkaşa ediliyordu. Useyd ibn-i Hudayr ve Sa'd ibn-i Muaz şöyle dedi: "Siz Allah Rasûlü'nün Medîne'de kalmak fikrini gördünüz. Fakat, hariçte müdâfaada bulunmağı istediniz. Allah Rasûlü bunu iyi görmemekle beraber kabul etti. İşi O'na bırakmalıydınız, O'na vahiy gelir ve işin ne şekilde sunulacağını bize bildirirdi. Bu mevzuu Allah Rasûlü'ne yeniden götürün ve O'na tâbi olun".

Askerler, yaptıklarına pişman olmuşlardı. Doğruca Rasûlüllah'ın bulunduğu yere geldiler. "Ey Allâh'ın Rasûlü! Bize, Size muhâlif olmak yakışmaz, Sen dilediğini yap. Biz sana uyarız" dediler.

Artık olan olmuştu. Çünkü Rasûlü Ekrem silahlarını almış ve zırhını da çoktan giymişti. Yine de onların böyle söylemesi, memnunluk uyandıran bir hareketti. Onların bu sözlerine memnun olmakla beraber; "Hiçbir peygamber zırhını giydikten sonra çıkarmaz." buyurdu.

Harp İçin Medîne'den Ayrılış

Peygamber Efendimiz, Medîne'de yerine kâim-i makam olarak Ömer ibn-i Ümmü Mektüm'ü bıraktı. Allah Rasûlü, kıt'alara birer sancak verdi. Muhâcirlerin sancağını Müs'ab ibn-i Umeyr'e, Evs kabîlesinin sancağını Useyd ibn-i Hudeyr'a, Hazrec kabîlesinin sancağını Hubab ibn-i Münzir'e verdi. Atına bindi. Ordunun başına geçti. İlk emri: "Medîne'den çıkıyoruz" oldu.

İslam ordusu 1000 nefer ve 100 zırhlı olarak Medîne'den hareket etti. Bütün kadınlar caddelere çıkmış, onları teşyî ediyor, ilâhilerle uğurluyorlardı. Sa'd ibn-i Muaz ile Sa'd ibn-i Ubâde Rasûlü Ekrem'in önünde yürüyorlardı. Maksatları, Kâinâtın Efendisi'ni korumaktı. Üzerlerindeki zırh ve ellerindeki kılınçla, hiç kimseyi O'na yaklaştırmayacak kadar güçlü ve azimli idiler.

Medîne ile Uhud arası tam bir saatlik yoldu. O gün, Uhud'a gidilmeyip, Uhud ile Medîne arasında yarım saatlik yer olan Şîheyn mevkiinde gecelendi. Rasûlü Ekrem orduyu teftiş etti. Bir yoklama yaptı. Bu arada çarpışamayacak yaşta küçük çocukların da geldiklerini gördü. Yaşları 13-15 arasında bulunan onyedi genç de gelmişti. Peygamber Efendimiz, onları Medîne'ye döndürdü ve Medîne'de çocukları ve kadınları beklemek ve korumakla vazîfelendirdi.

Harbe Katılmalarına İzin Verilen Küçükler

Zübeyr ibn-i Râfi; "Yâ Rasûlallâh! Râfi ibn-i Hadic, iyi ok atıcıdır." diyerek, O'nun ordudan ayrılmamasını istedi.

Râfi ibn-i Hadic der ki: "Rasûlüllah'a arzolunduğum zaman ayaklarımda mestlerim vardı. Ayağımın ucuna basarak uzun görünmeğe çalıştım. Rasûlüllah da benim orduya katılmama müsaade etti. Bana müsaade edince, Semure ibn-i Cündüp, üvey babası Mürey ibn-i Sinan'a; «Babacığım! Rasûlüllah, Râfi ibn-i Hadic'e müsaade etti, beni geri çevirdi. Halbûki ben, güreşte onu yenerdim.» dedi.

Mürey ibn-i Sinan; «Yâ Rasûlallâh! Sen benim oğlumu geri çevirdin, Râfi ibn-i Hadic'e müsaade ettin. Oğlum onu yener.» dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; «Güreşsinler bakalım» buyurdu."

Gençler güreştiler. Semure, Râfi'yi yendi. Hz.Peygamberimiz, onun da orduya katılmasına müsaade etti. O zaman Semure ile Râfi 15'er yaşında idiler.

Uhud'daki İslam Karargâhı

Peygamber Efendimiz, Şîheyn'de derlenip toparlandığı sırada, müşrikler de Ebû Amr'ın arâzisinin bulunduğu yere kadar harp düzeni hâlinde, yavaş yavaş uzandılar. Peygamberimiz, Uhud'a doğru ilerleyip, köprünün bulunduğu yere kadar geldiler. Artık Müslümanlar da müşrikler de birbirini iyice görüyorlardı.

İslam ordusu ile Uhud'a kadar deve kuşu gibi boynunu uzata uzata gelmiş olan Abdullah ibn-i Ubeyy'ibn-i Selül, artık kanlı bir müsâdemenin kaçınılmaz olduğunu görünce, Peygamber Efendimiz için; "O, rey ve görüş sâhibi olmayan gençlerin sözünü dinledi de beni dinlemedi. Ey ahâli! Şuracıkta biz, ne diye kendimizi öldüreceğimizi bir türlü anlayamadık." diyerek, kavminden kuşku içinde bulunan ve kendisine uyan 300 kişi ile birlikte oradan geri döndü.

Peygamber Efendimiz, Uhud'da Şip vâdîsine inince, orada arkaları Uhud dağına dayalı, yüzleri Medîne'ye karşı olmak üzere karargâhını kurdu. Ordusunu çarpışma düzenine koymağa başladı. Solda bulunan Ayneyn tepesine Abdullah ibn-i Cübeyr kumandasında 50 okçu yerleştirdi. Onlara; "Ben emir vermedikçe, gâlip olsak da, mağlub olsak da kat'iyyen yerinizden ayrılmayacaksınız. Müşrikleri hezîmete uğrattığımızı görseniz bile yerinizi terketmeyeceksiniz. Düşmanı yenip ganîmet toplamağa koyulduğumuzu görseniz de, sakın bize uymayınız! Kuşların bizi kapıştıklarını görseniz de ben size adam gönderip emir vermedikçe, sakın yerinizden ayrılmayınız. Düşman süvârisi gelirse, okla mukâbele eder, ok atarsınız. Çünkü, at oku yiyince ilerleyemez, geri döner." buyurdu.

Uhud'da Müslümanların parolası «Emit, Emit (öldür, üldür)» idi.

Uhud'da Müşriklerin Yeri

Kureyş müşrikleri, Medîne'ye arkalarını çevirmişler, Müslümanlara karşı saf bağlamış bulunuyorlardı. Müşriklerin sancağını, Tâlhâ ibn-i Ebî Tâlhâ tutuyordu. Kureyş ordusunun kumandanı Ebû Süfyan idi. Diğer kumandanlar ise; okçuların başında Abdullah ibn-i Rebia, sağ cenah kumandanı Hâlid ibn-i Velid, sol cenah kumandanı İkrime ibn-i Ebû Cehil, fırka kumandanları ise Saffan ibn-i Umeyye ile Amr'ibn-i As idi.

Müşriklerin parolası «Yâ Lel Uzza ve yâ Lel Hübel» idi. Böylece putlarından medet bekliyorlardı.

Kureyş kadınları, ordunun arkasında Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in başkanlığı altında defler çalıyor, şiirler söylüyor ve orduyu harbe teşvik ediyorlardı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 8:58 pm

Uhud Harbine Nasıl Başlandı ve Nasıl Bitti?

İki taraf da harbe iyice hazırdı. Bu esnâda Allâh'ın Rasûlü elinde bir kılıç olduğu hâlde havaya kaldırarak; "Bunun hakkını kim verecek?" buyurdu.

Kılıncın üzerinde şu beyt yazılı idi:

"Fil'cübni ârun Vefil'ikbâli mekremetün

Vel'mer'ü bilcübni lâyencû mine'l-Kaderi"

(Korkaklıkta ar ve zillet, ileri atılmakta şeref ve izzet vardır. Kişi korkaklık ile kaderden kurtulamaz.)

Kılınca birçok tâlib olanlar oldu ise de Peygamber Efendimiz, onlara vermedi. Ebû Dücâne; "O kılıncın hakkı nedir, yâ Rasûlallâh?!" diye sordu.

Peygamber Efendimiz; "Onun hakkı eğilip bükülüp kırılıncaya kadar onu düşmana vurmaktır. Onunla Müslüman öldürmemek, onunla kâfirlerin önünden kaçmamaktır. Onunla Allah sana zafer, yahud şehidlik nasib edinceye kadar Allah yolunda çarpışmaktır." dedi.

Ebû Dücâne; "Yâ Rasûlallâh! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum." dedi.

Hz.Peygamberimiz, elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne, çok cesâretli, kahraman bir kişi idi. Harp meydanında kurnaz davranırdı. Başına kırmızı bir sargı sarar, halkın yanına onunla çıkarsa, çarpışmak istediği anlaşılırdı.

Ebû Dücâne, Peygamber Efendimiz'in elinden kılıncı alınca, başına kırmızı şalı sararak Müslümanlar ile müşrikler arasında meydana çıkıp çalımlı çalımlı yürümeğe, gezinmeğe başladı. Peygamberimiz, O'nun böyle kurula kurula yürüdüğünü görünce; "Bu bir yürüyüştür ki Allah, onu, bu yerin başkasında sevmez." buyurdu.

Ebû Dücâne, düşman ordusunun içine öyle bir daldı ki kelleler uçuyor, önüne gelen kâfirleri paramparça ediyordu. Ebû Dücâne, ulaşabildiği, yetişebildiği her şeyi, yarıp yırtarak, kesip biçerek, dağın eteğinde deflerle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına kadar ilerledi. Kılıncı onlara kaldırmışsa da Rasûlüllâh'ın kılıncının şerefini gözeterek, kadın kanını ona bulaştırmak istemediğinden vurmadı, korkuttu. Kadınlar feryat ederek kaçıştılar.

Taraflar birbirine iyice yaklaşmışlardı. Müşriklerin Hevâzin süvârileri, İslam okçularının korudukları geçide dalmak istedilerse de oka tutulunca, geri dönmek zorunda kaldılar.

Müşriklerden, deve üzerinde bir adam meydana çıkıp çarpışmak için er diledi. Bunun üzerine, Zübeyr ibn-i Avam ona doğru vardı. Devenin üzerine sıçrayıp, adamın boğazına sarıldı. Deve üzerinde boğuşmağa başladılar.

Peygamber Efendimiz; "Yere, aşağı doğru düşür onu!" dedi.

Müşrik, yere düştü, Zübeyr ibn-i Avam da üzerine çöküp onun başını kesti.

Bu defa, Kureyş ordusunun sancaktârı Tâlhâ bîn-i Ebî Tâlhâ; "Benimle çarpışmak için kim çıkar er meydanına" diyince,

Hz.Ali buna karşı çıktı, Talha'yı bir hamlede yere serdi ve onların sancaklarını yere düşürdü. Sonra, sancağı alan onun kardeşi Osman ibn-i Ebû Tâlhâ'nın üzerine, Peygamber Efendimiz'in amcası Hz.Hamza hücum edip kılıncı ile kolunu yaraladı. Fakat, bu defa da, sancağı Ebû Sâid ibn-i Tâlhâ almıştı. O'nu da çok hızlı davranan Sa'd ibn-i Ebî Vakkas hakladı. Ebû Sâid yere düşünce sancağı Nâfi ibn-i Ebî Tâlhâ aldı. Müşriklerin sancağı durmadan el değiştirdiği hâlde, Müslümanların sancağı hâlâ bir kişinin elinde idi. Allâhü Teâlâ gene Müslümanlara yardım ediyordu. Müşriklerin bayrağını tutmakla vazîfeli Tâlhâ sülâlesinden başka kimse kalmadığından, yedinci adamı da Hz.Hamza bir hamle ile katletti.

Hz.Hamza, kükremiş bir arslan gibi düşman ordusuna girmiş; öne, sağa, sola kılıç sallayarak müşrikleri kırıp geçiriyordu. Devamlı ilerliyordu. 31 müşrikin başını gövdesinden ayırmıştı. O'nu gören düşman asker sürüleri önünden savrulup kaçıyordu. Artık muhârebe bütün şiddeti ile başladı. Müşrik ordusu erimeğe başlayıp, fena hâlde bozuldu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 8:59 pm

Hz.Hamza'nın Şehâdeti

Ebû Dücâne Hazretlerinin öldürmekten yüz çevirdiği Hind, Cübeyr bîn-i Mudim'in kölesi olan Vâşi'ye, Hz.Hamza'yı öldürdüğü takdirde bir çok vaatlerde bulundu. Çünkü Hz.Hamza, Bedir'de Hind'in babasını ve kardeşini öldürmüş, Uhud'da pekçok müşrik başını uçurmuştu. Hz.Hamza, Cubeyr'in amcasını da Bedir'de öldürmüştü. Ayrıca Cübeyr, kölesine, Uhud'da Hz.Hamza'yı öldürdüğü takdirde, kendisinin azad edilip hürriyete kavuşturulacağını vâdetmişti.

Köle Vâşi de hürriyet ve mal arzusuyla, bir kayanın arkasına gizlendi. Oradan Hz.Hamza'yı gözlemeğe başladı. O sıralarda Hz.Hamza var gücüyle kılıncını savuruyor, müşrikleri harman gibi bir yerden kaldırıp diğer tarafa ölmüş olarak atıyordu. Hamza'nın karşısına Sibâ ibn-i Abdul Uzza'yı çıkarmışlardı. Allâh'ın arslanının kılıncını kaldırıp indirmesiyle müşrikin de yere düşüp ölmesi bir olmuştu.

Vâşi, bu arada saklandığı yerden çıkıp tam arkasından mızrağını atarak Hz.Hamza'yı sırtından vurdu. Hz.Hamza yaralandığı hâlde, hem de öldürücü yara aldığı halde yıkılmak nedir bilmiyordu. Önüne gelen müşrikleri temizlerken Kelime-i Şehâdet getiriyordu. Böylece Uhud'da hem şehîd, hem de şehidlerin reîsi oldu.

Nihâyet harp iyice kızışmıştı, Müslümanlar güçlerinin üstünde bir tâkatla harbediyorlardı. Sabırla cihâda devam ederek, müşrikleri bozguna uğrattılar. 3000 kişilik müşrik ordusu, 700 kişilik orduyu yenememişti, kaçmağa başladılar.
BİR HATÂ VE NETİCESİ



Peygamberimiz, düşman süvârisine karşı koyacak süvârisi yokken ordusunu öyle tertip etmişti ki; düşman süvârisinin hücum edebileceği sadece bir yer kalmıştı. Orayı da okçularla kapatmıştı. Abdullah ibn-i Cübeyr kumandasında 50 okçuyu oraya yerleştirmiş, "Düşman süvârisi buradan hücum edecek olursa ok atarsınız. At oku yiyince geri döner. Ben emir vermedikçe gâlip olsak da, mağlup olsak da buradan aslâ ayrılmayınız" diye sıkı sıkıya tembih etmişti.

Fakat, ilk anda düşman ordusunun bozguna uğratılmasından, zaferin kazanıldığını, harbin bittiğini zannederek okçuların çoğu yerinden çıkıp, ganîmet toplamak üzere gidiverdiler. Her ne kadar kumandanları «sakın ayrılmayın» demişse de harp bitti diye, dinlemediler. Kumandanları Abdullah ibn-i Cübeyr on kişiyle kaldı. Tam bu esnâda, oranın zayıfladığını fırsat bilen Kureyş ordusunun süvâri kolu kumandanı Hâlid ibn-i Velid, 200 kişilik bir kuvvetle, dağ geçidinde kalan okçuları şehîd etti. İslam ordusunun sol cenahından dolaşıp arkadan çevirdi ve arkadan vurdu. İşte böylece harbin çehresi birden değişti. Gâlib durumda olan Müslümanlar mağlup duruma düştü.

Bu hâl, Müslümanları hayret ve şaşkınlığa düşürdü. Hâlid ibn-i Velid'in Müslümanları arkadan çevirdiğini öğrenen Kureyş kaçmaktan vazgeçerek geri döndüler. İki hücum arasında kalan Müslümanlar neye uğradıklarını bilemediler. Ümitsizliğe düştüler. Düşmanlar kudurmuşlardı. Hz.Peygamber'in yanına kadar gelmeği başarmışlar, Fahri Kâinât'ın etrafındaki Müslümanları dağıtarak O'nun yanına kadar sokulmuşlardı.

Saad ibn-i Vakkas (R.A.)'ın birâderi Utbe-t-übnü Ebî Vakkas, müşriklerin saflarında idi. O da Peygamber Efendimiz'in çadırına kadar gelmişti. Attığı taşlarla Allah Rasûlü'nün alt dudağı yaralandı ve alt çenesinin sağ yanındaki rebaiyye (kesici) dişi kırıldı ve mübârek dişi şehîd oldu.

İbni Kâmia'nın kılıç darbesiyle Fahri Kâinât'ın sağ omuzu yaralandı ve yine onun kılıç darbesiyle başındaki miğfer de parçalandı. Miğferin halkalarından ikisi Rasûlüllah'ın şakaklarına, yanaklarına battı.

[Filhakikâ, Peygamberimiz'e ezâ verenlerin hepsi de üzerlerinden sene geçmeden belâlarını buldular. İbni Kâmia Uhud'dan ev halkının yanına döndüğü gün dağa ava gitmişti. Dağda, kendisini bir dağ keçisi boynuzlayarak delik deşik etti. İbni Şihab'ı Mekke yolunda ak benekli dişi bir yılan sokarak öldürdü, Utbe ibn-i Ebî Vakkas'ı Hatıp ibn-i Ebî Beltea öldürdü.]

Peygamber Efendimiz'in bulunduğu yerde, kılıçlar şakırdıyor, oklar sağnak sağnak yağıyordu. Bunun üzerine Eshab, halka oluşturmuşlar, Ebû Dücâne de kendisini kalkan yaparak, Peygamber Efendimiz'i koruyorlardı. Oklar O'na değmiyordu. Düşman, onun canına kasdedip her taraftan, Alemlere Rahmet olan Yüce Peygamberimiz'e oklar atarken, O'nun mübârek lisânından şu duâ göklere yükseliyordu: "Yâ Rabbi! Kavmim câhildir. Sen onlara hidâyet et. Onları affet. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar".

İnsanlık târihinde acaba başka böyle bir hâdise var mıdır?

O gün Ebû Tâlhâ, bu sıkıntılı anlarda Peygamberimiz'in yanından hiç ayrılmamış, kendi kalkanı ile O'nun mübârek yüzünü muhâfaza etmiştir. Rasûlüllah harp sahasına bakmak istedikçe; "Aman, başınızı kaldırmayınız! Olmaya ki, bir ok isâbet eder," derdi.

Sa'd ibn-i Ebû Vakkas ise Allah Rasûlü'ne yaklaşan herkese durmadan ok yağdırıyor, Rasûlü Ekrem de O'na kendi oklarını kendi eliyle vererek; "Bunları da at!" diyor ve kendisi için duâ ediyordu. Sa'd ibn-i Ebû Vakkas kendisine verilen okları müşriklere attıkça, hiçbirisi Rasûlü Ekrem'in yanına yaklaşamıyordu.

Ümmü Emâre diye anılan Nesibe Hâtun, harp sabahı eline su tulumunu almış, Müslümanlara su dağıtıyordu. Kendisi Akabe'de Rasûlü Ekrem'e bîat edenlerdendi. Bu defa zevci ve iki oğlu ile beraber Uhud gazâsında bulunup, su hizmeti yanında, onların kahramanlıklarını da görmek istemişti. Vaktâ ki Müslüman mücâhitleri iki taraftan gelen hücum arasında kalıp şaşırınca ve arkasından hezîmet de başlayınca, elindeki su tulumunu bırakmış, onun yerine bir kılınç alarak, Allah Rasûlü'nü Kureyş'e karşı müdâfaa etmeğe başlamıştı. Son olarak İbni Kâmia ile vuruşurken yaralandı.

Ebû Dücâne ise Allah Rasûlü'nü müdâfaa ediyor, gelen saldırılardan O'nu korumağa çalışıyordu. Bu esnâda sırtı kirpi gibi oklarla dolmuştu.

Düşmana şiddetle karşı koyan Enes ibn-i Nadr, 70 kılıç darbesi yedikten sonra şehid edildi. O'nu kız kardeşi ancak parmaklarından tanıyıp teşhis edebildi.

Uhud'da Peygamberimiz'in Ubeyy ibn-i Halef'i Öldürmesi

Ubeyy ibn-i Halef, Mekke'de Peygamberimize rastladıkça; "Yâ Muhammed! Benim bir atım var, her gün ona 16 ölçek darı yediriyorum, bir gün gelir onun üzerine biner seni öldürürüm!" diyordu.

Peygamber Efendimiz de; "Belli olmaz, belki İnşaallah ben seni öldürürüm!" buyururmuştu.

Ubeyy ibn-i Halef Uhud'da, Hz.Peygamberimiz'in hayâtına son vermek için and içmişti. Kardeşi Ummiyet'ibn-i Halef'in intikamını almak istiyordu. "Muhammed nerededir?" diye bağırıyordu. "Gelsin de benimle çarpışsın. Peygamberse beni öldürür." diyordu.

Peygamberimiz Uhud'da çarpışırken arkasına dönüp bakmıyor, Sahabîlerine; "Ubeyy ibn-i Halef'in arkamdan gelmesinden korkarım. O'nu gördüğünüz zaman bana yaklaştırınız!" diyordu.

Peygamberimiz Şı'ba geldiği sırada Ubeyy'ibn-i Halef'in atını gördü ve onu tanıdı. Ubey ibn-i Halef; "Yâ Muhammed! Sen kurtulursan ben kurtulmayayım" diyerek gelip kavuştu.

Peygamberimiz'in yanında bulunan Sahabîleri; "Yâ Rasûlallâh! İçimizden birisi ona karşı koysa, saldırsa olmaz mı?" dediler.

Peygamber Efendimiz; "Bırakınız, gelsin o!" dedi.

Ubeyy'ibn-i Halef, Peygamberimiz'in yanına kadar geldi. Eshâbı Kirâm, dayanamayarak onun önünü kesmek istediler.

Peygamberimiz; "Geri durunuz" dedi. Hemen Hâris ibn-i Sımmen'in mızrağını eline aldı. Sonra Sahabîlerine kükremiş devenin silkinmesi gibi silkindi. Onları devenin sırtından sineklerin uçup dağılışı gibi etrafından dağıttı. Rasûlüllah'ın o sıradaki celâdeti hiç kimsede yoktu.

Peygamberimiz davranınca Ubeyy'ibn-i Halef dönüp kaçmağa başladı. Peygamberimiz ona; "Ey yalancı nereye kaçıyorsun?!" dedi ve onu (boynunun miğferle zırh yakası arasındaki kısmından) mızrakla vurup yaraladı. Şah damarını kopardı. Ubeyy, sığır bögürür gibi böğürerek atından yere yuvarlandı, kaburga kemiklerinden bâzısı da kırıldı. Müşrikler onu ordugâhlarına getirdiler. Yarasının kanı çıkmıyordu. Ağrısı sızısı dayanılacak gibi değildi.

Bunun için Übeyy; "Vallâhi Muhammed beni öldürdü!" dedi.

Arkadaşları; "And olsunki, sen aklını kaybetmişsin! Sendeki yaranın hiç ehemmiyeti yok!" dediler.

Ubeyy ibn-i Halef ise; "O bana Mekke'de «Seni ben öldüreceğim» demişti, Vallâhi O benim üzerime tükürse yine beni öldürür!" dedi.

Ubeyy'ibn-i Halef bir gün veya bir günün bir kısmı geçtikten sonra, Mekke'ye 6 mil uzaklıkta bulunan Selef'e gelince öldü. Yolda giderken; «Susadım, susadım» diye bağırdığı, bir adamın da «Su verme ona, çünkü o Rasûlüllah'ın düşmanıdır» dediği rivâyet edilir.

Ayrıca Peygamber Efendimiz, kılıncını parlata parlata yürüyen bir müşriki yaya olarak karşılayıp; "En'en-Nebiyyü lâ kizib, En'ebnü Abdülmuttalib lâ kizib. (Ben, Peygamberim! yalan yok! Ben, Abdulmuttalib'in oğluyum! yalan yok!)" diyerek onu vurup öldürdü.

Sahâbenin büyükleri, Allah Rasûlü'nün etrafında toplandılar ve O'nu düşmandan korumak için beraberce dağa çıktılar.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 8:59 pm

Sahabenin Peygamberimiz'in Etrafında Toplanmaları

Muhârebe nerede ise bitmek üzere idi. Rasûlü Ekrem, maiyyetindeki Müslümanlara, Uhud vâdisine toplanmalarını emretti. Bütün Müslümanlar Uhud vâdisinde toplanmışlardı. Hz.Ali Rasûlü Ekrem'e su götürmüştü. Rasûlü Ekrem orada namazını kıldı.

Müminler emniyetli bir yere çekilince ilk iş olarak Peygamberimiz'in tedavisi ile meşgul oldular. Mubarek yüzüne batan iki zırh halkasını Ebû Ubeyde'tibni'l Cerrah dişleri ile çıkardı. Çıkarırken de kendi dişlerinden ikisi düştü.

Müşrikler, bitirmekte oldukları işi yarım bırakmak istemediler ve Uhud dağına tırmanıp Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bu hâli gören Rasûlü Ekrem Allâh'a şöyle yalvardı; "Yâ Rab! Artık oraya çıkmasınlar!"

Allâhü Teâlâ, Habîbinin, Kâinâtın Efendisi'nin duâsını kabul etmişti. Müşrikler bütün uğraşmalarına rağmen bir türlü istedikleri yere çıkamıyorlardı. Çıkamayacaklarını anladıkları zaman, bu işten vazgeçtiler. Bu arada Hind ve etrafındaki kadınlar muhârebe arasındaki şehidlerin kulaklarını ve burunlarını kesip kendilerine gerdanlık yapıyorlardı.

Muhârebe sona ermiş sayılırdı. Fakat, Ebû Süfyan hâlâ şüphe içerisinde idi. Çünkü Rasûlü Ekrem'in ölüp ölmediğini bilmiyordu. Bunu öğrenmek maksadıyla, bulunduğu tepeden; "İçinizde Muhammed var mıdır?" diye bağırmağa başladı.

Üç defa tekrarladı, cevap verilmedi.

Bu sefer: "Peki! içinizde Ebû Bekir var mıdır?"

Buna da cevap verilmedi.

Bu defa; "İçinizde Ömer ibnil Hattab var mıdır?" diye sordu.

(Rasûlü Ekrem, Eshâbı Kirâm'a; "Sakın sesinizi çıkarmayınız" diye buyurmuştu.)

Sorulan suale cevap gelmeyince, Ebû Süfyan rahatlıyordu, ölmüşler sanıyordu. Kendi kendine şöyle dedi: "Eğer sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi. Cevap vermediklerine göre öldüler, artık biz kazandık, yapılacak bir şey kalmadı, geri dönebiliriz".

Amma Hz.Ömer dayanamadı. Olduğu yerden bağırmağa başladı. "Yalan söylüyorsun Ebû Süfyan, söylediğin bütün şahıslar yaşıyorlar. Senin hakkından muhakkak geleceklerdir".

Ebû Süfyan şaşırmıştı; "Muhârebe nöbetledir. Bugün Bedir gününün karşılığıdır." diyordu.

Hz.Ömer kızmağa başlamış; "Hayır, çünkü sizin ölüleriniz cehenneme, bizim şehidlerimiz cennete gitmişlerdir. Aramızdaki fark bundan ibârettir." dedi.

Bunun üzerine Ebû Süfyan; "Beri gel, ya Ömer!" dedi.

Hz.Ömer, Rasûlü Ekrem'den müsâde aldıktan sonra, ileri gitti. Ebû Süfyan'ın ne diyeceğini merak ediyordu. Ebû Süfyan: "Yâ Ömer! Allah için doğru söyle, biz Muhammed'i katlettik mi?".

Hz.Ömer bu soruya şöyle cevap vermişti: "Hayır! Allâh'a yemin ederim ki hayır! Rasûlü Ekrem şimdi senin söylediğin sözleri duyuyor".

Bunun üzerine Ebû Süfyan; "Ben sana İbni Kâmia'dan daha fazla inanırım. Sen yalan söylemezsin." dedi.

Ebû Süfyan artık muhârebe edecek durumda değildi. Bunun için atını geri çevirdi. Mekke'ye döneceklerdi. Son defa olarak; "Gelecek sene Bedir'de buluşalım" dedi.

(Hz.Ömer, Rasûlü Ekrem'e bakmıştı. Rasûlü Ekrem «olur» anlamında başını sallayınca;) Hz.Ömer de; "İNŞALLAH" diye cevap verdi.

Müşrikler gâlip durumda idiler. Amma korkuyorlar, ne yapacaklarını bilemiyorlar, birbirlerinden bile çekiniyorlardı. Çünkü, karşılarında bulunan orduda kendi akrabâları bile vardı. Onlardan birini öldürmek, düşman kazanmaktan başka bir şey değildi.

Rasûlü Ekrem'in her tarafı tozdan berbat olmuştu. Amma Allâh'ın sevgilisi kendisini düşünmüyor, etrafında savaşan insanların varlığını öğrenmek istiyordu.

Peygamber Efendimiz ibn-i Mesleme'ye dönerek; "Acaba Sa'd ibn-i Rebiğ ne hâldedir? Şehitler arasında mıdır? Yoksa yaralı mıdır? O'nun durumundan bana haber getiriniz. Çünkü on müşrikle çarpıştığını gördüm." buyurdu ve eliyle vâdînin bir köşesine işâret ederek; "Ben onu bir ara orada görmüştüm!" dedi.

Ensardan Muhammed ibn-i Mesleme Peygamber Efendimiz'in işâret ettiği tarafa doğru gitti. Her tarafa baktı. Bulamadı. Şehitlerin ve yaralıların yanına gitti. Aramağa başladı. Belki ağır yaralıdır, kendisine yardım lâzımdır düşüncesiyle nihâyet; "Ey Sa'd! Beni Rasûlü Ekrem gönderdi. Neredesin? Şehitler arasında mısın? Yaralılar arasında mısın? Ses ver." diye çağırmağa başladı.

Rasûlüllah'ın ismini duyan Sa'd; "Buradayım, yaralılar, şehidler arasındayım." diye, inilti şeklinde seslenebildi.

Muhammed ibn-i Mesleme tekrar bakınmağa başladı. Nihâyet kulağına gelen sesin sâhibini buldu. Vücudu yaralar içerisinde olup, yüzü hâlâ gülüyordu. Henüz ruhunu teslim etmeden Mesleme onun yanına kadar gelebilmiş ve yerden başını kaldırarak konuşmasını sağlamıştı.

Sa'd şöyle buyurdu: "Rasûlüllah'a benim selamımı ilet. Şu anda cennet kokularını duyuyorum. Kavmim Ensar'a da selamımı söyle; Peygamberimiz'e ihlasla bağlılık ve itaat hususunda kirpikleriniz kımıldar oldukça son derece gayret ediniz. Değilse, Allah katında mâzur olamazsınız." ve gözlerini kapatarak vefât etti. Ensarın en ulularından biri olan Sa'd, Rasûlü Ekrem'e Akabe'de biat etmiş, dîn-i mübinin yüceliğini orada kabul edip, kendi kavmine yaymak için vazîfe bile almıştı.

Mesleme, O'nun yanından ayrılarak verilen vazîfeyi yaptığını bildirmek üzere, Rasûlü Ekrem'in yanına gelip Sa'd'ın şehid olduğunu ve selâmını Rasûlü Ekrem'e ilettikten sonra gözleri yaşarmıştı. Bunun üzerine Rasûlü Ekrem Sa'd hakkında; "Yâ Rab! Sen Sa'd'dan razı ol" diye duâ etmişlerdi.

Rasûlü Ekrem muhârebe sahasında dolaşmağa başlayıp şehîd olan Müslümanları kontrol ediyor ve üzüntülerini ifâde ediyorlardı. Bir ara amcası Hz.Hamza'yı gördü. Hâlinden şiddetle müteessir oldular. Kulakları kesilmiş, karnı hunharca deşilmişti. Tanınmayacak hâlde idi. Bu hâle Rasûlü Ekrem o kadar üzüldüler ki şimdiye kadar böyle üzülmemişlerdi. Gözleri yaşlarla doldu.

Peygamberimiz, Hz.Hamza'nın cesedinin başına dikilerek; "Hiçbir zaman, senin kadar musibete uğranmamış ve uğranmayacaktır. Ben, bunun kadar beni gazaplandıran bir yerde de durmamışımdır, Ey Rasûlüllah'ın amcası!

Ey Allâh'ın ve Rasûlüllah'ın arslanı Hamza!

Ey hayırlar işleyen Hamza!

Ey üzüntüleri gideren Hamza!

Ey Rasûlüllah'ı koruyucu olan Hamza!

Allah sana rahmet etsin! İyi bilirim ki; Sen, hısım ve akrabâlık haklarını gözetir, dâimâ hayırlı işler işlerdin. Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi, sevinmeği bırakıp sana yas tutardım..." diye hitâbede bulundu.

Hz.Hamza, halkı tarafından sevilir ve sayılırdı. Müslüman olduktan sonra Müslümanlar rahat etmişlerdi. Peygamber Efendimiz bundan dolayı Hz.Hamza'yı çok severlerdi. Allâh'ın arslanı olan Hz.Hamza, Rasûlü Ekrem'den iki yaş büyüktü.

O sabah iki mübârek Sahâbi'den Sa'd ibn-i Ebî Vakkas (R.A.) şöyle duâ etmişti: "Yâ Rab! Bir büyük düşmana rastlayarak onunla cenk edeyim, gâlip geleyim, O'nu yerle bir edeyim." Böyle niyet etmiş, böyle duâ etmiş, böyle yalvarmıştı. Cenâb-u Hakk O'nu niyetine ulaştırdı.

Abdullah ibn-i Cahş (R.A.) ise şehidlik, Allâh'a vuslat ve O'nun yüce makâmına ermek için; "Yâ Rab! Büyük bir düşmanla cenk edeyim, O beni şehid etsin, kulaklarımı burnumu kessin, Sen bana «kulakların ve burnun nerede?» dediğin zaman, Senin ve Peygamberin'in uğruna kesildi diyeyim." diyerek yalvarmıştı.

Sa'd ibn-i Ebî Vakkas, O'nu şehidler arasında bu halde görünce şaşırmıştı. Çünkü, Allah'dan istediklerini elde edenlerden biri de O idi. Abdullah ibn-i Cahş ise bu sıralar henüz 40 yaşını yeni doldurmuştu.

Uhud harbinde müşriklerden 20 ile 30 kadarı öldürüldü. Müslümanlar 70 şehid verdiler. Rasûlü Ekrem, şehidleri öylece gömmeği emretti. Çünkü, şehidler üzerinde hangi elbiseleri varsa öyle gömülüyorlardı.

Allâh'ın Nusreti ile Mağlubiyetten Galibiyete

Müslümanlar, büyük bir üzüntü içinde Medîne'ye döndüler. Bu üzüntüye Hz.Peygamber'in emirlerini dinlemediklerinden kendileri sebebiyet vermişlerdi. Medîne'deki yahûdîler ve münâfıklar bu mağlubiyete sevinmişlerdi. Bu, Hz.Peygamber'e ağır geldi. Ayrıca müşriklerin geri dönüp Medîne'ye bir baskın yapmaları, saldırı düzenlemeleri ihtimali de vardı. Hatta müşriklerden Ebû Cehlin oğlu Ikrime, kumandanları Ebû Süfyan'a bunu teklif de etmişti.

Peygamber Efendimiz, Müslümanların zayıf düşmediğini hem yahûdîlere hem de müşriklere göstermek için, yaralı ve yorgun olduğu halde düşmanı tâkip etmeğe karar verdiler. 16 Şevval, harbin ertesi pazar günü Rasûlü Ekrem, Bilâl-i Habeşî Hazretlerine; "Dön! Uhud harbinde bulunanlara haber ver. Hemen toplansınlar. Düşmanın peşine düşeceğiz" buyurdu.

Bilâl-i Habeşî, kendisine verilen vazîfeyi her zaman olduğu gibi yerine getirmişti. Çünkü, harpte olup da bu çağrıya gelmeyen yoktu. Bütün Müslümanlar mescidin yanında toplandılar. Rasûlü Ekrem orada Medîne muhafızlığına Ümmü Mektüm (R.A.)'ı tâyin ederek sancağı Hz.Talha (R.A.) hazretlerine verdi. Bu, hemen yola çıkacaklarına işâret ediyordu. Rasûlü Ekrem de muhârebede yaralanmıştı. Böyle olduğu halde atına binerek 630 kadar İslam mücâhidi ile yola çıktı. Medîne'ye sekiz mil mesâfede bulunan Hamrâ-ül'Esed mevkiine geldikleri zaman konaklamağa karar verdiler. Orada üç gece söndürmeksizin ateş yakarak, tereddüt içinde olan düşmana karşı kuvvetli ve kalabalık olduklarını gösterdiler.

Mekkeliler, Uhud'dan çekilmişler, Revha'ya gelmişlerdi.

Hz.Peygamberimiz arkalarından bir gözcü gönderdi ve; "Git bak! Eğer develere biniyorlarsa Mekke'ye gidiyorlar, yok atlara biniyorlarsa Medîne'ye saldıracaklardır." dedi.

Haberci, develere bindiklerini söyledi.

Fakat, Mekkelilerde bir tereddüt vardı. Kimisi harp için geri dönülsün istiyorlardı. Ebû Süfyan da Müslümanlardan korkmağa başlamıştı. Müşrikler hemen toplanıp Mekke'ye doğru hareket ettiler. Açık açık kaçıyorlardı. Müslümanlar Uhud'da mağlup olmuşken gâlip duruma geçtiler.

Rasûlü Ekrem ve ordusu müşriklerin kaçtığını öğrenince, sevinçlerinden ilâhî söyleyerek Medîne'ye döndüler.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 9:00 pm

Uhud Harbinden Alınan Târihi Ders

Uhud Harbi neticesinde müslümanların aldığı târihi ders; her hâlükârda mutlak surette emre itaatın lüzûmudur. Zîra, düşman süvârisini karşılamak üzere yerleştirilen okçulara, Peygamberimiz tarafından; "Ben emir vermedikçe yerinizden ayrılmayınız" buyrulduğu hâlde onların, daha yeni olmalarından, emre itaatın mutlak surette lüzûmunu bilemeyerek, harp kazanıldı zannıyle yerlerinden ayrılıvermeleri mağlûbiyete sebep olmuştur.

Kuzman'ın Müslüman Askerler Arasında Çarpışarak Gösterdiği Yararlıklara Rağmen Cehennemlik Oluşu

Kuzman, Uhud Muhârebesine çıkmaktan kaçınmıştı. Kadınlar O'nu; "Sen, yoksa kadın mısın!?" diye ayıplayınca, arlanarak kılıncını ve yayını alıp harbe koştu. "Ey Evs Hânedanı! ölmek, sizin için, utanmaktan, kaçmaktan hayırlıdır. Siz de benim yaptığım gibi şeref ve şan için çarpışınız." diyerek müşriklerin ortasına kılıçla daldı. Müşriklerden, Hâlid ibn-i Alem'i, tepeden tırnağa kadar demir zırha bürünmüş olduğu halde, omuzuna indirdiği bir kılınç darbesiyle göğsüne kadar yardı. Vâil ibn-i As'ı da bir vuruşta yere serdi. Yine müşriklerden 7-8 kişi daha öldürdü. Kendisi de yaralanarak Zaferoğullarının evine getirildi.

Uhud harbinden önce, Kuzman'ın adı anıldıkça, Peygamber Efendimiz; "O, cehennemliktir!" derdi.

Müslümanlardan birisi ona; "Ey Kuzman! Seni tebrik ve Cennet'le tebşir ederim. Vallâhi, bugün senin uğradığın musîbet sana Allah'dandır." deyince,

Kuzman; "Ne diye tebrik ve tebşir ediliyorum?! Vallâhi ben, Kavmimin gayretinden başka bir maksadla çarpışmadım. Böyle olmasaydı, çarpışmazdım!" dedi. Yaralarının sancısı şiddetlenince de ok çantasından bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti. Peygamberimiz, Kuzman'dan bahsedildiğinde, onun hakkında; "Şüphe yok ki Allah bu dîni, fâcir bir adamla da te'yid eder" buyurmuştur.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 9:01 pm

HİCRETİN ÜÇÜNCÜ SENESİ HÂDİSELERİ



Hz.Ali'nin oğlu Hz.Hasan dünyâya geldi.

Hz.Peygamberimiz, Hz.Ömer'in kızı Hz.Hafsa ile evlendi.

Hz.Osman'ın birinci zevcesi Rukiyye vefât ettiğinden, yine Peygamber Efendimiz'in kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Böylece Peygamber Efendimiz Hulefâ-i Râşidîn'in ikisine kız vermiş, ikisinin kızıyla evlenerek sıhriyet bağları kurmuştu.

Kumar ve içki haram kılındı.

Uhud'dan sonra, çöldeki kabîlelere zaman zaman müfrezeler çıkarılmış, Uhud mağlubiyetinden cesâretlenip bir saldırı düşünmemeleri için onlara gözdağı verilerek yıldırılmış, Medîne'ye saldırmaları önlenmiştir.
HİCRETİN DÖRDÜNCÜ YILI HÂDİSELERİ



Lihyanoğullarının Hîlesi ve Reci Seriyyesi

Lihyanoğulları, komşuları Adal ve Kare kabîlelerine giderek, «zekâtlarını vermek ve İslâmiyete dâvet etmek üzere Eshâbından bâzılarını, kendilerine göndermesi için» Rasûlüllah'a ricâda bulunmalarını istediler. (O sırada Abdullah ibn-i Üneys, Hâlid ibn-i Süfyan'ı öldürmüştü.) "Gelecek olanlardan bâzılarını adamımıza karşılık öldürür, öcümüzü alırız. Ötekilerini de Mekke'ye Kureyş'e götürür satarız. Kureyş'in, Bedir'de öldürülen adamlarına karşı, Muhammed'in Eshâbından kendilerine getirilecekleri, işkence ile öldürecekleri kadar hoşlarına gidecek bir şey yoktur." dediler.

Bunun üzerine Adal ve Kare kabîlesinden Müslüman olduklarını söyleyen bir heyet Medîne'ye gelerek; "Yâ Rasûlellah! İslâmiyet kabîlemiz içinde yayılmağa başladı. Eshâbından bâzılarını bizimle birlikte gönder de onlar bize dîni iyice anlatsınlar, Kur'ân okusunlar ve İslam şerîatını öğretsinler!" diye dilekte bulundular.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onlarla birlikte Eshâbından Mersed bin Ebi Mersed kumandasında yedi kişi [1] gönderdi. Bu İslam fedâi birliği Reci suyu başına vardıklarında, kendilerini götürenlerin ihânetine uğradılar. Adal ve Kare kabîlesi heyetinden birisi, bir bahâne ile yanlarından ayrılıp, Müslümanların geldiğini Lihyanoğullarına haber verdi.

Lihyanoğullarından 100'e yakın kişi, bu İslam fedâi birliğini öldürmek için geldiler. Onlar da dağa sığınmışlardı. "Teslim olun size bir şey yapmayacağız. Hiçbirinizi öldürmeyeceğiz. Fakat, size karşılık olarak, Mekkelilerden bir şeyler koparmak istiyoruz." dediler.

Mücâhitler teslim olmayıp çarpıştılar ve şehîd oldular. İçlerinden Hubeyb ibn-i Adiyy, Zeyd ibn-i Desinne, Abdullah ibn-i Târık, öldürülmeyeceklerine dâir kesin söz alınca, dağdan inip teslim oldular. Fakat, onlar sözlerinde durmadılar. Mekke'ye götürüp müşriklere sattılar. Müşrikler de, Bedir'de ölenlerine bedel olarak onları fecî işkence ile şehîd ettiler.

Bi'ri Maûne (Maûne Kuyusu) Hâdisesi

Kilâb kabîlesinden Ebû Berâ Ömer ibn-i Mâlik Peygamber Efendimiz'e gelerek; "Ey Allâh'ın Rasûlü! Eğer Necid ahâlisine Müslümanlardan bâzılarını gönderirsen, oradakiler de Müslüman olur." demişti.

Peygamberimiz; "Ben Necidlilere pek güvenmem, Eshâbıma kötü muâmele edebilirler." deyince, Ebû Berâ, gönderilecek irşad heyetini koruyacağına dâir teminat verdi.

Bunun üzerine Rasûlü Ekrem, Ebû Berâ'nın birâderzâdesi Ömer ibn-i Tufeyl'e bir mektup gönderdi. Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmek ve onları irşad etmek için Ensârın ulularından Münzir ibn-i Amr (R.A.) kumandasında, kırk kişilik bir kâfileyi safer ayında Necid ahâlisine gönderdi.

Kâfile, Medîne'ye dört konak mesâfede olan Bi'ri Maûne isimli yere gelerek, burada konakladılar. İçlerinden birini, Ömer ibn-i Tufeyl'e göndererek, Peygamberimiz'in mektubunu sundular. Kâfir, mektuba nazar etmeden, onu getiren Sahâbiyi şehîd etti. Etrafındaki kabîlelerden adam toplayarak Ebû Berâ'nın verdiği söze rağmen, uzaklarda bekleyen Sahâbilerin üzerine yürüdü. İrşad için gönderilmiş olan bütün bu mürşidleri kılıçtan geçirdi. İçlerinden yalnız bir tanesi sağ kurtulmuş ve Medîne'ye dönmüştü.

İşte bâzı kabîleler verdikleri sözden dönerek, müşriklerin ve yahûdîlerin kışkırtmaları ile böyle hıyânet etmişlerdi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 9:03 pm

Beni Nâdir Gazası

Yahûdîler, târih boyunca fesat yuvası olmuş ve devamlı insanları birbirine katmış, dâima münâfıklıklarını her yerde göstermişlerdir.

Benî Nâdir, yahûdî milletinden ve Harun (A.S.) neslinden gelen bir kabîledir. Bu kabîleden bâzı kimseler, Rasûlü Ekrem'e inanmışlardı. Amma diğerleri inanmak istemedikleri gibi, yapılan savaşlarda müşriklere katılanları da vardı. Medîne'ye iki mil mesâfede olan bu belde, sağlam hisarlarla çevirilmiş olduğu için, dışardan gelecek her türlü tehlikeyi önlemiş sayılırlardı.

Bunlar, Müslümanlarla bir anlaşma imzalamışlardı. Buna göre, Müslümanların aleyhinde konuşmayacaklardı. Fakat, içlerinden Müslümanlara karşı büyük bir haset ve kin duyuyorlardı. Anlaşma gereğince Müslümanlardan, Amr'ibn-i Ümeyye'nin çölde Amr kabîlesine mensub iki adamı hataen öldürmesi üzerine, onların diyetini ödemeğe benî Nâdir kabîlesinin de iştirak etmesi gerekiyordu. Bunun için Allah Rasûlü yanında büyük Sahâbelerden olduğu halde, Benî Nâdir kabîlesine gitti. Bu mevzûu konuşmak üzere bir duvarın kenarına oturdular.

Allah Rasûlü, onların bu diyeti vermek istemediklerini anladı ve vaziyetten şüphelenmeğe başladı. Benî Nâdir yahûdîleri Peygamberi öldürmek için bir sûikast hazırlıyorlardı. Rasûlü Ekrem'in gölgesinde oturduğu evin damından Peygamberin başına büyük bir taş atmak için bir adam göndermişlerdi. Peygamber Efendimiz, bundan haberdar olarak derhâl oradan ayrıldı ve Medîne'ye döndü.

Bir müddet sonra, Allah Rasûlü Medîne'den Muhammed ibn-i Mesleme'yi elçi olarak Benî Nâdir'e gönderdi. Onunla şu emirleri tebliğ etti: "Antlaşmayı bozduklarından, peygambere karşı sûikast hazırladıklarından dolayı, on gün zarfında memleketlerinden çıkıp başka bir yere gitmeleri emrolunuyordu. Aksi halde boyunları vurulacaktı".

Bu emir üzerine Benî Nâdir, yaptıklarından pişman oldukları halde ne yapacaklarını bilemediler. Önce memleketlerinden uzaklaşmağı kabul ettiler. Fakat, münâfıkların reîsi Abdullah ibn-i Übeyy, kendilerine bir elçi göndererek, 2000 kişi ile yardım edeceğini, yurtlarından çıkmamalarını söyledi. Bu yardım neticesinde onların kalelerini koruyacaklarını bildirdi. Abdullah ibn-i Übeyy yalan söylediği halde, onlar bu habere inandılar.

Hased ve Kibirden Gelen Münâfıklık Hastalığı

Abdullah ibn-i Übeyy, Allah Rasûlü Medîne'ye gelmeden önce kavminin reîsi idi. Daha sonra insanlar ondan ayrılıp Allâh'ın Peygamberine bağlandıklarında, haset onun kalbine yerleşmişti. Amma o hakikatte müslüman değilken İslam olduğunu açıkladı. Kinini ve küfrünü gizledi. Medîne'de kaybettiği mevkiini geri almak için, Allah Rasûlüne hîleler yapmağı düşünüyordu. İşte bunun için Uhud gününde kendi karakterine uygun olan münâfıklara; "Muhammed iki çocuğa inandı da benim fikrimi kabul etmedi. Ben de O'nunla birlikte olup harp etmeyeceğim." dedi ve Medîne'ye döndü.

Ayrıca bu adam Kaynuka kabîlesinin de yurtlarını terkinde müdâfaalarında bulunmuştu. İşte bu gün de Ben-î Nâdir yahûdîlerini müdâfaa etmek istiyordu. Bunun için Benî Nâdir reislerinden, Huyey ibn-i Ahtab şöyle diyordu: "Hayır, memleketimizi terketmeyeceğiz. Muhammed dilediğini yapsın, kalelerimiz muhkem, yanımızda bir yıllık yiyecek var, Muhammed de bizi bir yıl muhâsara edemez."

Böylece, on gün dışarı çıkmadılar. Allah Rasûlü, onların bu durumu karşısında yirmi gün kalelerini muhâsara etti. Abdullah ibn-i Übeyy'den de yardımın gelmediğini gören Benî Nâdir reisleri, kurtulmaktan ümitlerini kesince, anlaşmaya çağırmışlardı. Allah Rasûlü onlara, silahtan başka yiyecek maddelerinden ve diğer ihtiyaçlarından götürebildikleri kadar götürmelerine izin verdikten sonra, onları oradan çıkardı. Onlardan kalan arâziyi Muhâcirlere ve Ensardan fakir olanlara tevzî etti.

Bu yılda, yani hicretin dördüncü yılında Hz.Ali'nin oğlu Hz.Hüseyin doğdu. Hz.Peygamber Efendimiz'in, yahûdîlere güveni kalmadığından Zeyd ibn-i Sâbit'e İbrâni dilini öğrenmesini emretmişti. O da hemen onbeş günde öğrenmişti. "Süryâniceyi de öğren. Bana o dilde de bâzı mektuplar geliyor." buyurduğundan, onu da onyedi günde öğrenmişti.

[1] [Bu yedi kişi; Mersed bin Mersed, Halid bin Ebi Bükeyr, Hubeyb, Zeyd bin Dessine, Abdullah bin Tarık ve Muattib (R.A) hazerâtı idiler]

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:27 pm

HİCRETİN BEŞİNCİ YILI HÂDİSELERİ



Müreysi Gazası (Beni Mustalık Gazası)

Müreysi, Huzâa diyarında bir suyun ismidir. Huzâa kabîlesi, benî Mustalık oymağından Hâris'ibn-i Zırar'ın, Müslümanlar aleyhine toplantılar düzenlediği, civardaki kabîleleri kışkırttığı ve ayrıca Müslümanlarla cenk etmek için asker toplamakta olduğu duyuldu.

Bunun üzerine Rasûlü Ekrem, hicretin beşinci yılı Şaban ayının ikisinde, hareketi yerinde bastırmak için 1000 kişilik bir ordu ile müşriklerle cenk etmek üzere Medîne'den çıktı. Hz.Ebû Bekir (R.A.) Muhâcirlerin, Sâd'ibn-i Ubâde de Ensârın sancaktarları idi. Orduda on süvâri bulunuyordu. Bu ordunun diğerlerinden farkı, Hz.Âişe ile Ümmü Seleme (R.Anhümâ) Hazerâtının da orduda olmaları idi.

Dâimâ Müslümanları birbirine tutuşturmak için fırsat kollamağı kendilerine bir prensip edinen münâfıklar da dünyâlık ganîmet toplamak ve içlerinde gizli gâyelerine ulaşmak için bu sefere katılmışlardı.

Diğer taraftan, müşrikler Peygamberimiz'in büyük bir İslam ordusu ile yola çıktığının haberini almışlar, korkmağa başlamışlardı. Korktuklarını söylemiyorlar amma, Müslümanlardan korktukları belli oluyordu. Hâris'ibn-i Zırar'ın etrafındaki topluluk korkusundan dağılmağa başlamıştı. Kalanlar ise Müreysi suyunda, ellerindeki kılıçlara güvenerek kalmışlardı. Rasûlü Ekrem, onları su başında bastırdı. Kendilerine; "«Lâ İlâhe İllallâh» deyiniz, Müslüman olunuz. Size dokunmayız." buyurdu.

Fakat onlar, dinlemeyerek çarpışmak istediklerini bildirdiler.

Rasûlüllah Efendimiz hemen tertibini alarak, Müslümanları saf haline koyup düşman üzerine yürümelerini emretti. Kâfirlerin mevzî aldığı Müreysi suyunun kenarında harp başladı. Oklar ve mızraklar atıldı. Müslümanlar öyle bir heybetle yürümüşlerdi ki, müşrikler kaçmak için birbirlerini eziyorlardı. Netîcede, ancak kaçanlar kurtulabildi. Maktüllerin dışında kalan 700 kişi esir alındı. Ayrıca 5000 koyun, 1000 deve ele geçirildi.

Esirler arasında, müşriklerin kumandanı Hâris ibn-i Zırar'ın kızı Cüveyriye de vardı. Bu gazve, Müslümanlarca kolay kazanılmış olmakla beraber, târihte mühim bir yer almaktadır. Çünkü buna üç hâdise karışmıştır. Cüveyriye Hâdisesi, İfk hâdisesi ve münafıkların hakiki yüzlerinin ortaya çıkması.

Cüveyriye Hâdisesi

Elde edilen ganîmetler, belli kâidelere uyularak, Müslümanlar arasında taksim ediliyordu. Hâris'ibn-i Zırar'ın kızı Cüveyriye ise Sâbit ibn-i Kays'ın hissesine düşmüştü. Bir reîsin kızı idi. Kays, O'nu bir bedel karşılığı serbest bırakacaktı. Serbest bırakılması için fidye (kurtuluş akçesi) vermek lâzımdı. Rasûlü Ekrem Hazretleri İslâmın büyüklüğünü anlatırcasına, Kays'a nasip olan Zırâr'ın kızını bedel karşılığı ondan alarak, kendine zevce yaptı. Eshâbı Kirâm bunu görünce, düşünmeğe başlamışlardı. Çünkü, Cüveyriye Rasûlü Ekrem'in hanımı olmuştu. Esirler ise hanımının akrabâları idi. Hanımının akrabâsı, Rasûlü Ekrem'in akrabâsı oluyor düşüncesiyle, bütün esirleri serbest bıraktılar.

Esirler serbest kaldıkları zaman, İslâmın yüceliğini anlayarak birçoğu Müslüman olmuşlardı. Cüveyriye'nin tâlihi, onu muhârebe esnâsında bile gelip bulmuştu. Çünkü, hem esir olmak, hem esirlikten kurtulup, Rasûlü Ekrem'in zevcesi olmak, bunların yanısıra da akrabâları serbest bırakılarak, Müslüman olmaları şerefini idrak etmişlerdi.

Münâfıkların Reisi Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül'ün Muhâcirlerle Ensarın Arasını Açmak İstemesi

Kuyudan daha evvel su doldurmak yüzünden, Muhâcirlerden birisi ile Ensardan birisi arasında ufak bir tartışma olmuştu. Bunu büyütmek ve büyük bir fitne sebebi yapmak isteyen Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül, Ensar'a; "Muhâcirler, artık sizi çekemez oldular. Fakat, siz isteseniz şimdi bile onları terk edersiniz. Onlar da Medîne'den çıkıp gitmeğe mecbur olurlar" dedi.

Ordu geri dönerken, Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül, etrafındakilere; "Şu Muhâcirlere bakınız! Hem bizim yardımımızla geçiniyorlar, hem de elde ettiğimiz ganîmetlere ortak oluyorlar. Bu adâlet midir? Onlara hiçbir şey vermeyiniz. Dağılıp gitsinler. Hele Medîne'ye varalım ben onlara sorarım. Bakalım kimin sözü geçiyormuş. Yeter artık onların elinden çektiğimiz." diyordu.

Bu sözleri Rasûlüllah'a naklettiler. Rasûlü Ekrem, İslam ordusunun içinde bu kadar münâfığın bulunduğunu öğrenince, çok üzüldü.

Rasûlü Ekrem'in yanında bulunan Hz.Ömer, bu sözleri duyunca çok hiddetlendi. Yerinde duramadı. "Yâ Rasûlellah! İzin ver, sana o münâfığın kafasını getireyim." dedi.

"Hayır, Yâ Ömer, hayır! Böyle bir hareket doğru olmaz. Her tarafta «Muhammed arkadaşlarını öldürmeğe başladı» derler." buyurdu.

Münâfıkların reîsi Abdullah ibn-i Übeyy'in oğlu çok samîmi bir Müslümandı. Babasının hareketlerinden çok müteessir oldu. Onun, Rasûlüllah'ı üzüp gücendirmesine çok üzüldü. Hatta Hz.Peygamberimiz'e mürâcaatla; "Yâ Rasûlellah! Duydum ki babamın yaptıklarından dolayı, katli isteniyormuş. Müsaade edin, onu kendi elimle ben yapayım." demişti.

Peygamber Efendimiz de ona, böyle bir şeyin olmadığını, bilâkis ona iyilik etmek istediğini bildirmişti. Nitekim, bu iyilik onun ölümünde yapıldı. Techîzi için kefen bulunmadığından, Allah Rasûlü, onun tekfîni için gömleğini vermiş, münafıkların cenaze namazının kılınmayacağına dair Âyet henüz nazil olmadığından cenâze namazını da bizzat kıldırmıştı. Buna diğer münâfıklar bile hayret etmişler, bu ne büyüklük ve ne afv demekten kendilerini alamamışlardı. Bilâhere bu mevzuda Âyet nazil olduğu için Peygamber Efendimiz bir daha münafıkların namazını kıldırmadı.

İfk Hâdisesi

Bu, Benî Mustalik Gazvesi (Müreysi gazası)'ndan dönüşte ortaya çıkan, bir iftira hâdisesidir ki Müslümanları çok büyük üzüntüler içinde bırakmıştır. Bu, doğrudan doğruya Hz.Âişe R.Anha'nın şerefli şahsına tevcih edilmiş pek çirkin bir yalan ve iftiradır.

Hz.Âişe, Müreysi Gazası'na çıkmadan, ablası Esmâ'dan emânet bir gerdanlık almış ve boynuna takmıştı. Kâfile, sefer dönüşü konakladığı yerden sabaha karşı hareket hazırlığına başladı. Hz.Âişe, ânî bir ihtiyaçla biraz uzaklaşmak zorunda kaldı. Dönüşünde ablasından aldığı gerdanlığı düşürmüş olduğunu farketti.

Develer teker teker kalkıyor, kâfile yürüyüş koluna giriyordu. Hz.Âişe, gerdanlığı bulmak için hızla geriye döndü. Karanlıkta el yordamıyla biraz aradıktan sonra gerdanlığı buldu. Dönüp hızla konaklama yerine geldiğinde kâfilenin yola çıkmış, uzaklaşmış olduğunu gördü. Hz.Âişe, olduğu yerde örtüsüne sımsıkı bürülü olarak bekledi.

Kâfilenin geri hizmetlerine me'mur olan Saffan (R.A.) kâfileyi epeyce arkadan tâkip ediyordu. Şafak vakti o noktaya vardığında Hz.Âişe'nin tek başına beklediğini gördü. Devesinden inip, kendi devesine Hz.Âişe'yi bindirerek deveyi hızlı hızlı yürütüp Medîne önlerinde kâfileye yetişti. Hz.Âişe, Saffan'ın devesinden inip kendi taht-ı revânına geçti.

Böyle kısa bir müddet kendi devesinden geri kalmış olmasını fırsat bilen Abdullah ibn-i Übeyy ve bütün münâfıklar fiskosa, iftira ve dedikoduya başladılar. Münâfıkların niyetleri; Hz.Âişe'nin babası Hz.Ebû Bekir (R.A.)'dan başlayarak, bütün Sahâbîlere yayılacak dehşet hissi ve bu hissin doğuracağı ihtilâflar vesîlesi ile İslam birliğini parçalamaktı. İftirayı öyle yaydılar ki Hz.Âişe'den başka herkes duydu.

Hz.Ebû Bekir (R.A.) kıbleye doğru ellerini açmış; "Allâhım! Bu işin hakîkatını göster" diye iltica ediyordu.

Müslümanların ağzını bıçak açmıyor fakat, herkes iftirayı muhâl görüyordu.

Hz.Âişe (R.Anha) ise hakkında yapılan dedikodulardan habersizdi. Bir akşam Hz.Ebû Bekr'in hizmetinde olan Mistah'ın annesiyle gezerken, ayağı sürçünce kadın, Hz.Âişe'ye dönüp oğlu Mistah'a bedduâ etmişti. Bundan üzülen ve taaccüb eden Hz.Âişe Mistah'ın annesine; "Ne yapıyorsun? İnsan, sahâbi olan oğluna hiç bedduâ eder mi?" deyince kadın ağlamaklı gözlerle Hz.Âişe'ye bakarak; "Sen, ne asil ve fazîletlisin! Fakat, oğlum Mistah sana yapılan iftiraya inananlardan" dedi ve iftirayı anlattı.

O âna kadar, söylenenlerden habersiz olan Hz.Âişe (R.Anha) başından vurulmuşa döndü. Doğru babasının evine gitti. Düşüp bayıldı. Annesi teselli vermeğe çalıştı, fakat teselli olamıyordu. Hz.Ebû Bekir ve zevcesi kendisini kaldırdılar, ayılttılar. "İftirâya değer verme. Allah hakîkatı gösterir, sabret." dediler.

Hz.Âişe, evine Rasûlüllah'ın nezdine döndü. Fakat, hemen ateşler içinde yatağa düştü. Allâh'ın Rasûlü muazzam bir vakar ve sükûnet içinde çıkıp geliyor, yalnız sıhhatini soruyor ve başka hiçbir bahis açmıyordu. Hz.Âişe bu vaziyetten o kadar ürktü ki hemen izin alıp, babasının evine kapandı. Gecesi gündüzü duâ ve gözyaşı ile birçok günler geçti.

Hz.Peygamberimiz, kime sordu ise hep O'nun mâsumiyeti hakkında cevaplar almıştı.

Sonra, Hz.Ebû Bekr'in evine, O'nun yanına gitti ve ilk defa hâdiseyi ele aldı; "Bir günah işledinse tövbe et. Allah tövbeleri kabul eder. Günahın yoksa, hak mâsumluğuna şehâdet edecektir." dedi.

Herkes sustu.

Hz.Âişe, cevap versinler diye annesine babasına baktı. Onlar da hiçbir şey söylemiyor, susuyorlardı. Hz.Âişe doğruldu. Tâ can evinden konuştu; "Bu vaziyette ancak Allâh'a sığınırım. O'nun yardımını isterim." dedi.

Çok geçmeden, Allâh'ın Rasûlü'nün alnında, o anda kendine vahyin geldiğinin ifâdesi olan, nokta nokta nur fışkıran ter damlaları görüldü. Hz.Âişe'nin mâsum, temiz ve pak olduğuna Allâhü Teâlâ şahâdet ediyor ve O'nun hakkında yapılan iftiraları reddediyordu. Bu hususta Sure-i Nur'un 11-20 Âyetleri inmişti.

"Müjde yâ Âişe!" dendi.

Bundan sonra annesi, Hz.Âişe'ye; "Kızım! Haydi zevcinin yanına git." dedi.

Fakat, o anda o kadar duygulu idi ki; "Ben ancak Allâh'a şükrederim. Başka kimseye minnetim yoktur." dedi.

Halbûki bütün minnetimiz Allâh'ın sevgilisi Muhammed'ül Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem'den gelecek şefâattadır. Bu inceliği herkesten de iyi bilen Hz.Âişe, sevilen zevce olmanın naz ve zerâfet mevkiinde olduğundan, bu şefâatı peşin olarak almış bulunuyordu. Böylesine büyük ve zor bir imtihandan sonra naz yaptığı için Peygamber Efendimiz'e böyle söylüyordu.

Hz.Âişe (R.Anha)'nin yüceliği, zerâfeti, nezâheti hakkında 18 âyet nâzil olmuştur.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:28 pm

HENDEK MUHAREBESİ (Hicrî:5, M.:626)



Hendek Muhârebesi, yahûdîlerin planlaması ile, İslâma muhâlif topluluklar ve kabîlelerin, yahûdîlerin ve müşriklerin, hülâsa çeşitli hiziplerin aralarında anlaşıp, birleşip hep birden İslâma saldırmaları şeklinde olmuş ve bu yüzden adına Ahzab (çeşitli gruplar) Muhârebesi de denmiştir.

Yahûdîler, Medîne diyârından çıkarıldıktan sonra, fesatlıklarını sürdürmekte devam ediyorlardı. Yahûdî reislerinden olan Huyey ibn-i Ahtab, Selem ibn-i Ebil Hukayık ve Kinâne ibn-i Ebî Rabiğ Mekke'ye giderek, Kureyşlilere;"Benî Kureyza kabîlesi, Medîne'de Muhammed ve Eshâbını fenâ bir hâle sokmak üzere bekliyor. Siz hariçten, onlar da içerden Müslümanların hesâbını böylece görelim." dediler.

Müşrikler, kendi aralarında görüşüp konuşup karar verme yerleri olan, kulüplerinde (Dârünnedve'de) toplanarak kararlarını katîleştirdiler.

Bu karar üzerine Ebû Süfyan, 300 atlı, 1500'den fazla develi, diğerleri yaya olmak üzere 4000 civarında askerle Mekke'den çıktı. Mervüzzahran'a gelince, Necid tarafından Katafan askerleri gelip müşrik ordusuna katıldılar. Yahûdîler bununla da kalmayıp, Necid kabîlesinden benî Selim, benî Esed ve Eşa kabîlelerini, İslam ve Müslümanlara karşı adâvet ve isyanla doldurarak, onların da gelip Kureyş kabîlesine katılmalarını sağladılar. Böylece, Ebû Süfyan'ın ordusu gittikçe büyüyerek 10.000 den fazla bir kuvvet olmuştu.

Peygamberimiz'in Eshâbıyla İstişâresi

Allah Rasûlü, Arapların yahûdîler tarafından kışkırtıldığını ve Kureyş'in bu teşebbüsünü işittiğinde, Eshâbını topladı. Bu kalabalık kuvvete karşı nasıl hareket etmeleri husûsunda istişârede bulundu. İstişâre meclisinde bulunanlardan Selmân-ı Fârisî dedi ki: "Yâ Rasûlallâh! Ben bu kadar yaş yaşadım. Birçok harplerde, darplerde bulundum. Muvâfık görülürse şehrin etrafına müdâfaa için bir hendek kazalım".

Peygamberimiz, diğer sahâbîlerine döndü; "Siz ne dersiniz?" buyurdu.

Onlar da aynı görüşü benimsediler.

Bunun üzerine Râsûlüllâh Efendimiz; "Muvâfıktır." buyurarak Selmân-ı Fârisî'nin görüşünü imza ettiler.

Böylece Müslümanlar hendeğin gerisine sığınmış olacaklar, düşmana okla mukâbele edecek, düşman da Medîne'ye girmeğe muktedir olamayacaktı.

Rasûlü Ekrem ile Müslümanlar şehrin haricine çıkıp hendek kazmağa başladılar. Rasûlü Ekrem, bizzat kendisi de kazmayı eline alıp hendek kazardı, toprak atardı. İbni Revvâha'nın beyitlerini de hep beraber söylüyorlardı.

Beyit şu mealde idi: "Allâh'ın lütuf ve hidâyeti olmasaydı, biz ne hidâyete erer, ne sadakalar verir, ne de ibâdet ederdik. Yâ Rab, bizi huzur ve sükûna kavuştur. Düşmanla karşılaşırsak bize sabır ve metânet ver. Bize tecâvüz edenler, fitne çıkararak fesat peşinde koşuyorlar. Biz ise onlara mukâvemet ediyoruz."

Selmân-ı Fârisî (R.A.), bedenen kuvvetli olduğu gibi bu işlere de alışık olduğundan, on kişinin işini görüyordu. Eshâbın arasında bulunan Münâfıklar da Eshabla beraber bu işi yapıyorlardı. Amma ağır çalışmalarından, işi istemeyerek yaptıkları belli oluyordu.
Hendek Kazılırken Rasûlüllah'ın Zuhur Eden Mûcizeleri



Hendek kazılırken herşey normal şartlar altında değildi. Hayat şartları çok zordu. Çünkü mevsim kıştı ve hava çok soğuktu. Ayrıca o yıl Medîne'de kıtlık da hüküm sürüyordu. Bunun neticesi olarak açlık ve soğukla mücâdele ediliyordu. Günlerce bir şey yemeden sabredildiği oluyordu. Peygamberimiz, açlık mâni olmasın diye, çabuk hazmettirip tâkatsiz hâle getirmesin diye karınlarına taş bağladılar. Eshâbı Kirâm da taş bağladı.

Bu kıtlık ve açlık hâlinde Râsûlüllâh'ın birçok mûcizeleri zuhur etti.

Beşir'in Kızının Bitmeyen Hurmaları

Ensardan, Beşir ibn-i Sa'd'ın kızı ile Beşir'e ve dayısı Abdullah ibn-i Revvâha'ya götürülmek üzere, annesi hurma göndermişti. Kızcağız geçerken Rasûlü Ekrem onun elindeki hurmayı görmüştü. Kızcağıza; "Şu hurmaları getir bakalım." dedi.

O da Rasûlüllah'ın sözünü dinleyerek, hurmaları O'na götürdü ve beklemeğe başladı. Kızcağız hurmaları avucuna aldığı zaman avucu dolmamıştı.

Rasûlü Ekrem, bir bez getirerek hurmaları o bezin üzerine yaydı. Bir avuç hurma, bezi doldurup taşırınca kızcağız hayretler içinde kalmıştı. Rasûlü Ekrem hendekte çalışanları çağırttırarak öğle yemeğine dâvet etti. Hendekte çalışanlar hepsi birden gelmeyip, yavaş yavaş gelmeğe başladılar. Onlar yedikçe hurmalar çoğalıyor ve bir türlü bitmek nedir bilmiyordu.

Câbir (R.A.)'ın Koyunu

Ensardan Câbir (R.A.) Hazretlerinin bir koyunu vardı. Câbir bu koyunu keserek hendek kazanlara vermek istedi. Ancak tamamına yetmeyeceğini de biliyordu. Bunun için âilesine koyunu kesmesini ve biraz da arpa ekmeği yapmasını emretmiş, âilesi de bu emri yerine getirdikten sonra, hemen Rasûlü Ekrem'in yanına gelerek O'nu yemeğe dâvet etmişlerdi. Rasûlü Ekrem, onun bu dâvetini memnunlukla karşıladı.

Amma çok geçmeden Medîne sokaklarından; "Bu akşam Rasûlüllah ile birlikte akşam yemeğine Câbir'in evine buyurunuz." sesleri duyulmağa başlamıştı.

Câbir bu sözleri duyunca şaşırmıştı. Çünkü, o sâdece Rasûlü Ekrem'i yemeğe dâvet etmişti. Böyle bir kalabalığa hazırlıklı olmadığından ne yapacağını bilemiyordu.

Rasûlüllah ete ve ekmeğe bereket duâsı yaptıktan sonra yanındaki halka; "Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz" buyurdu.

Onar onar girdiler. Rasûlüllah eti parçalayıp ekmeğin üzerine koyarak Eshâbına sunmağa başladı. Gelen yedi, giden yedi. Bitiremediler. Bir hayli yemek de arta kaldı.

Allah Rasûlü, Cabir'in hanımına; "Bu kalanı da hem kendin yersin hem de hediye edersin" buyurdu.

O da der ki: " Allaha yemin ederim ki gelenler bin kişi oldukları ve hepsi de yiyip doydukları halde çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmakta idi. Ondan biz de yedik, konu komşuya da hediye ettik."

Ortaya Çıkan Sert Damar ve Çetin Kayanın Fahri Kâinât'ın Darbesiyle Paramparça Olması

Hendek kazılırken, kazma işlemeyen, kırılmayan sert bir taş kütlesine rastlandı. Peygamberimize haber verildi. Bu, kendisinin açlıktan karnına taş bağladığı, Eshâbın da üç gündür bir şey yemediği zamandaydı. Rasûlü Ekrem gelip o kısma baktı. Ağzına biraz su alıp bir kabın içine püskürdü. Duâ ettikten sonra sert yere suyu serpti. Balyozu eline alıp oraya vurmasıyle kum gibi dağıldığı görüldü.

Bütün Müslümanlar, hendeği kazmağa devam ediyorlardı. Hz.Selman'ın bulunduğu kısımda külünk işlemez çok sert bir kaya ile karşılaşıldı. Sahâbeyi çok uğraştırdığı halde kimse onu kırıp parçalayamadı. Aletler kırılmış, çalışanlar âciz kalmıştı. Selman-ı Farisi Rasûlüllah'a haber verdi.

Bunun üzerine Kâinâtın Efendisi gelerek balyozu bizzat mübârek ellerine aldılar. «Bismillah» diyerek, balyozu taşa üç kere vurdular.

Birinci vuruşunda, kayanın üçte biri koptu. Darbenin te'sirinden çakan bir şimşek Medîne'nin iki kayalığının arasını aydınlattı ve Yemen tarafına sıçradı. Peygamberimiz hemen; "Allâhü Ekber! Bana Yemen'in anahtarları verildi. Şimdi San'a'nın kapılarını görüyorum." buyurdu.

İkinci vuruşta, taşın üçte biri daha parçalandı. Çakan şimşek ortalığı aydınlatıp Şam cihetine sıçradı. Peygamberimiz; "Allâhü Ekber! Vallâhi, Bana Şam'ın (Bizansın) anahtarları verildi. Şu anda kırmızı köşklerini görüyorum." buyurdu.

Üçüncü vuruşta, o çetin kayanın tamamı paramparça oldu. Bu darbe ile çakan aydınlatıcı şimşek İran tarafına sıçradı. Peygamberimiz; "Allâhü Ekber! Bana Fars'ın anahtarları da verildi. Şuradan Medain'i ve Kisrâ'nın beyaz köşkünü görüyorum." buyurdu.

Bunlar geleceğe âit müjdelerdi. İslam fütûhatının üç dalga hâlinde bütün dünyâya yayılacağına işâretti ve öyle de oldu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:29 pm

Muhârebenin Başlaması

İki hafta gibi kısa bir sürede, hendek mûcizelerle dolu esrar ile tamamen kazılıp istenilen şekle gelmişti. Müslümanlar sırtlarını dağa vererek üçbin kişi ile Medîne'yi müdâfaa edeceklerdi.

Vaktâ ki müşrikler Medîne'ye geldiler. Hendekle karşılaşınca dehşete kapıldılar. Müslümanlar da onları ok yağmuruna tutmuşlardı. Kureyş, hendeğin öbür tarafında kaldı. Vakit de bir hayli ilerlemişti. Kureyş'in en kuvvetli tanıdığı, Amr ibn-i Velid hendeği geçti. Onunla Hz.Ali karşılaşıp hemen Amr'ı şiddetli bir kılıç darbesiyle yere serdi. Hendeği atlarla geçen bâzıları da orada öldürüldüler. Müslümanlar, ok yağmuruna devam ettiler. O gün ikindi namazı bile geçmiş sonra kaza etmişlerdi. Akşam olmuştu. Allah Rasûlü, hendeğe bekçi nöbetçiler bırakarak müşriklerin gece de hendeği geçmelerine fırsat vermedi. Havanın çok soğuk olmasına rağmen bir gedikte de bizzat Allah Rasûlü nöbet bekliyor, Eshâbını zaferle müjdeliyordu.

Bu arada, Medîne münâfıkları şöyle diyorlardı: "Muhammed bize Kayser'in, Kisra'nın hazînelerini vâdediyor. Biz ise, bugün hendek içinde mahpus olup, bir adım gidemiyoruz".

Bir ara müşriklerin Müslümanlar üzerindeki şiddet hareketleri oldukça arttı. Buna benî Kureyza'nın ahdini bozarak, Kureyş'e iltihak haberi eklenince, Müslümanların durumu daha da zorlaştı. Böylece Müslümanlar arkalarından vurulmuş oluyorlardı.

Cenâb-u Hakk, bu hususu Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle haber veriyordu:

"O vakit münâfıklarla, kalplerinde bir maraz bulunanlar, «Allah ve Rasûlü bize bir aldatıştan başka bir şey vaadetmemiş» diyorlardı. Onlar, kaçmaktan başka bir şey arzu etmiyorlardı. O vakit düşmanlar üst tarafınızdan ve alt tarafınızdan gelerek hücum etmişlerdi. O hengâmede gözler dönüp kalmış yürekler gırtlaklara dayanmıştı. Türlü türlü zanlara kapılmıştınız. İşte o zaman mü'minler denenmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğramıştı." (Sûre-i Ahzab, âyet 10-13).

Müslümanlar bu anda; "Allâhım! Ayıplarımızı ört, maiyyetimizi koru." diye duâ ediyorlardı.

Peygamber Efendimiz; hiç durmadan Müslümanlara kuvvet ve metânet veriyordu. Müslümanlar çok sıkılmıştı. Medîne şehri, her taraftan kuşatılmıştı. Her taraftan Müslümanlar müşriklerle çarpışmaktaydılar. Ayrıca soğuk ve açlık da Müslümanları perişan ediyordu.

Harp Hîledir

O sırada müşrik saflarında olan, Katafanlılardan Naim ibn-i Mes'ud'a Hz.Allah îman nasîb etti. Naim Müslüman oldu, ama Müslüman olduğunu müşriklere söylemedi. Geceleyin bir fırsatını bulup hendeğin kenarında nöbet bekleyenlere Müslüman olduğunu ve Rasûlü Ekrem'in huzuruna çıkmak istediğini söylemişti. Buna çok sevinen nöbetçiler hemen Rasûlallâh'ın huzûruna çıkardılar. Rasûlü Ekrem de onun Müslüman olduğunu öğrenince çok sevindi. Çünkü, harp esnâsında birini elde etmek gâlibiyeti elde etmek demekti.

Rasûlü Ekrem'in yanında şehâdet getiren İbni Mes'ud; "Ben ve arkadaşlarım İslâmı seçtik. Dînimizi bilmiyoruz. Bize yardım edin. Ben de size, ehli İslâm'a hizmet etmek istiyorum" dedi.

Rasûlü Ekrem de; "Muhârebede hîle mübahtır. Zâten harp hîle demektir. Sen de istediğin şeyi yapabilirsin." diye müsaade etmişti.

Keskin fikirli bir adam olan İbni Mes'ud yapacağı şeyi tamamen Rasûlü Ekrem'e anlatmıştı. Plânı çok güzeldi.

İbni Mes'ud tekrar geldiği yere geri döndü. Kureyza kabîlesi daha O'nun Müslüman olduğunu bilmiyordu. Nâim Kureyzaya varınca şöyle dedi: "Kureyş, havaların çok soğuk ve zor olmasından dolayı harpten bıktı. Yarın onlar giderlerse siz Muhammed ve Eshâbıyla beraber kalacaksınız. Ahdinizi bozup düşmanla birleştiğiniz için acaba hâliniz ne olur?. Bana kalırsa siz Kureyş ve Katafanın eşrâfından bir takım adamları rehin olarak almalısınız ki onlar da bu harbi bitirmeden gitmesinler. Yoksa, sonra siz harp meydanında fedâi koç gibi kalırsınız". Onlara, bu sözünün çok gizli tutulmasını söyledi. Benî Kureyza bu sözleri çok mantıklı buldu. Nâim'in tavsiyesinden dolayı kendisine teşekkür ettiler.

Naim ibn-i Mes'ud, benî Kureyza'dan sonra, Ebû Süfyan'ın yanına gitti. Onlara da; "Yahûdîler, Muhammed'e olan ahitlerini bozduklarından dolayı çok pişman olmuşlar, O'nunla yine anlaşmışlar. Suçlarını affettirmek üzere Kureyş ve Katafan eşrafından 70 kişiyi Muhammed'e teslim etmeği vaadetmişler. Sizden rehin isterlerse kat'iyyen vermeyiniz. Benîm bu sözümü de sakın hiç kimseye söylemeyiniz." dedi.

İşte böylece iki kabîle arasında şüphe yer almış, birbirine îtimatları kalmamıştı.

Sabah olunca, Ebû Süfyan Kureyza kabîlesine harp etmeleri için bir heyet gönderdi. Benî Kureyza da; "Bugün Sept (Cumartesi) günüdür. Biz harp edemeyiz" diye mâzeret gösterdiler. "Ancak öbür gün harp edebiliriz. O da şu şartla ki; bize eşrafınızdan birkaç kişiyi rehin vermelisiniz. Tâ ki sizden emin olalım." dediler.

Kureyza'nın bu hâli, Nâim'in dediğini doğruluyordu. Kureyş'in îtimadı böylece iyice sarsılmış oldu.

Peygamber Efendimiz'in Duâsı ve Zaferin Kazanılması

Bu esnâda, Allah Rasûlü kurtuluşun çabuk olması için Cenâb-u Hakk'a şöyle duâ ediyor, yalvarıyordu: "Allâhümme münzilel'kitâb, serîal'hisâb, ihzimil'ahzâb; (Ey kitâbı indiren Allâhım! Ey hesabı çabuk gören Allâhım! Sana, Senin dînine, Senin Rasûlüne, Sana îmân eden mü'min kullarına düşman olan şu kâfirler topluluğunu hezîmete uğrat! Müşriklere ve yahûdîlere bozgun ver! Aralarına zelzele ve ıstırab düşür! Onları sars, onlar üzerine bize nusrat ver..."

Râsûlüllâh Efendimiz, yerden bir avuç toprak alarak; "Şâhetil vücuh (yüzler yere sürünsün)" diyerek düşmanlar üzerine attı. Büyük bir mûcize zuhur etti.

Fahri Kâinât'ın bu duâ ve niyâzının arkasından Cenâb-u Hakk kasırga hâlinde şiddetli bir rüzgar gönderdi. Öyle şiddetli ki; ağaçları koparıyor, yerden kaldırdığı tozu düşmanın yüzüne çarpıyor, eşyayı kaldırıp yerden yere vuruyor, çadırları söküyordu. Yemek kazanları bile altüst olmuş, herşey dehşet saçıyordu.

Kureyşliler, Müslümanlar karanlıkta hücum ederler diye korkmağa başladı. Daha sabah olmadan zâten yola koyulmuşlardı. Böylece Hazreti Allah mü'minlere, lütfu ile, inâyeti ile yardımını göstermişti.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:31 pm

BENİ KUREYZA GAZASI
Hendek harbinden sonra derin bir nefes almağa başlayan Müslümanlar, Rasûlüllah ile evlerine dönüyor, hepsinin ağzında zafer nağmeleri dolaşıyordu. Rasûlü Ekrem evine gelip kılıcını ve zırhını henüz çıkarmıştı ki Cebrâil (A.S.) geldi. "Biz harp elbiselerini çıkarmadık, Sen de çıkarma. Beni Kureyza'ya git! Yeryüzünü onlardan temizle..." dedi.
Peygamber Efendimiz, tekrar silahlandı. Bilal-i Habeşi'yi çağırarak O'na şöyle nida etmesini söyledi: "Allâh'ın emrine itaat edenler ikindi namazını Benî Kurayza bölgesinde kılsın."
Bilâl, Rasûlü Ekrem'in ne demek istediğini anlamış, hemen dışarı çıkarak cadde cadde nida etmeğe başlamıştı.
Allah yolunda her zaman hazır olan Müslümanlar, bu sesi duyar duymaz, derhâl silahlarını kuşanarak toplanmışlardı. Peygamber Efendimiz sancağı Hz.Ali'ye verdi ve Kureyza'ya doğru süratle yürüdüler.
Kurayza kâbilesi, Müslümanları böyle görünce, Allah onların kalbine bir korku verdi. Ok atarak mukabele etmeğe başladılar. Fakat, Müslümanlar herşeye rağmen onların kalelerini kuşattı. Böylece 25 gün muhasara altında kaldılar. Sonra benî Nâdir kabîlesinin yaptıkları gibi silahlarını bırakmak şartı ile mal ve canlarını alarak memleketlerini terk etmeğe râzı oldular.
Fakat, Allah Rasûlü onların bu isteklerini kabul etmedi. Çünkü, Hz.Allah onlar hakkında idam hükmünü vermişti. Onların niyetleri Müslümanların kökünü kazımaktı.
Benî Kurayza, Peygamberimiz'den, Evs kabîlesinden Ebû Lübabe'nin istişâre için yanlarına gönderilmesini istediler. Bunun üzerine Ebû Lübabe, gönderildi. Ebû Lübabe, Medîne yahûdîlerinden Müslüman olmuş servet sâhibi bir kimse idi. Peygamberimiz, kendisine kıymet verirdi. Peygamberimiz, Ebû Lübabe'yi gönderirken; "git onlara Allah ve Rasûlü için nasihat et." buyurdu.
Ebû Lübabe, kale kapısından yanlarına vardı.
Kureyza yahûdîleri O'na; "Yâ Eba Lübabe! Sen ne dersin? Muhammed bize, «benim hükmüm ile kaleden dışarı çıkın!» dedi" dediler.
Ebû Lübabe de onlara nasihat etti. Fakat, bu arada bir eliyle sakalını bir eliyle de boğazını tutarak, «başınızı keser bilmiş olasınız» diye, harbetmelerine işâret etti.
Fakat, onun bu hareketi bir nevi ihanetti. Sonra çok pişman oldu. Medîne'ye gelerek kendini Mescidi Nebevi'nin direğine bağlayarak affolunmadan hiçbir şey yemeyeceğini, içmeyeceğini söyleyip ağlayıp, Allâh'ın hükmünü bekledi.
Nitekim bu samimi tövbesi affına vesîle oldu. Hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şu ûlvi âyet nâzil oldu: "Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar iyi bir ameli başka bir kötü ile karıştırmışlardır. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü, Allah hiç şüphesiz çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir." (Sûre-i Tevbe, âyet 102.).
Allâh'ın Rasûlü, Benî Kurayza'nın yaptıklarını hüküm vermek üzere, Evs kabîlesinin reislerinden Sa'd ibn-i Muaz'ı hakem olarak seçti. Sa'd da Hendek Harbinde yaralanmış, kendisi mescidde tedavi ediliyordu. Sa'd ibn-i Muaz, Benî Kurayza'nın ihanetine hükmetti ve haklarında şöyle karar beyân etti: "Erkek yahûdîler îdam edilecek, kadınlar ve çocuklar esir olacak. Malları ganîmet olacak".
Peygamberimiz O'na; "Ey Saad! Aynen Allâh'ın hükmünü verdin." dedi. Kararından memnun oldu.
Benî Kureyza yahûdîlerine bu hüküm hemen tatbik edildi. Onlardan kalan ganîmet, 1500 kılınç, 300 zırh, 1000 mızrak, 500 kalkan ve ok, koyun, deve ve diğer bâzı mallardır.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:32 pm

HUDEYBİYE MUSÂLAHASI (Hicrî:6, M.:628)
Peygamber Efendimiz, hicretin altıncı yılı Zilkâde ayında rü'yâda, kendisinin ve Eshâbının Mescid-i Haram'a emniyet içinde girdiğini gördü. Bunun üzerine, Peygamberimiz umre haccı yapmak niyetinde olduğunu Eshâbına haber verdi. Zâten Peygamberimiz ve Müslümanlar Mekke'den ayrılalı altı yıl olmuştu. Neleri varsa orada bırakmışlar, ana-baba yurtlarını özlemişlerdi. Mekke'de olan mübârek Kâbe-i Muazzama'yı ziyâret etmek, içlerinde yaşayan en büyük bir arzu idi. Buna bir türlü fırsat ve imkân bulamamışlardı. Allah Rasûlünün verdiği bu habere çok sevinmişlerdi.
Allâh'ın Rasûlü, Eshâbı Kirâm ve Muhâcirlerle beraber 1400 civarında oldukları halde, Umre haccı için Medîne'den çıktılar. Muhârebe yapmak niyetinde olmadıklarından yanlarına harp silahlarını almadılar. Sadece yolcu silahı olan birer kılınç aldılar.
Kureyş, Müslümanların Mekke'ye doğru geldiklerini duyunca telaşa düştüler. Şehrin kenarında tertibat kurdular. Onları Mekke'ye sokmamak için karar aldılar. O zaman henüz müslüman olmamış olan Hâlid ibn-i Velid'i 200 kişilik süvari ile onlara karşı çıkardılar. Allah Rasûlü bunu öğrenince; "Bu Kureyş'e ne oluyor ki?! harpten bıkıp usanmadılar mı?" dedi. Hâlid ibn-i Velid, Müslümanların kalabalık olduğunu görünce harbedilecek zannederek karşı koyamayacağını düşünüp hemen Mekke'ye geri döndü.
Vaktâ ki Müslümanlar, Hudeybiye denilen yere vardılar (burası Mekke'ye takriben 24 kilometre uzaktı) Peygamberimiz'in binmiş olduğu deve daha ileri gitmeyerek burada yere çöküverdi. Bütün uğraşmalara rağmen, yerinden bir türlü kaldıramadılar. Gitmek istemiyen bir hâli vardı. Bütün Müslümanlar hayretler içinde kalmışlardı.
Peygamber Efendimiz, bu hâl karşısında şöyle buyurdu: "Fil vak'asında fili çökerten Cenâb-u Hakk şimdi de deveyi çökertti. Anlaşılıyor ki Kureyş bize bu umre ziyâreti için müsaade etmeyecek."
Hudeybiye'nin nihâyetinde suyu çekilmiş bir kuyu başına indiler. Bu esnâda Peygamber Efendimiz'in büyük bir mûcizesi olarak, o kuyudan su fışkırmağa başladı. Bütün Müslümanlar, neticenin ne olacağını beklemeğe başladılar. Gerçi Müslümanlar istemiş olsalardı Kureyş'e gâlip gelerek Mekke'ye girerlerdi. Aslında müslümanlar mecbur olmadıkça kan dökmek istemezler ve hele Kabe'nin mubarek olması sebebiyle onun etrafında kan dökülmesini hiç istememişlerdir. Zâten devenin de çökmüş olması, bu defa ziyâret için Mekke'ye girilmesine ilâhi müsaadenin olmayacağına işaret sayılıyordu.
Müslümanlar, Hudeybiye'ye inince Kureyş'den bir elçi gelerek, müslümanların buraya gelme sebeplerini sordu. Peygamber Efendimiz de, muhârebe etmek niyetiyle gelmediğini Kureyşlilere bildirmek için onlara bir elçi gönderdi. Kureyş, elçinin üzerine hücum ederek öldürmek istediler. Fakat, araya girenler oldu. Kurtardılar. Elçi, Rasûlü Ekrem'in yanına geldi ve durumu olduğu gibi anlattı. Müşriklerin böyle davranmaları Rasûlü Ekrem'i üzmüştü.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, son olarak Hz.Osman'ı Mekke'ye elçi olarak gönderdi. Hz.Osman, bir tanıdığının himâyesinde Mekke'ye girdi. Kureyş'e, Hz.Peygamber'in gelme niyetini geniş geniş izah etti. Kureyş O'na; "Sen istersen beyti tavaf edebilirsin" dediler.
Hz.Osman da; "Peygamber tavaf etmedikçe ben tavaf edemem. Biz onu toplu tavaf etmeğe geldik. Kurbanlarımız da yanımızda. Tavaf edip kurbanlarımızı kestikten sonra dönüp gideceğiz." dedi.
Kureyş azgınları Hz.Osman'ı hapsettiler.
Hz.Osman'ın gelmesi gecikmişti. Bu arada, O'nun öldürüldüğü haberi yayıldı. Allâhü Teâlâ'nın sevgili Peygamberi Kureyş'in bu hareketine çok kızmıştı. Çünkü, O harp etmek için değil, umre haccı için gelmişti. Kezâ Müslümanlar da çok kızdılar ve üzüldüler.
Kureyş'in bu yaptıklarına karşılık Eshâbı Kirâm Hudeybiye'de bir ağacın altında, Fahri Kâinât'a bîat ettiler. Mutlak itaat ve bağlılık beyânında bulunarak; "Yâ Resûlallâh! Ölmek var dönmek yok. İzindeyiz, yolundayız, emrindeyiz." diye ellerine kapanıp ahdü pîmân ettiler.
Cenâb-u Hâk, bu bîatta bulunanlardan razı olduğunu Kur'ân Âyetleri [2] ile beyân ettiğinden, buna «Bîatü'r-Rıdvan (Yüce Allâh'ın ve O'nun Rasûlü'nün razı olduğu bîat)» denir ki, bu bîatta bulunanların hepsi de cennetle mübeşşerdir.
Bu defa Kureyş, kendisine itimatları tam olan Urve bîn-i Mes'ud'u Müslümanlara elçi olarak gönderdiler. Bu elçi de Allah Rasûlü'ne; "Kureyş seni mahvederse etrafındakiler tuz gibi erir. Eğer, yanlış görmediysem buraya kadar silahsız olarak geldiniz. Yarın muhârebe esnâsında hepsi kaçıp seni yalnız başına bırakırlarsa, o zaman hâlin nice olur." diye tehditkâr sözler etmişti ki,
Hz.Ebû Bekir (R.A.) duruma dayanamıyarak; "Yazıklar olsun sana! Biz mi eriyip yok olacağız? Biz mi Rasûlü Ekrem'i bırakıp kaçacağız?" diye müdâhale etti.
Biraz sonra da Muğire bîni Şube, Urve'nin bu hareketine kızarak; "Bir daha böyle bir şey yaparsan kolun vücudundan ayrılır." ihtarında bulundu.
Bu konuşmalar esnâsında bütün Eshâbın Rasûlü Ekrem'in etrafında nasıl dolaştıkları, O'nun emirlerine nasıl dikkat ettikleri, aralarındaki konuşmalar ve Rasûlü Ekrem'e olan saygıları, Urve'nin dikkatini çekmişti. Çünkü, şimdiye kadar böyle bir şey görmemişti. Hemen ayağa kalkarak bir şey söylemeden güler yüzle oradan ayrılıp Mekke'ye gelerek, Kureyşlilere durumu şöyle anlattı: "Ey Kureyş! Ben Kisrâyı, Kayseri saraylarında ziyâret ettim. Necâşi ile de kendi ülkesinde görüştüm. Hiçbirini Muhammed'in kavmi arasındaki îtibarla görmedim. Hiçbir hükümdarın Muhammed'in arkadaşları gibi sevildiğini görmedim. Muhammed abdest almak isteyince hepsi koşuşuyor, yere bir kılı düşse hepsi o kılı kaldırıyorlardı. Bunların Muhammed'i yalnız bırakmalarına imkân yoktur. Siz de ona göre karar verin."
Bütün Kureyş reisleri olup bitenlere şaşmışlardı. Hatta Ehâbiş reisi Huleys merak ederek; "Bir de ben gidip onunla konuşayım." dedi.
Huleys, Rasûlü Ekrem'in huzuruna geldiği zaman, Urve'nin doğru söylediğine inanmıştı. Bir türlü konuşamıyor, sâdece etrafında olup bitenleri seyrediyordu. Allah Rasûlü, kurbanlık hayvanların öne sürülmesini ve bu adamın kurbanlıkları görmesini istedi. Kurbanları gözüyle görüp Müslümanların da devamlı «Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk» diye telbiye okuduklarını duyunca onların harp için değil ziyâret için geldiklerini âşikar bir şekilde anlayıp tam bir kanâat getirdi.
Bunun üzerine, Mekke'ye dönüp Kureyş'e; "Bu kavim umre haccı için geldi, insanlar arzu ettiği vakit Kâbe'yi ziyâret etsin de Abdulmuttalib'in oğlu Kâbe'yi ziyâret etmekten menedilsin! Kâbe'nin rabbine yemin olsun ki Kureyş helâk olur." diyerek Kureyş'e durumu anlattı.
Bunun yanısıra, Müslümanların harbetmek üzere bîat ettikleri haberi Kureyş'in arasında yayıldı. Kalplerine büyük bir korku girdi. Müslümanlara, sıkıntı vermek için elli kişiyi gönderdiler. Fakat, Müslümanlar onların hepsini esir etti. Ancak reisleri kaçarak kurtuldu. Bunu duyan Kureyş müdahâle teşebbüsüne girişti. Müslümanlardan on kişiyi esir edip bir kişiyi şehîd ettiler. Kureyş, bu esirler durumundan da korkarak Süheyl ibn-i Amr'ı sulh için konuşmak üzere Müslümanlara gönderdiler.
Elçi, Rasûlüllâh'ın huzuruna çıkarak Kureyş namına özür diledi ve şöyle devam etti: "Yâ Muhammed! Bu olan hâdiseler bizim akıllılarımızın değil, ayak takımlarımızın fikridir. Bize esir aldıklarınızı gönderin".
Allah Rasûlü şöyle cevap verdi: "Siz yanınızdakileri gönderirseniz, biz de veririz". Bunun üzerine Müşrikler, Hz.Osman (R.A.) ve yanındaki on kişiyi gönderdiler.
Hudeybiye Anlaşmasının Şartları
Daha sonra Süheyl, sulh yapmak için Kureyş'in şartlarını arz etti. Şartlar üzerinde çok tartışıldı. İlk bakışta teklif edilen şartların bâzı maddeleri Müslümanların aleyhine görülüyordu. Uzun müzâkerelerden sonra Müslümanlar kan dökülmesin diye fedâkârlık yaparak sûlh anlaşmasına razı oldular. Hudeybiye Anlaşmasının şartları şunlardı:
Kureyş ile Müslümanlar arasında on sene müddetle harp edilmeyecek.
Kureyşten biri Müslümanlar tarafına geçerse geri verilecek. Fakat Müslümanlardan biri Kureyş tarafına geçerse geri verilmeyecek.
Müslümanlar bu sene umre haccı yapmayacaklar, ancak gelecek sene yapacaklar ve Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında da yol silahı olarak sâdece kılınç bulunacak.
Müslümanlar Mekke'de bulunan Müslümanlardan hiçbirini yanlarına alıp Medîne'ye götürmeyecekler. Medîne'deki Müslümanlardan Mekke'de kalmak isteyen olursa onu bırakacaklar.
Araplardan herhangi bir kabîle, isterse Müslümanlara, isterse Kureyş'e iltihak edebileceklerdir.
Rasûlü Ekrem Süheyl'in şartlarını kabul etti.
Eshâbı Kirâm şartların ağırlığına dayanamayarak feveran edip, Resûlallâh'a; "Yâ Resûlallâh! Bize İslam olarak gelen bir insanı nasıl olur da biz kabul etmeyiz. Onlarsa bir kâfiri kabul ederler!" dediler.
Gelecek ve olacaklar, Allâhü Teâlâ tarafından kendisine bildirilen ve ileriyi gören Kâinâtın Efendisi şöyle buyurdu: "Onlara İslâmdan sonra giden bir kimseyi, onlar geri çevirmeseler de Allah çevirir. Bize Müslüman olarak gelen bir kimseyi biz reddetsek bile, Allah onu kurtulanlar safına almıştır".
Mühim olan müşriklerle bir anlaşma yapmış olmaktı. Bu anlaşma, zamanla ileride Müslümanların lehine tecelli edecekti ve öyle de oldu.
Sıra Anlaşmanın Yazılmasına Gelmişti
Anlaşmanın şartlarını Hz.Ali yazmağa başladı. Müşrikler, baş tarafa «Bismillâhirrahmânirrahîm» yazılmasına razı olmadılar, sâdece «Allah adıyla» yazılmasını kabul ettiler.
Daha sonra Allah Rasûlü Hz.Ali'ye; "Bu, Allâh'ın Rasûlü Muhammed ile Süheyl bîni Amr arasında barıştır." kelimelerini yazdırınca,
Süheyl buna îtiraz etti ve, "Biz eğer senin Rasüllüğünü kabul etseydik niye Sana muhâlefet edelim? Niye sizi Kâbe'yi ziyâretten men edelim?" dedi.
Rasûlü Ekrem; "Siz tekzib etseniz de Ben yine Allâh'ın Rasûlüyüm. Yâ Ali! Süheyl'in dediği gibi muahedeyi «Abdullah'ın oğlu Muhammed» diye yaz" dedi.
«Allâh'ın Rasûlü» kelimelerini silmek Hz.Ali'ye çok ağır geldi. Silemedi. Kenara çekildi. Bu sefer Rasûlü Ekrem onu kendi eliyle sildi. Hz.Ali de «Abdullah'ın oğlu Muhammed» diye yazdı.
Tam bu anlaşmanın akdedildiği esnâda, Süheyl'in oğlu Ebû Cendel Mekke'den kaçarak bağlı olduğu urganlar ile Müslümanların yanına geldi. Daha önce babası, onu, Medîne'ye hicretten menetmişti. Kâinâtın Yüce Peygamberi, Ebû Cendel'e babası Süheyl'in önünde şöyle dedi: "Biz bir ahid verdik, o kavim de bize ahid verdi. Verdiğimiz sözden geri dönmeyiz. Sen sabret. Allah zayıflarla dâimâ beraberdir."
Genç ise çok müteessir oluyordu.
Allâh'ın Yüce Peygamberi muâhede şartlarını imzalayınca, Eshâbına saçlarını traş etmelerini, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını söyledi.
Bunları duyan Müslümanlar tavaf ümidini kaybetmediklerinden ihramdan çıkmıyorlardı. Allâh'ın Rasûlü bu duruma kızarak zevcesi Ümmü Seleme'nin yanına girdi ve şöyle dedi: "Müslümanlar dediğimi yapmadılar. Helâk oldular."
Ümmü Seleme Allah Rasûlünü teskin etti. "Sen önce traş ol, kurbanını kes, ihramdan çık, onlar da arzularının bu sene tahakkuk edemeyeceğini görürler, Sana uyarlar" dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz çadırından çıktı. Devesini kurban edip başını traş ettikten sonra ihramdan çıktı. Müslümanlar da O'na uyarak kurbanlarını kestiler ve saçlarını traş ettiler.
Bu hâdise bize, amelin sözden daha hayırlı ve müessir olduğunu gösteriyor.
O sırada esen bir rüzgar onların saçlarını alarak haremi şerife doğru götürüyordu. Buna çok sevindiler. Bu Allah tarafından emellerine nâil olmak için estirilmiş bir rüzgardır dediler.
Rasûlü Ekrem'in Hudeybiye yolculuğu ve muâhede yirmi gün sürdü. Peygamberimiz ve Eshâbı Medîne'ye dönerken, yolda, yakında gelecek büyük fethi müjdeleyen Fetih Sûresi nâzil oldu. Sevindiler. Fetih Sûresi nâzil olduğuna göre, istedikleri belde olan Mekke'yi muhakkak fethedeceklerdi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:34 pm

Dünyâdaki Başlıca Devlet Reislerine Gönderilen İslâma Dâvet Mektup ve Elçileri

Hudeybiye musâlahası ile Müslümanlar varlıklarını her tarafa daha iyi bir şekilde duyurmuş oldular. Bir sükûnet devri başlayınca, Hz.Peygamberimiz Bizans'a, İran'a, Mısır'a, Habeşistan'a ve uzaktaki Arap kabîleleri reislerine, elçilerle mektuplar göndererek onları İslâma dâvet etti. Gümüşten bir mühür kazdırdı. Üzerinde «Muhammed'ün Rasûlüllah» yazılı idi. Mektupları onunla mühürleyip gönderdi. Böylece tevhid dînini dünyânın her tarafına duyurmuş oldu.
İran Kisrâsı hariç diğer bütün hükümdarlar elçileri gâyet hoş karşılamışlardır.
Bizans hükümdârı Kayser, Peygamberimiz hakkında elçilerinden ve Ebû Süfyan'dan geniş bilgi almış, Habeş hükümdârı, dâvete icâbet ve îmân ettiğini açıklamış, Mısır hâkimi Mukavkis ise Peygamberimiz'e nâzikâne bir cevap yazmış ve Mısırlılar arasında yüksek mevkii hâiz iki câriye ile bir elbise ve bir de binek atı göndermiştir. Bu cariyelerden biri Mariye (R.Anha) vâlidemiz olup Hz.İbrâhim O'ndan dünyâya gelmiştir.
Peygamberimizin Mukavkis'e gönderdiği mektup, İstanbul'da Topkapı Sarayı müzesinde diğer mukaddes emânetler ile birlikte, «Emânât-ı Mukaddese» dâiresinde mahfuz bulunmaktadır. Orada ziyâret edilir.


[1] [Bu yedi kişi; Mersed bin Mersed, Halid bin Ebi Bükeyr, Hubeyb, Zeyd bin Dessine, Abdullah bin Tarık ve Muattib (R.A) hazerâtı idiler]
[2] [Sure-i Fetih, âyet: 18-19]

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:35 pm

HAYBER'İN FETHİ (Hicrî:7, M.:628)
Hayber, Medîne-Şam yolu üzerinde, bol hurmalı, iç içe kalelerle çevrili, münbit arâzisi bulunan, çok mühim bir yerdi.
Hayber Yahûdîlerin elinde idi. Medîne'den çıkarılan Yahûdîlerin bir kısmı da, buraya gelip yerleşmişti. Burası, bütün Hicaz Yahûdîlerinin merkezi ve hisarlı bir kalesi durumunda idi. Bu Yahûdîler, İslâm'a karşı Mekkelileri dâimâ kışkırtmışlar, Hendek muhârebesini onlar tezgahlamışlardı. Ayrıca kendilerine yapılmış olan anlaşma tekliflerini de reddetmişlerdi. Medîne'ye hücum etmek için plân hazırlıyorlardı.
Rasûlü Ekrem, Hudeybiye Musâlahası'ndan bir ay sonra, hicretin 7.yılında, düşman harekete geçmeden, hazırlık safhasında olan düşmanı yatağında bastırmak gâyesiyle, 1400 piyade, 200 süvâri olmak üzere 1600 kişilik bir ordu ile Medîne'den yola çıktı. Medîne-Hayber arasında 150 kilometrelik yolu, üç günde katettiler. Yolda, Eshâbı Kirâm yüksek sesle bağırarak tekbir getiriyordu. Peygamber Efendimiz; "Yavaş söyleyiniz. Siz uzak veya sağır bir varlığa hitap etmiyorsunuz. Zât-ı Kibriya size çok yakındır." buyurdu.
Bu seferde Ümmü Seleme (R.A.) vâlidemiz de, Hz.Peygamberimizle beraberdi. Ayrıca, bâzı kadınlar da orduya iştirak etmişti. Peygamberimiz, onlara ne için geldiklerini sordu. Onlar da; "Askere yardım etmek, hastalara ilaç vermek, harp meydanında su dağıtmak için geliyoruz" dediler.
Peygamber Efendimiz, memnun oldu. Onlar, harp meydanında âdeta seyyar birer hastahâne vazîfesi gördüler. Ganîmetten kendilerine de hisse verildi.
Hayber'in, gâyet müstahkem yedi kalesi vardı. Bunlar Ketîbe, Naim, Şık, Gâmus, Nazaret, Sülâlim, Satîh adlarında idi.
Kalenin Muhasara Edilmesi
Yahûdîler, Hz.Peygamberimiz'in anlaşma tekliflerini reddederek harbe karar vermişlerdi. Reisleri olan Sellam bîni Mişkem harp emrini verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, kaleyi muhâsara etti. Muhâsara günlerce sürdü. Fetih kolay olmadı. Yahûdîler çok iyi hazırlanmışlardı. Silahları da boldu. Bu harp, bir bakımdan şimdiye kadar yapılanların belki en şiddetlisi oluyordu. Kureyşliler de, Müslümanların gâlibiyetine ihtimal vermeyip, bu harbi büyük bir alâka ile tâkip ediyordu. Yahûdîler, bütün güçlerini ortaya koyuyorlardı. Satih ve Sülâlim kalelerine kadınları, Naim kalesine zâhireleri yerleştirmişlerdi.
Muhâsara iki haftaya vardığı halde, bir netice alınamamıştı. Bu arada, Katafan Yahûdîlerinin de kaledeki Yahûdîlere yardıma gelecekleri haberi gelmişti.
Peygamber Efendimiz, pek üzüldü. Kendine bir baş ağrısı ârız oldu. Hz.Ali'nin de bir gözü ağrıyordu. Katafanlılara bir birlik gönderildi. Onlar korktular gelemediler. İlk hedefi Naim kalesi teşkil ediyordu. Buraya yöneltilen hücumu, Mahmud ibn-i Mesleme idâre ediyordu. Hava sıcak olduğundan, Mahmud ibn-i Mesleme serinlemek için kale duvarı dibinde otururken, Yahûdî kumandanı Kinâne bîni Rebiğ (Hz.Safiye'nin eski kocası), Mahmud bîni Mesleme'nin başına bir taş yuvarlıyarak şehid etti. Harp uzuyor, çok çetin oluyor, bir türlü bitmiyordu. Peygamber Efendimiz, kaleyi feth için Hz.Ebû Bekr'i gönderdi. Fakat, muvaffak olunamadı. Daha sonra Hz.Ömer'i gönderdi. Yine muvaffak olunamadı. Yahûdîler, görülmedik bir direniş gösteriyor, yaptıkları huruc hareketleri ile onların kaleyi almalarını önlüyorlardı. Günler geçiyor, fetih bir türlü müyesser olmuyordu.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; "Bu sancağımı, yarın kaleyi kahır ve kahramanlıkla alacak, Allâh'ın ve Rasûlü'nün sevdiği bir bahâdıra vereceğim." buyurdu.
Sancağın Hz.Ali'ye Verilmesi
Herkes, acaba bu kim olacak diyorlardı ki Peygamberimiz Hz.Ali'yi sordu. "Gözü ağrıdığından, çadırındadır." dediler. Çağırttı. Mübârek elleriyle gözlerini mesh etti, sığadı. Bir mûcize-i Peygamberî olarak o anda göz ağrısı gitti. Gözü açıldı. Kendisine büyük bir teveccüh ile sancağı verip feth için kaleye gönderdi.
Hz.Ali, sancağı kaparak kaleye doğru koştu. Karşısına çıkan Yahûdîlerin başını uçurdu. Harp çok şiddetli oluyordu. Bir aralık Hz.Ali'nin kalkanı elinden fırlayıp düştü. O Allâh'ın arslanı, göğüsleyip kopardığı kale kapısını bir elinde kalkan gibi kullanarak, çarpışmağa devam etti. Nihâyet kale düştü. Hz.Ali, onu teslim aldı.
Hz.Ali'nin koparıp kalkan olarak kullandığı bu kale kapısını daha sonra yedi kişi uğraşmışlar, fakat yerinden kaldıramamışlardır.
Naim kalesi düştükten sonra, Hz. Ali kalelerin en kuvvetlisi olan Gamûs kalesine hücum etti. Bu kalenin kumandanı olan, Arapların bin cengâvere bedel dedikleri, meşhur Yahûdî kumandanı Merhab, silahlarını kuşanmış olduğu halde kendini metheden beyitler söyleyerek meydana atıldı.
Buna karşı Hz.Ali mübâreze meydanına kükremiş arslan gibi atıldı. O da, azgın Yahûdî kâfire şu mısralarla cevap veriyordu:
"Enellezî semmetnî ümmî Haydara,
Keleysî gâbâtin kerîhil manzara,
Ekîlüküm bis'seyfi keyles'sendera,
Et'anü birrumhi bütune'l kefere"
(Anam bana Haydar [1] ismini vermiştir,
Ben, ormanların korkunç manzaralı arslanı gibiyim,
Kılıncımla sizi sendere [2] kilesiyle kileler gibi yerim,
Mızrağımı kafirlerin karınlarına pek yaman saplarım).
Hz.Ali, kılıncını onun tepesine indirerek o azgın Yahûdîyi bir darbede yere serdi ve bihakkın Hayber Fâtihi ünvanını aldı.
Yahûdî kaleleri art arda düşüyordu ki, Satih ve Sülâlim kalelerindekiler, çâresiz kalıp sulh istediler. Neticede Müslümanlara geçen arâzide, yalnız çiftçi gibi oturmaları ve her sene kaldırılacak mahsulün yarısını Müslümanlara vermeleri şartıyla mürâcaatları kabul edildi. Hayber'in fethinden sonra, teslim olan Yahûdîlerin bâzıları burayı terketti. Bâzıları da, yapılan sulh neticesi orada kaldılar. Buranın ziraat ve mahsul işlerini idâre etmek için Abdullah ibn-i Revvâha vâli tâyin edildi.
Hayber kalesi fethedildiğinde, elde edilen ganîmet çok büyüktü. Binlerce eşya ele geçirildi. Hayber kalesinde, vaktiyle birçok kimsenin diline doladıkları, fakat bir türlü ele geçiremedikleri Yahûdîlerin gizli hazîneleri de bulundu. Gömülü olduğu yerden çıkarıldı. Katır derisinden bir tulum içerisinde ağzına kadar mücevherat dolu idi. Bu hazîne, Ali Hukayk'ın hazînesi idi. Bu hazîneden çıkan mücevherler onbin altın olarak kıymetlendirilmişti.
Harpte Müslümanlardan 15 kişi şehid oldu. Yahûdîlerden 93 kişi öldürüldü. Kalanlar teslim oldu.
Bir Yahûdî Kadının Peygamberimiz'i Zehirlemek İçin Yaptığı Sûikast
Yahûdîler, yenildikleri halde hâlâ düşmanlıklarını yapmak, yaymak ve sürdürmek istiyorlardı. O sırada, bir Yahûdî kadını Peygamberimiz'e, kızartılmış bir koyunu takdim ve hediye etti. (Bu koyun, zehir sanatını her milletten daha iyi bilen Yahûdîlerin, bütün ilimlerini kullanarak ölüm acılığına buladıkları, sûikast yemeği idi.)
Peygamber Efendimiz, onu yemek üzere Eshâbıyla sofraya oturdu. Bir parça aldıktan sonra ağzından çıkarıp attı ve koyunun zehirli olduğunu, yememelerini söyledi. Fakat, bundan bir lokma yutmuş olan Eshâbdan Bişr, kurtulamıyarak öldü. Peygamber Efendimiz, zehrin te'sirinden kurtulmak için iki kürek kemiği arasından kan aldırdı.
Peygamber Efendimiz, yıllarca «Hâlâ o Yahûdî kadının zehirleyip sunduğu koyun etinden ağzıma aldığım lokmanın acısını duyuyorum.» dediği olmuştur. Zehiri veren Yahûdî kadını, vefât eden Eshâbın yerine idam edildi.
Peygamberimiz'in Hz.Safiye İle İzdivâcı
Esirler arasında, Yahûdî reislerinden Huyey'in kızı Safiyye bulunuyordu. Safiye'nin kocası, yine Yahûdî reislerinden Kinane bîni Rebiğ idi. Esir edildiğinde, Hz.Safiyye'nin yüzünün bir tarafı tokat beresi içinde idi. Bunun neden olduğu kendisine sorulduğunda; "Sizler kaleyi kuşattığınız gece ben bir rü'yâ gördüm. Şöyle ki; gökten bir ay indi ben onu kucakladım. Uyanınca kocama anlatmıştım. Canı sıkıldı. «Sen, Hicaz beyi Muhammed'e varmak mı istiyorsun» diyerek, yüzüme bir tokat vurdu. Yüzümdeki bu kara bere ondandır." dedi.
O, Hayber içinde sözü geçen kadınlardan biri idi. Eshâbı Kirâm, ona dokunmadan, Rasûlü Ekrem'in yanına gelerek, bu kadının kendisine çok yakışacağını söylemişti. Rasûlü Ekrem de onların isteklerine uyarak, Safiyye'yi azad edip kendine zevce yaptı. Safiyye de buna çok sevindi. Mü'minlerin annelerinden biri olmak şerefine mazhar oldu. Hz.Safiye uzun zaman Rasûlü Ekrem'in yanında kalarak, O'na sadık bir zevce oldu.
Hz.Safiyye, daha sonraları vaktiyle cereyan etmiş şu hâdiseyi anlatırdı: "Ben, babamın ve amcam Ebî Yâser'in çok sevgili çocuğu idim. Her ikisi de beni kollarının arasından indirmezlerdi. Bu muâmeleyi de ancak bana yapıyorlardı. Vakta ki, Allah Rasûlü, Medîne'ye gelip Kuba'ya indi. Babam ve amcam güneş doğmadan evden çıktılar, güneş batınca eve geldiler. Her ikisinin de renkleri solmuş, üzüntülü oldukları belli oluyordu.
Ben, onlardan iltifat bekledim. Fakat, bana yüz vermediler. Amcam şöyle diyordu: «O mudur, O mudur?»
Babam dedi ki; «Evet O'dur.»
Amcam; «O'nu tanıyor musun?» dedi.
Babam da; «Evet tanıyorum» dedi.
Amcam, devamla dedi ki: «Sende ne oldu?».
Babam da; «Bende şiddetli bir düşmanlık meydana geldi.» dedi."
Hz.Safiyye'nin, baba ve amcasının, Peygamber Efendimiz'i, tanımalarına rağmen, îman etmeyip mahrum olmaları yanında kendisine erişen lütuf ne büyüktür, değil mi?

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:35 pm

Arabistan Yahûdîlerinin İtaatı
Hayber fethedildikten sonra, Peygamber Efendimiz, Fedek Yahûdîlerine haber göndererek, onlardan İslam hükümetine itaat etmelerini istedi. Onlar da, kan dökülmeden cizye vermeği kabul edip teslim oldular. Bunun gibi, Teyma Yahûdîleri de harpsiz cizye vermeği kabul ettiler. Huzur içinde memleketlerinde kaldılar. Vadilkurâ Yahûdîleri ise, İslam hükümetini dinlemeyip çarpışmağa kalkıştılar. Müslümanlar ağır basınca teslim oldular. Halkı ise yerlerinde bırakılıp Hayber'de yapıldığı gibi kendileri de vergi usulüne dâhil edildiler.
Böylelikle Arabistan'daki bütün yahûdîlere boyun eğdirildi. Yahûdî meselesi hallolunca, şimalden gelecek tehlike önlendiği gibi müşriklerin de kolu, kanadı kırılmış oldu. Müşrikler, müslümanlara hücum için el uzatacak veya arkalarından sürükleyecek kimse bulamıyordu. Artık müslümanlardan korkmayan ve onların haberleri olmaksızın bir iş yapan kalmamıştı.
Hayber'in Fethi Esnâsında Teşrî Kılınan Hükümler
Pençeli yırtıcı hayvanların ve avlarını yakalayıp parçalayan vahşi hayvanların etinin yenmesi haram kılınmıştır.
Merkep ve katır etlerini yemek yasak edilmiştir.
Harpte esir düşen kadınlarla üç ay geçmeden hemen münasebette bulunmak yasak edilmiştir. (Bu gibi kadınlara üç ay mühlet verilmesi, hâmileliklerinin anlaşılması içindir. Bu kadınlar hâmile iseler hâmillerini vaz edinceye kadar onlara yaklaşılmaması bildirilmiştir. Fıkıh kitaplarında buna, «istibra» denir.)
Altın ve gümüşü kıymetinden fazlası ile alıp satmak, yâni fâiz men olunmuştur.
Müt'a nikahı (muvakkat nikah) da Hayber'den sonra yasaklanmıştır.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:41 pm

UMRE HACCI VE KÂBE'Yİ ZİYÂRET (Hicrî:7, M.:629)
Bir sene önce yapılmış olan Hudeybiye anlaşması gereğince, Müslümanlar bu yıl Kâbe'yi ziyâret edeceklerdi. Hicretin yedinci yılı, Zilkâde ayı girince, Peygamber Efendimiz Eshâbına, Kâbe'yi ziyâret için hazırlanmalarını söyledi. Bütün Müslümanlar buna çok sevindiler. Zâten iştiyakla bekliyorlardı. Bilhâssa Muhâcirler, yedi senedir ayrıldıkları ana-baba diyârına kavuşacaklar, elemli ve acı günlerde terkettikleri Mekke'ye girip, Mescîd-i Harâm'ı serbestçe ziyâret edeceklerdi.
Peygamberimiz, Medîne'de, Ebû Zer-i Gıffari (R.A.)'ı yerine vekil bırakarak, çocuklar ve kadınlardan başka 100'ü atlı, 2000 kadar mü'min ile Kâbe'yi tavaf etmek üzere yola çıktılar. Kurban etmek için 60 tane deve de aldılar. Anlaşma gereğince Mekke'ye silahlı giremeyeceklerinden, yanlarında sâdece kınlarında sokulu birer kılınç bulunuyordu. Hz.Peygamberimiz, her ihtimale karşı, yanına yedek olarak 100 de at almıştı. Çünkü, müşriklerin ne zaman ne yapacakları belli olmazdı. Fahri Kâinât önlerinde, yine Kusvâ adlı devesi üzerinde gidiyorlar. Peygamber Efendimiz'in devesini, şâir, Abdullah ibn-i Revvâha çekiyor ve devenin önünde beyitler okuyordu. Hepsi çok sevinçli ve heyecanlı idiler.
Mekke'den ne şartlar altında ve kaç kişi çıkmışlar! Şimdi ise kaç kişi olarak Mekke'ye giriyorlardı!.
Kureyşliler, anlaşma gereğince şehri boşaltmışlar, tepelere çekilmişlerdi. Ağaçların ve kurdukları çadırların altından, Müslümanların heybetle Mekke'ye girişini seyrediyorlardı.
Müslümanlar kurbanlık develeri en öne sürmüşlerdi. Mekke'ye girdikleri zaman, içlerinde beliren heyecanlarını yenemeyeceklerinden korkan Muhâcirler; topraklarına, mukaddes diyâra kavuşmanın sevincini yaşıyorlardı. Nihâyet, Beytullah (Kâbe) görünmüştü. Müslümanlar duâ ediyor ve hep bir ağızdan söyledikleri "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk... (Allâhım, bütün itaatımız, sevgi ve güvenimiz Sanadır.)" sedâlarıyla yer yerinden oynuyordu.
Bütün kalpler Allâh'a yönelmişti. Artık düşüncelerde ne müşrikler ne de bir başkaları vardı. Sadece, Allâh'ın rızasını düşünüyorlar ve O'na kulluk ve ibâdet etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Mekkeliler, Medîne havasının Müslümanları güçsüz ve zayıf düşürdüğünü, onlara yaramadığını zannederek bu hususta dedikodu çıkarıyorlardı. Onların bu zanlarının yanlış olduğunu, Müslümanların zayıf ve güçsüz olmayıp gâyet sıhhatli, güçlü ve zinde olduklarını göstermek için Fahri Kâinât Efendimiz; Kâbe'nin etrafında ilk üç tavafın, başı dik bir halde, sert ve hızlı adımlarla, heybetli olarak yapılmasını emretti. "Bugün kendini kuvvetli gösterene, Allah rahmet etsin" buyurdu.
Peygamberimiz ve Eshâbı, usûlu vechiyle Kâbe-i Muazzama'yı tavaf ettikten sonra, Safa ve Merve tepeleri arasında Sa'y yaptılar. Sonra kurbanlarını kesip, tıraş olup ihramdan çıktılar. Bilâl-i Habeşi, o tatlı ve gür sesiyle Kâbe'de ezân okudu. Mekke ilk defa ezan sesi duyuyordu. Ufuklar tevhid ve ezan sedalarıyla çınladı. 2000 müslüman Beytullah'ın etrafında cemaatle namaz kıldılar. Muhâcirler eski yerlerini, evlerini barklarını gezip dolaştılar. Akrabalarıyla görüştüler. Ensardan olan kardeşlerine de, eski yerlerini gezdirip gösterdiler, "İşte bizim yerlerimiz buralar idi" dediler.
Müslümanların hepsi sukün ve asâyiş içinde idi. Hiçbir müessif hâdise olmadı. Ne temiz insanlar! İçki içeni yok, küfredeni, kötü söyleyeni yok! Birbirlerine karşı gâyet mütevâzi, kardeşçe, çok candan muâmele ve davranış içinde! Ne güzel ahlâkları var! Fahri Kâinât, aralarında bir güneş, bir ay gibi parıldıyor, dolaşıyor! Abdest alıyorlar, topluca namaz kılıyorlar, duâ ediyorlar.
Müslümanların bu hâllerini gören Mekkeliler, hayranlıktan kendilerini alamadılar. Böylece, Müslümanlar bu âlicenap halleriyle Mekke'den önce, Mekkelilerin kalplerini fethediyordu. Bâzıları dayanamadı, Müslüman olmağı içine koydu ve Müslüman oldu. (Hâlid ibn-i Velid, Amr ibn-i As ve Osman ibn-i Ebi Talha gibi.)
Bu ziyâretle, Peygamber Efendimiz'in, Hudeybiye vak'asından önce görmüş olduğu rü'yâ, aynen vuku' bulmuştu. Bütün Müslümanlar, Rasûlü Ekrem'in büyüklüğüne ve O'nun, Allâh'ın elçisi olduğuna bir daha cânü gönülden inanmışlardı. Ayrıca bu hâdise, bize, rü'yânın hak olduğuna bir delil olarak kâfi gelir. Yûsuf (A.S.)'ın onbir yıldızın, güneşin ve ayın kendisine secde ettiğini gösteren rü'yâsı, kırk sene sonra tahakkuk etti. Halbûki, Allah Rasûlü'nün rü'yâsı bir sene sonra hakîkat oldu.
Müslümanlar, Hudeybiye anlaşması gereğince, Mekke'de üç gün kaldıktan sonra Medîne'ye döndüler. Dönerken, «Seyyid-üş-Şühedâ (Şehitler Efendisi)» Hz.Hamza'nın küçük kerîmesi Ümâme; "Amca! Amca! Beni bırakma!" diyerek Hz.Peygamberimize atıldı.
Ümâme'yi, evvelâ Hz.Ali kucağına aldı.
Câferî Tayyar ileri atılarak; "O'nu ben himâyeme alıp yetiştireyim" dedi.
Bunun üzerine Rasûlüllah'ın emriyle Câferî Tayyar'ın zevcesi olan, (Ümâme'nin teyzesi) Esma'ya verildi. Peygamber Efendimiz; "Teyze, anne gibidir." buyurdu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:42 pm

Amr'ibn-i As ile Hâlid ibn-i Velid'in Müslüman Olmaları
Peygamber Efendimiz, Eshâbıyla Medîne'ye döndüler. Müslümanların tutum ve vakarlarının câzibesine kapılan Kureyş'in büyük süvârisi Hâlid ibn-i Velid, Kureyş'e şöyle seslendi: "Aklı başında olan herkes artık anlamıştır ki, Muhammed (S.A.V.) öyle sâhir ve şâir değildir. O'nun söylediği şeyler Allah Kelâmıdır. Aklı başında olan herkes O'na tâbi olmalıdır."
Ebû Cehil'in oğlu Ikrime, bu sözleri işitince; "Ey Hâlid! Sen de mi atalarının dîninden dönüyorsun, sâibî (yıldıza tapan) oluyorsun?" dedi.
Hz.Hâlid şöyle cevap verdi: "Hayır! Ben sâibî değil, Müslüman oluyorum."
Ikrime; "Kureyş içinde, bu sözü söylemem icap edenlerden bir kimse varsa, o da sensin. Çünkü Müslümanlar babamın şerefini çiğnediler. Amcanın oğlunu Bedir'de öldürdüler. Yemin ederim ki, ben senin durumunda olan bir kimsenin böyle şeyler söylemesini hiç beklemezdim." deyince,
Hz.Hâlid, şu keskin cevabı verdi: "Bunlar, hep taassup ve câhiliyyet eseri şeylerdir. Ben, ancak, hakîkatı gördükten sonra Müslüman oluyorum."
Hâlid ibn-i Velid, Rasûlü Ekrem'e kısraklar göndererek Müslüman olduğunu bildirmişti. O'nun Müslüman oluşu Kureyşlilerden hiçkimsenin hoşuna gitmiyordu. Ebû Süfyan, O'nun Müslüman olduğunu duyunca küplere binmişti. Hemen O'nu huzuruna çağırdı; "Aldığım haber doğru mu?" diye sordu.
Hâlid ibn-i Velid; "Evet! Doğrudur." cevabını verince;
Ebû Süfyan; "Lât ve Uzza nâmına yemin ederim ki, doğru söylediğine inansaydım, Muhammed'den önce seni öldürürdüm." dedi.
Hz.Hâlid, ısrar edip duruyordu; "Doğru söylüyorum. Senin mâni olman, hiçbir şeyi değiştirmez. Ben müslüman oldum. Gerçek dînin Müslümanlık olduğuna inanıyorum. Şimdiye kadar boşuna muhârebelere katılmışım." diyordu.
Ebû Süfyan, O'nun üzerine atılmak istediyse de Ikrime mâni oldu. Çünkü, Mekke'nin durumunu biliyorlardı. Şehirde Müslüman olmağa başlayan halk, putlara tapanlara nefretle bakıyordu.
Hz.Hâlid, bir pervane gibi, herkesin koştuğu o ebedî nûra koştu ve Medîne yolunu tuttu. Yolda, Arap dâhilerinden olan Amr ibn-i As'a rastladı. Amr, O'na nereye gittiğini sordu. Hâlid de; "Müslümanlığı kabule gidiyorum. Ben artık kat'iyetle anladım. Vallâhi, O hak Peygamberdir. Daha ne diye duralım." dedi.
Amr; "Ben de aynı fikirdeyim ve buna karar vermiş bulunuyorum." dedi.
İkisi beraber yola koyularak Medîne-i Münevvere'ye vardılar. Dün, şirk ordusunun başında İslâma karşı duran bu iki adam, şimdi Medîne'ye gelmiş, Medîne sokaklarında ilâhi nûra kavuşmuş olarak dolaşıyorlardı. Hâlid, Kureyş'in süvari kumandanı idi. Uhud harbinde Kureyş mağlub olmuşken, gâlip mevkiine getiren O'dur. O, böylece bir başbuğdur. Allah Rasûlü'nün huzuruna girdiler.
Kâinâtın büyük Peygamberi, Hz.Hâlid'i görünce; "Seni bize hediye eden Allâh'a hamdolsun. Sende hayra götüren bir aklı keşfetmiştim..." dedi.
Hz.Hâlid; "Yâ Rasûlellah! Bana İslâmı tâlim et. Allâh'a benim için duâ et." deyince,
Allah Rasûlü şöyle buyurdu: "İslâm'a girenin geçmiş günahları affolur." Sonra da, Allâh'a O'nun için duâ etti. Allâh'ın Rasûlü O'na, «Seyfullah (Allâh'ın kılıncı)» adını verdi.
Hz.Hâlid'le beraber Amr ibn-i As ve Osman ibn-i Ebi Talha İslâm'ın nûr halkasına katıldılar. Böylece de İslâmın şevket ve kudreti kat kat kuvvetlendi ve Mekke'nin fethi tahakkuk etti.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:44 pm

MU'TE MUHÂREBESİ (Hicrî:8, M.:629)
Mu'te, Şam civarında bir yerdir. Hicretin sekizinci senesinde, Müslümanlar ile Rumlar (Bizans) arasında ilk muhârebe burada olmuştur.
Peygamber Efendimiz'in meliklere, devlet idârecilerine gönderdiği elçiler ağırlanıyor, hediyelerle geri gönderiliyorlardı. Bunlardan, Rumlara (Bizans'a) bağlı Basra melikine (idârecisine) elçi olarak gönderilen Hâris ibn-i Umeyr ve arkadaşları, diğer elçilerin gördüğü hoş karşılanma ve iyi muâmelenin aksine, sûikasta mâruz kaldı. Bu beldenin, Şurahbil adındaki idârecisi, kendisine gönderilen Hâris başkanlığındaki elçiler heyetini şehîd etti. İçlerinden ancak bir kişi kaçıp kurtulabildi. Durumu gelip Rasûlüllâh'a haber verdi.
Rasûlü Ekrem, elçilerinin öldürülmesine çok üzülmüştü. Başka hiç kimse elçilere dokunmadığı halde, onların elçiyi öldürmeleri çirkin bir tecâvüzdü. Devletler hukukuna aykırı bir hareketti.
Bunun üzerine, Zeyd ibn-i Hâris kumandanlığında 3000 kişilik bir ordu hazırlandı. Sancak Zeyd'e verildi. Zeyd, âzad edilmiş bir köle idi. Eshâbın ulularının bulunduğu bir ordunun başına O'nun kumandan getirilmesi, İslâmın getirdiği müsâvaatın bir örneğidir. İslâmda rütbe ve şahıs farkının olmayıp şeref ve mezâyaada eşitliğin bir örneğidir. Bu, eşitlik prensibinin tatbikatıdır. Prensipler mücerret halde kalırsa, bir şey kazandırmazlar, kuru laftan ibâret kalır.
Hz.Peygamberimiz, sancağı Zeyd'e teslim ederken şöyle dedi: "Eğer, Zeyd şehid olursa yerine Câfer ibn-i Ebi Tâlib geçsin. O da şehid olursa yerine Abdullah ibn-i Revvaha geçsin. O da şehid olursa vakit geçirmeden, aranızdan bir kumandan seçin."
Rasûlü Ekrem, orduyu Medîne dışındaki Seniyyet'ül Vedağ mevkiine kadar uğurladı. Son olarak, kendilerine tenbihatta bulunarak; "Allâh'ın ismiyle, Allâh'ın düşmanlarıyla ve düşmanlarınızla harp ediniz. Yolda nefislerini Allâh'a vermiş insanlar bulacaksınız, onlarla dövüşmeyin. Kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürmeyin. Ağaçları kesmeyin. Binaları yıkmayın." buyurdu.
Şurahbil, Müslümanların kendisine doğru geldiğini öğrenince tedbirlerini almağa başladı. Kendi kuvvetlerini kâfi görmeyerek, Bizans hükümdarı Kayser'den yardım ve takviye kuvveti istedi. Şam'da bulunan Rumlar ve onlara tâbi olan Araplar, Müslümanlara karşı koymak için çelik elbiseli ve silahlı 200,000 kişilik bir ordu meydana getirmişlerdi.
Muhârebenin Başlaması
Müslümanlar, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, Mu'te denilen bölgeye gelmişlerdi. Rumları, tahminlerin fevkinde, çok kalabalık bir halde toplanmış buldular. Bu durumda Müslümanlar, tereddüte düştü. «Allah Rasûlü'nden takviye kuvveti mi istensin yoksa harbe gidilsin mi?» gibi ihtimaller tartışıldı.
Abdullah ibn-i Revvâha şöyle dedi: "Ey kavim! Biz niçin çıktık? Biz, ya kahramanca dövüşerek şan kazanırız, yahut, Hak uğrunda şehid oluruz. Her ikisi de bizim için hayırlıdır. Yâ zafer, yâ şehidlik...".
Bu hâl ordunun çok hoşuna gitti. Bunun üzerine harbe atıldılar. Zeyd ibn-i Hâris ordunun kumandanı, bütün Müslümanlar O'nun çevresinde kılınç sallıyorlardı. Zeyd (R.A.), kendisine verilen vazîfenin kutsallığını biliyor, olanca gücüyle savaşıyordu. Ama, atılan mızraklardan biri O'nu gelip bulmuştu. Yere yıkıldığı zaman, sancak hâlâ elinde idi. Onu bir türlü bırakmak istemiyordu ve şöyle diyordu: "Ey güzel cennet! O'na yaklaşmak ne iyi, O'nun şerbeti ne kadar tatlı ve güzeldir!"
Daha sonra sancağı Câfer ibn-i Ebi Tâlib aldı. Câfer (R.A.), elindeki sancağı canı gibi kolluyordu. Düşman her yerden O'nu kuşatmıştı. Yılmadan düşmanla dövüşmeğe devam ediyordu. Nihâyet, atından inip kılıncını çekerek nefsini koruyor, bu arada birçok kelleleri de uçuruyordu. Sancak sağ elinde idi. Müşriklerden biri ansızın Câfer (R.A)'ın elini kesti. Câfer (R.A.) diğer eliyle onu hakladıktan sonra sancağı sol eline aldı. Bir başka müşrik, sol elini de kesince, sancağı kolları arasına aldı. Sayısız yara alan Câfer (R.A.) şehid oldu.
Daha sonra sancağı, Abdullah ibn-i Revvaha alarak düşmanın üzerine hücum etti. Düşman saflarını yardı ve düştü. Üzerine çullanan kafirler tarafından şehîd edildi. O şehid olunca Müslümanların ordusu dağılmağa başlamıştı ki Utbe ibn-i Amr ordunun önüne geçerek şöyle seslendi: "Ey Kavim! İnsanın zulmetle ölmesinden düşman karşısında ölmesi daha hayırlıdır."
Hz.Hâlid ibn-i Velid'in Kumandan Oluşu ve Harp Dehâsı
Abdullah ibn-i Revvaha şehid olunca sancağı Sabit ibn-i Akram almıştı. Sabit sancağı alır almaz mücâhitlerin önüne geçerek yere dikti. "Ey insanlar! Ey Ensar hânedanı! Bana doğru geliniz." diye seslendi.
Müslümanlar her taraftan O'nun etrafında toplandılar.
Sabit; "Ey Müslümanlar cemâatı! Siz, içinizden birini kendinize seçiniz ve O'nun çevresinde toplanınız" dedi.
Mücahitler; "Biz seni kumandan seçtik, sana razıyız" dediler.
Sabit ibn-i Akram; "Ben bu işi yapamam" dedi. Hâlid ibn-i Velid'e bakarak; "Ey Ebû Süleyman al şu sancağı" dedi.
Hâlid ibn-i Velid; "Ben bu sancağı senden alamam, sen buna benden daha lâyıksın. Çünkü daha yaşlısın ve Bedir harbinde bulunanlardansın."
Sabit ibn-i Akram; "Ben bu sancağı ancak sana vermek için aldım." dedi ve Hâlid ibn-i Velid'in vereceği cevabı beklemeden hemen oradaki Müslümanlara dönerek; "Hâlid'i kumandan seçmek hakkında görüş ve söz birliği ediyor musunuz?" diye sordu.
Bütün Müslümanlar hep birlikte; "Evet" dediler.
Müslümanlar, Hâlid ibn-i Velid hakkında, böyle görüş ve söz birliğine varınca Hâlid ibn-i Velid sancağı alıp, hemen ordusuna çeki düzen verdi. Bundan sonra bozulan ordu Hâlid ibn-i Velid'in etrafında toplanmağa başladı. Hz.Hâlid, harp dehâsıyla üçbin kişiyi, 200 bin kişiye karşı toparladı. Müslümanların dağılmasını önledi ve cepheyi tuttu. O gün vaziyeti bu şekilde muhafaza etti. Karanlık bastığında askerlerin yerlerini değiştirdi. Okçuların yerlerini başka yere, başka yerdeki Müslümanları okçuların yerine, öndekileri arkaya, arkadakileri öne, sol cenahtakileri sağ cenaha, sağ cenahtakileri sol cenaha, sağdakilerin bir kısmını da tepenin arkasına, pusuya yerleştirdi.
Ertesi gün, muhârebe tekrar başladı. Düşman, tanımadığı askerleri karşılarında görünce yeni kuvvetler geldiğini zannederek morelman çöktü. Geri çekilmeğe başladılar. Artık, 200 bin kişilik müşrik ordusu bozulmağa, çil yavrusu gibi kaçışmağa başlamıştı. Hz.Hâlid ve ordu onları tâkip etmeğe başladı. Hâlid ibn-i Velid'in maksadı, Müslümanları buradan sağ sâlim kurtarmaktan ibâretti. Yoksa onları tamamen ortadan kaldırmağa imkan yoktu.
Hz.Hâlid'in sahraya doğru gideceğini zanneden düşman, harp meydanını tamamen terketmek zorunda kaldı. Böylece Hz.Hâlid'in harp taktiği ile Müslümanlar zafere kavuşmuş oluyordu.
Mu'te'de, bu şiddetli muhârebeler vukua gelirken, bir mûcize olarak, Peygamber Efendimiz manzarayı gözü önünde gibi görüyor ve Eshâbına olup bitenleri haber veriyordu. Duruma mânen muttali olan Rasûlü Ekrem, mescidinde Eshâbına durumu açıklayarak;
"Zeyd ibn-i Hâris şehid oldu, Câfer ibn-i Ebi Talib de şehid oldu, daha sonra Abdullah ibn-i Revvâha da şehid oldu. Hâlid ibn-i Velid şu anda kumandanlığı eline aldı." deyince bütün Eshâbın yüzü güldü. Çünkü onun, harp sanatını herkesten güzel bildiğini biliyorlardı.
Bu harpte ilk şehid Zeyd idi. Rasûlüllah, Zeyd'in kızını görünce gözyaşlarını tutamadı. Zeyd'in kızı O'na; "Yâ Rasûlellah! Sen de mi ağlıyorsun?" deyince,
Rasûlüllah; "Bu, dostun dost için gözyaşı dökmesidir." buyurdu.
Peygamber Efendimiz, Câfer (R.A.)'ın ölümüne çok üzüldü. Bu musîbetli günlerinde, Câfer âilesine yemek yapıp göndermelerini kendi âilesine tembih etti. Böylece musîbetli günlerde Müslümanların komşularına bakıp gözetmeleri buradan kaldı.
Rasûlü Ekrem, Câfer (R.A.) için şöyle buyurmuştu: "Onun kesilen iki eline karşılık, Cenâb-u Hakk O'na iki kanat verdi. Gördüm ki melekler ile birlikte uçuyordu".
Bundan dolayı, kendisine Câferi Tayyar dendi.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:46 pm

BÜYÜK FETİH (Hicrî:8, M.:630)
Hudeybiye Anlaşması'nın Bozulması
Hudeybiye Musâlahası'nda, Mekkelilerle anlaşma şartlarından biri de; "Araplardan herhangi bir kabîle, isterse Müslümanlara isterse Kureyş'e iltihak edebileceklerdir." idi. Böylece, benî Bekir kabîlesi Kureyş'i, Huzaa kabilesi de Allâh'ın Rasûlü'nü seçmişti. Biri Kureyş'in diğeri de Allah Rasûlü'nün ahd ve himâyesi altına girdi. Câhiliyet devrinde, bu iki kabîle arasında şiddetli bir husûmet vardı. İslâm'ın zuhûru ile bu ateş söndü.
İyice sükûnetin yerleştiği sırada, bir gün Bekiroğullarından birisi Rasûlüllah'ı hicveder mahiyette bir şeyler söyledi. Bunu duyan Huzaa'lı birisi kalktı onu dövdü. Bu hâdise, gizli kinleri harekete geçirdi. Bunun üzerine, benî Bekir kabîlesi Kureyş'den de yardım isteyerek, benî Huzaa'ya hücum ettiler. Kureyş de onlara gizlice asker ve diğer yardımlarda bulundu. Benî Bekir kabîlesi, Huzaalılardan yirmi kişiyi öldürdü. Böylece Kureyş, Hudeybiye anlaşmasını bozmuş oldu.
Bunun üzerine Huzaalılardan Amr ibn-i Sâlim başkanlığında 40 kişilik bir heyet Medîne'ye geldi. Amr ibn-i Sâlim, doğruca Rasûlüllah'ın huzuruna çıkarak, olup bitenleri anlattı. Yapılanları bir şiirle dile getirerek meâlen dedi ki:
"Yâ Rasûlallâh! Kureyşliler, sana verdikleri sözde durmadılar. Seninle yaptıkları ahdü mîsâkı bozdular. Bizi, Mekke'nin aşağı tarafındaki yerimizde gözetleyip gâfil avladılar. Halbûki onlar, çok zayıf ve önemsiz, sayıca da çok azdılar. Benim kimseyi yardıma çağırmayacağımı sandılar. Bizi Vetir'de, geceleyin uykuda iken bir de baskına uğrattılar. Bizi, rukû ve secde hâlinde namaz kılarken bile öldürdüler.
Allâh'ın Sana vermiş olduğu selahiyetle bize yardım et, destek ol, Allâh'ın kullarını çağır, acele gelip imdadımıza yetişsinler. İçlerinde Allâh'ın Rasûlü de olduğu, yapılan zûlme öfkesinden renkten renge girdiği, savaşmağa hazırlandığı ve büyük bir ordunun başına geçmiş bulunduğu halde, denizler gibi köpükler saçarak akıp gelsinler."
Peygamber Efendimiz, Amr ibn-i Sâlim'in bu şiirini dinledikten sonra ridasının eteğini toplayarak, ayağa kalktı ve kalkarken de; "Varlığım kudret elinde bulunan Allâh'a andolsun ki kendimi ve ev halkımı koruduğum şeylerle bunları da koruyacağım. Huzaalılar Bendendir. Ben de Huzaalılardanım. Ey Amr ibn-i Sâlim! Sen yardım edilmiş oldun." buyurdu.
Rasûlü Ekrem, müşriklerin yapmış oldukları bu işe çok üzüldü. O, antlaşmanın böyle bitmesini istemiyordu. Hemen Kureyş'e bir elçi gönderip şu tekliflerde bulundu: "Bundan sonra derim ki, siz; ya benî Bekr'le olan ittifakınızdan vazgeçer geri durursunuz, ya da Huzaalılardan öldürülenlerin diyetlerini ödersiniz. Bunlardan birisini yerine getirmeyecek olursanız sizinle harp edeceğimi bildiririm."
Kureyş, yerine getirilmesi istenen şartları kabul etmeyerek, Hudeybiye musâlahasını bozmuş olduklarını açıklamış oldular. Bu, savaş demekti.
Peygamber Efendimiz'in elçisi Zamra geri dönerek, Kureyş müşriklerinin söylediklerini Peygamber Efendimiz'e haber verdi. Daha sonra Kureyş müşrikleri, kendi ahâlîlerinin harp etmek istemediklerini görünce elçiyi bu biçimde reddettiklerine pişman oldular.
Bunun üzerine, Ebû Süfyan'a; "Muâhedeyi yenile! Mütâreke süresini uzat" diyerek, onu Peygamber Efendimiz'e gönderdiler.
Ebû Süfyan'ın Peygamberimiz'e Mürâcaatı
Ebû Süfyan olup bitenleri Medîne'ye hiçbir kimse haber etmedi zannıyla, anlaşmayı kuvvetlendirmek ve müddetini uzatmak için azadlı kölesiyle birlikte Medîne'ye geldi. Kızı ve Peygamber Efendimiz'in zevcesi Hz.Ümmü Habîbe'nin evine girdi. Peygamber Efendimiz'in döşeğine oturmak için yönelince, Hz.Ümmü Habîbe döşeği hemen dürüp, babasının ona oturmasına engel oldu.
Ebû Süfyan; "Ey kızcağızım! Sen bu döşeği benden mi esirgiyorsun, yoksa beni bu döşekten mi esirgiyorsun? Anlayamadım." dedi.
Hz.Ümmü Habîbe; "Hayır, bu Rasûlüllah'ın döşeğidir. Müşrik onun üzerine oturamaz. Sen ise müşrik ve necis olan bir kimsesin. Bunun için, seni Rasûlüllah'ın döşeğine oturtmak istemedim!" dedi.
Bunun üzerine Ebû Süfyan, kızarak ve şöyle diyerek onun yanından çıktı: "Vallâhi, ey kızcağızım! Benim evimden ayrıldıktan sonra sen çok değişmişsin. Sana şer isabet etmiş."
Ebû Süfyan gazap hâliyle çıkadursun, kızı Ümmü Habîbe'ye şer değil bir çok hayırlar isâbet etmişti. Çünkü mü'minlerin annesi olmuştu. Peygamber Efendimiz'in eviyle şereflendi. Bu öyle bir evdi ki, onu Allah temizlemişti. Zât-ı Kibriyâ onlar hakkında; "Ey Ehli Beyt! Allah sizden kirleri gidermek ister ve sizi temizliyor." buyurmuştu.
Buradan da görülüyor ki, îman, insanı ne hâle getiriyor! Kızı babasını kabulden yüz çeviriyor ve onu lakapların en âdisi ile vasıflandırıyor. İşte işin doğrusu da bu değil midir?
Ebû Süfyan, doğruca mescide, Peygamber Efendimiz'in yanına geldi. Ne için geldiğini Allah Rasûlüne arz etti. "Gel aramızdaki muâhedeyi bir yazı ile yenileyelim." dedi.
Peygamber Efendimiz de hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi; "Biz, Hudeybiye gününde yaptığımız mütâreke ve musâlahanın üzerinde duruyoruz. Ona ne aykırı bir davranışta bulunuruz, ne de onu değiştiririz!" buyurdu.
Ebû Süfyan, muâhedeyi yenilemek hususundaki dileğini tekrarladı. Fakat, Peygamber Efendimiz ona hiçbir cevap vermedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan, Allah Rasûlü'nün «Biz, müddetimiz ve sulhumuz üzerindeyiz.» şeklindeki sözünden çok ümitsizlenip müthiş bir üzüntü ile buradan çıktı. Eshab'ın büyüklerinden Hz.Ebû Bekir (R.A.), Hz.Ömer (R.A), Hz.Osman (R.A.), Hz.Ali (R.A.), Hz.Fâtıma (R.Anha) ve küçük yaşta olan Hz.Hasan'a, çeşitli sözler söyleyerek, kendisine yardım edilmesini ve Allah Rasûlünün yanında kendisine şefâat edilmesini istedi. Onların hepsi ve bütün Eshab; "Biz Allah Rasûlünün dediğinden başkasını söyleyemeyiz." dediler. İşte bu gerçek îmânın alâmetidir.
Ebû Süfyan, hiç yüz bulamadan geldiği gibi devesine binip Mekke'ye dönüp gitti. Ebû Süfyan'ın dönmesi uzayınca, Kureyş ona inanmadı. Bilâkis, onu İslâm'a tâbi olmakla suçladılar. Bunun üzerine, Kureyş'in kendi üzerindeki töhmetini atabilmek için putlara ibâdet etmeğe başladı. Ebû Süfyan'a iki taraftan zillet ve belâ gelmiş oldu. Mekke'yi bir sözle oturtup bir sözle kaldıran bu adam Medîne'de hiç kimseye söz geçirememişti. İşte ahdine sâdık olmayanların hâli budur. Ebû Süfyan, geceleyin Mekke'ye varıp evine girince karısı Hind; "Kavmin seni Müslüman oldu diye suçlayıncaya kadar orada tutuldun kaldın." dedi ve "bunca zamandan beri Medîne'de ne yaptın?" diye sordu.
Ebû Süfyan, sâdece «hiç» diye cevap verebildi. Kureyşliler artık Müslümanların gelmesini bekler olmuşlardı.
Fetih Hazırlığı
Hicretin 8.yılı, Ramazan ayı başında Mekke'nin fethedileceğine karar verilmişti. Peygamber Efendimiz, müşriklerin üzerine sâdece Medîne'deki Müslümanlarla gitmek istemeyip, emirlerinde bulunan civar kabîlelere de haber göndererek sefere çıkacağını bildirdi.
Onlara gönderdiği haberde aynen şöyle buyurdu: "Allâh'a ve âhiret gününe inananlar, bütün varlıklarıyla Ramâzan-ı Şerîf'in başında, Medîne'de toplansınlar."
Bu haber, etraftaki bütün kabîlelere gitti, ulaştı. Her cihetten Müslümanlar Ramazân-ı Şerif'in başlangıcında Medîne'ye gelmeğe ve Medîne'yi doldurmağa başlamışlardı. Medîne'deki münâfıklar bile, Müslümanların bu kadar muazzam bir kalabalık olabileceklerini tahmin etmediklerinden bu işe şaşırdılar.
Hz.Hasan (R.A.), Huzaa kabîlesinin intikamını almak üzere insanları cihâda teşvik ediyordu.
Peygamber Efendimiz, Mekke üzerine yürüneceğini gâyet gizli tutuyordu. Bunun için Ebû Katade ibn-i Rebiğ'i az miktarda bir birliğin başına geçirerek Batn-ı Izan mevkiine doğru yolladı. Maksadı, kendisinin oraya doğru gideceği zannını uyandırmak ve haberlerin bu şekilde yayılmasını sağlamaktı.
Peygamber Efendimiz, toplanan Eshab'ına sefere hazır olmalarını emretti. Mekke'ye giden dağ yollarını ve geçitleri nöbetçilerle tuttu. Hz.Ömer'i de onların üzerinde murakıp olarak vazîfelendirdi.
Hz.Ömer de nöbetçilere; "Rastlıyacağınız, gizlice Mekke'ye geçip gitmek isteyen hiç kimseyi bırakmayacaksınız, onları geri çevireceksiniz" demekle, hiç kimsenin Mekke'ye gitmesine meydan vermemekte idi.
Peygamberimiz; "Ey Allâhım! yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar Kureyş'in casus ve habercilerini tut. Görmez ve işitmez yap. Kureyşlilerin gözlerini bağla. Beni birden bire görsünler, birdenbire işitsinler." diyerek, Allâh'a duâ etti.
Medîne'de onbin kişilik bir ordu toplanmıştı. Medîne, şimdiye kadar bu kadar kalabalık bir ordu çıkartmamıştı. Peygamber Efendimiz, Medîne'de yerine Abdullah ibn-i Ümmü Mektüm Hazretlerini vekil bırakarak, Ramazan'ın ikisinde ikindi namazını kıldıktan sonra, onbin kişilik ordusunun başında Medîne'den yola çıktı.
Muhâcirlerin, Ensârın ve bütün kabîlelerin sancaktarları sancaklarını almış olarak, Kudeyd mevkiine geldiklerinde Allah Rasûlü, Müslümanlara iftar etmelerini emretti. Müslümanlara yolculukta oruç çok zor gelmişti. Peygamber Efendimiz; "Allah bizden yolculukta ve hastalık hâlinde orucu kaldırdı. Sizden kim hasta olur veya seferde bulunursa başka bir günde tutar." buyurdu.
Ordu, çölü yararak Mekke'ye doğru yaklaştığı esnâda, amcası Abbas'a rastladı. Abbas, Müslüman olmuş, Medîne'ye hicret ediyordu. Âilesini göndererek kendisi de İslam ordusuna katıldı.
Ordu, Merrüz Zahran denilen yere yatsı vakti varınca Allah Rasûlü, müşriklere haber ve onlara kalabalık görünmek için onbin noktada ateş yakılmasını emretti.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:47 pm

Ebû Süfyan'ın Müslüman Oluşu
Mekke'de fışkıran nûr, Medîne'den onbin kandillik bir çemberle gelip, nihâyet Mekke'yi kuşatmıştı. Hz.Ömer gece nöbetçilerinin üzerine kumandan tâyin edilmişti. Kureyş, Peygamber Efendimiz'in büyük bir ordu ile Mekke'ye geldiğini anlayınca, Ebû Süfyan'ı iki kişi ile gönderdiler. "Hemen yola çık, O'ndan bize eman al. Ancak, O'nun Eshab'ını gevşek görürsen savaşılacağını kendisine bildir" dediler.
Ebû Süfyan, iki kişi ile henüz yola çıkmıştı ki ateşler birden bire parlayıverdi. Tam bu esnâda nöbetçiler tarafından yakalandı. Yakalayan nöbetçiler kendisine şiddetli davranınca; "Ey Muhammed (S.A.V.) öldürülüyorum" diye feryat etmeğe başladı.
Nöbetçilere; "Önce beni Abbas'a götürün" diye bütün avazı ile sesleniyordu.
Sesini duyan Hz.Abbas tanıdı. Ona künyesiyle; "Ey Ebû Hanzala" diye seslendi.
O da, Hz.Abbas'a künyesiyle; "Ey Ebûl Fadl! Sen misin?" dedi.
Hz.Abbas da; "Evet" dedi.
Ebû Süfyan; "Anam babam sana fedâ olsun. Arkamdakilerden ne haber var?" diye sordu.
Hz.Abbas ona, İslam ordusunu göstererek; "Bu ordu yarın Mekke'ye zorla girecek olursa Kureyş'in çekeceği var" buyurdu.
Ebû Süfyan da; "Buna bir çâre, bir tedbir var mı? Ne yapmamı bana emir ve tavsiye edersin?" dedi.
Hz.Abbas da; "Evet, vardır" diye Rasûlüllah'ın beyaz devesine bindirip Allah Rasûlüne doğru gittiler.
Hz.Ömer'in ateşinin olduğu yere kadar gelince Hz.Ömer, Ebû Süfyan'ı tanıdı. "Allah düşmanı Ebû Süfyan! Seni ahitsiz ve akidsiz olarak ele geçirmeğe fırsat ve imkân veren Allâh'a hamd olsun" dedi.
Hz.Abbas ise onu emniyete aldığını bildirdi.
Hz.Ömer hemen Rasûlüllah'a gelerek, Ebû Süfyan'ın boynunu vurmak için izin istedi.
Hz.Abbas ise; "Ey Allâh'ın Rasûlü! Ben Ebû Süfyan'ı emniyetime aldım" dedi.
Hz.Abbas ile Hz.Ömer arasında kısa bir münakaşadan sonra Allah Rasûlü, Hz.Abbas'a; "Onu götür, yanında müsâfir et, sabahleyin getir" buyurdu.
Hz.Abbas, sabahleyin Ebû Süfyan'ı alıp Peygamberimiz'in yanına götürdü.
Peygamber Efendimiz, onu görünce; "Yazık sana Ey Ebû Süfyan! Senin için, Allah'dan başka ilah olmadığını öğrenmek zamanı gelmedi mi?".
Ebû Süfyan şöyle cevap verdi: "Ey Muhammed! Ben Allâhım'dan yardım diledim. Sen de Allâhın'dan yardım diledin. Vallâhi ben ne zaman Seninle karşılaştımsa Sen bana gâlip geldin. Eğer benim Allâhım Hak ve Senin Allâhın boş ve batıl olsa idi, ben Sana gâlip gelirdim. Babam ve anam sana fedâ olsun Yâ Rasûlellah, Senden daha cömert ve kerim başka kimse yoktur. Eğer Allah'dan başka bir mâbud olsa idi, bizi bu halde bırakmaz, bize yardım ederdi. «Lâ ilâhe İllallah»" dedi.
Bütün yükünü atmıştı sırtından, amma henüz Müslüman olmamıştı. Çünkü, Rasûlü Ekrem'in de Allah Rasûlü olduğunu kabul etmesi, «Muhammedü'r-Rasûlüllah» deyip tasdik etmesi de lâzım geliyordu.
Bunun üzerine Allah Rasûlü; "Yazık sana ey Ebû Süfyan! Daha beni Allâh'ın Peygamberi olarak kabul edeceğin zaman gelmedi mi?" buyurdu.
Ebû Süfyan; "Sen ne sabırlı, ne kerim, ne civânmertsin! Amma bu hususta içimde hâlâ bir şüphe var." deyince,
Hz.Abbas araya girerek, ona telkin ve nasîhatlarda bulundu. Artık şüphe ve tereddütü atma zamanı gelmişti. Nihâyet ilahi hidâyet yetişti. Ebû Süfyan, bütün bunların hepsini sildi ve şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Ebû Süfyan'ı Çok Hislendiren Peygamberimiz'in Büyük Afvı
Hz.Abbas; "Yâ Rasûlellah! Ebû Süfyan kavmimizin eşrafından ve yaşlı başlılarındandır. Övülmeği, üstün tanınmağı üstün tutulmağı seven bir adamdır. O'na övünebileceği bir şey lutfetseniz olmaz mı?" dedi.
Peygamberimiz; "Olur, kim Ebû Süfyan'ın hânesine girer sığınırsa ona eman verilmiştir." buyurdu.
Ebû Süfyan; "Benim evimin ne kadar genişliği var ki?" dedi.
Bunun üzerine Rasûlüllah Efendimiz; "Kim Ebû Süfyan'ın hânesine girerse, kim Mescîdi Haram'a girerse, kim silahını terkedip kendi hânesine kapanırsa, kim Hakem ibn-i Hüzam'ın hânesine girerse, onlar emindirler. Kılınçtan geçmeyecektirler" buyurdu.
Ebû Süfyan; "İşte bu geniştir" dedi. Gözleri yaşardı. Bu ne büyük af, ne büyük keremdir diyerek çok duygulandı.
Ebû Süfyan'a Müslüman Ordusunun İhtişamının Gösterilmesi
Rasûlüllah Efendimiz, daha sonra amcası Abbas'a; "Ey Amca! Onu vâdînin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanında tut da Müslümanların, Allah ordusunun ihtişamını görsün." buyurdu.
Hz.Abbas Peygamber Efendimiz'in emri üzerine, Ebû Süfyan'ı alıp vâdînin daraldığı dağ boğazına götürdü.
Peygamber Efendimiz; "Bütün kabîleler, yanlarında silah ve techizatlarını kuşanacaklardır!" diye orduya nidâ ettirip onları harp düzenine koydu.
Kabîleler, başlarında başkan ve kumandanları olduğu halde bayraklarını çektiler. Yürekleri yüksek hislerle, sarsılmaz bir îmanla dolu, çok şerefli bir vazîfeye gittiklerine emin olan bu yüce mücâhitler, kahramanlar, vakur adımlarla yürüyerek, fevc fevc Ebû Süfyan'ın önünden geçmeğe başladılar. Askerler bölük bölük geçerken, Ebû Süfyan, tanımadıklarını Hz.Abbas'dan soruyor. Hz.Abbas da tek tek bütün ordu hakkında kendisine mâ'lumât veriyordu.
Peygamber Efendimiz, ilk önce, başlarında Hâlid ibn-i Velid olduğu halde beni Süleymlileri gönderdi. Onlar bin kişi olup sancaklarının birini Abbas ibn-i Mirdasüs Sülemi, diğerini Hufaf ibn-i Nebve, bayraklarını da Haccac ibn-i İlad taşıyordu. Hâlid ibn-i Velid, Hz.Abbas'la Ebû Süfyan'ın hizasına gelince bütün ordu üç kere tekbir getirerek geçtiler. Ebû Süfyan, Hz.Abbas'a onun kim olduğunu sordu.
"Hâlid ibn-i Velid'dir" dedi.
"Şu bizim delikanlı mı?" diye sordu.
"Evet" dedi. Hayretler içinde...
Daha sonra, sırasıyla bütün kabîleler aynı şekilde gelip geçtiler. Peygamber Efendimiz'in içinde bulunduğu birlik gelip geçinceye kadar geçen her kabilenin kim olduğunu Ebû Süfyan sormuş, Hz.Abbas da onları haber verdikçe "Benim fîlânoğulları ile aramda bir kavgam yok ki!" demişti.
Ebû Süfyan, hemen her bölüğün geçişinde; "Muhammed geçti mi?" diye soruyor.
Hz.Abbas da; "Hayır!" diye cevap veriyordu.
Nihâyet Fahri Kâinât'ın, o tepeden tırnağa kadar silahlanmış bölüğü gelirken, atların ayaklarından kalkan tozlar ortalığı karartmaktaydı. Muhâcirlerle Ensar Müslümanlarından olan bu alayda, ikibin zırh gömlekli vardı. Bunların hepsi de miğferli idi. Peygamber Efendimiz, bayrağını Sa'd ibn-i Ubâde'ye vermiş ve onu alayının önüne geçirmişti. Ensârın her kabîlesine bayraklar, sancaklar verilmiş, her biri zırh gömleklere bürünmüş, gözlerinden başka bir yerleri görünmüyordu. Hz.Ömer de sırtına zırh gömlek giymiş, Peygamber Efendimiz'in alayını O idâre etmekte ve yönetmekteydi. Peygamber Efendimiz, başına siyah bir sarık sarmıştı. Devesi Kusvâ'nın üzerinde ve Hz.Ebû Bekr'le Useyd ibn-i Hudayr'ın arasında bulunuyor, yanındakilerle konuşuyordu.
Ebû Süfyan bir benzerini daha görmediği bu alay geçerken; "Kim bunlar ey Abbas?" dedi.
Hz.Abbas; "Bunlar Allah için ölüme susamış savaş erleri, Ensârdır. Kumandanları Sa'd ibn-i Ubâde, yanında bayrak taşıyordur." dedi.
Sa'd ibn-i Ubâde geçerken; "Ey Ebû Süfyan! Bugün en büyük harp günüdür, bugün, Kâbe'de savaşın helâl olacağı gündür. Allah, bugün Kureyş müşriklerini hor ve hakir kılacaktır." diye bağırdı.
Ebû Süfyan; "Ey Abbas! Bugün beni korumağa devam edeceğin ne iyi gündür." dedi.
Ensârın peşinde, Muhâcir mücâhitleri, başlarında Hz.Ali olduğu halde gelip geçerken, Ebû Süfyan; "Bunlar kim ey Abbas?" diye sordu.
Hz.Abbas: "Muhâcirler! Başlarındaki de Ali ibn-i Ebî Tâlib'dir."
Bu sırada Peygamber Efendimiz, Muhâcirlerle Ensar arasında göründü. Hz.Abbas; "İşte Rasûlüllah geldi." dedi.
Ebû Süfyan; "Ben, Kisrâ'nın da, Kayser'in de saltanatlarını görmüşümdür. Fakat, kardeşinin oğlundaki saltanatın bir benzerini görmedim. Kardeşinin oğluna pek büyük bir saltanat verilmiş, bunlara hiçkimse dayanamaz ve güç yetiremez." dedi.
Hz.Abbas; "Ey Ebû Süfyan! Bu saltanat değil Nübüvvettir."
Ebû Süfyan da; "Evet, Nübüvvettir." diyerek tasdik etti.
Peygamber Efendimiz, Ebû Süfyan'ın hizasına gelince, Ebû Süfyan; "Yâ Rasûlellah! Saad'ın ne söylediğini işitmedin mi? Sen kavmini mi öldürmeği emrettin?" dedi.
Peygamber Efendimiz; "Hayır! Ben öyle emretmedim. Sa'd ibn-i Ubâde yanlış söylemiş, bu gün Allâh'ın Kâbe'nin şanını yücelteceği bir gündür. Kâbe'ye örtü örtüleceği bir gündür. Bu gün merhamet günüdür. Yüce Allâh'ın Kureyşlileri İslâmiyetle şereflendireceği, üstünleştireceği bir gündür." buyurdu.
Bütün ordu o dar boğazdan geçmiş, Ebû Süfyan İslam ordusunun karşısında durulamayacağını anlamıştı. Hz.Abbas bir müddet sonra onu serbest bırakarak Mekke'ye gidebileceğini söyledi.
Ebû Süfyan ve Hakim ibn-i Huzam hemen Mekke'ye gidip durumu müşriklere bildirmişlerdi; "Gelen ordu İslam ordusudur. Karşısında durmanıza imkan yoktur." demişlerdi. Müşrikler korkmağa başlamışlardı. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ebû Süfyan, Rasûlü Ekrem'in kendisine söylediğini aynen Mekkelilere söyledi.
«Ebû Süfyan'ın hânesine giren emindir. Mescide giren emindir. Evinde oturup kapısını kilitleyen emindir.» kelâmını nakletti.
Ebû Süfyan kendisi Müslüman olmuştu. Artık İslam dînini yaymak onun da vazîfesi idi. Etrafında toplanan kimselere; "Müslüman olursanız kurtulursunuz, selâmete erersiniz" diye tavsiyede bulundu.
Ebû Süfyan'ın Müslümanlığı kabul ve tavsiye etmesi üzerine birçokları Müslümanlığa meyletti. Kimisi silahını atıyor, kimisi mescide koşuyor, kimisi de mukâvemet için hazırlanıyordu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:47 pm

Müslümanlar Mekke'ye Dört Koldan Girdiler
Müslümanlar, dört koldan Mekke'ye girdiler. Peygamber Efendimiz, Mekkelilerin hazırlıklarını haber alınca ordusunu savaş düzenine koydu. Sağ cenah, sol cenah, kalp (orta) ve öncü birliği olmak üzere dörde ayırdı.
Zübeyr ibn-i Avam'ı sol cenah birliklerinin başına verip, Mekke'ye ve Keda isimli dağ yolu mevkiine girmesini, bayrağını Mekkenin yukarısındaki Hacun mevkiine dikmesini emretti.
Hâlid ibn-i Velid'i sağ cenah birliklerinin kumandanlığına verdi ve Mekke'ye Handeme yoluyla aşağı taraftan girmesini, bayrağını evlerin yakınına dikmesini emretti.
Saad ibn-i Ubâde'yi, Ensar birliklerinin başına kumandan yaptı. Ebû Ubeyde ibn-i Cerrah'ı da zırhlı olmayanlar ile piyâdelerin başına kumandan tâyin etti.
Peygamber Efendimiz, kumandanlarına Mekke'ye girme emrini verdiği sırada, kendileriyle çarpışmağa kalkışılmadıkça hiç kimse ile çarpışmamalarını emretti. Aslında bir zaruret olmadan kutsal şehre kan dökmeden girmek en büyük emeliydi. Ancak altı erkek ile dört kadını Kâbe'nin örtüsü altına sığınmış olarak bulsalar bile öldürmelerini emretti. Bunlar bilhâssa dilleri ile Peygamberimiz'e ve İslâma çok büyük ezâ ve zarar vermiş kişilerdir.
Müslümanlar, verilen emir üzerine bölük bölük, edep ve vakar içinde Mekke'ye yöneldiler. Herkes kendisine gösterilen kapıdan içeriye girmeğe başladı. Ahâliden kimse taarruz etmediğinden, onlar da kimseye ilişmediler. Yalnız, Mekke'nin alt tarafında Handeme mevkiindeki müşrikler, Hâlid ibn-i Velid'in fırkasına taarruz etmişlerdi. Hâlid'in ordusu geçerken ok yağmuruna tuttular. Müslümanlardan iki kişiyi şehîd ettiler.
Bunun üzerine Hâlid ibn-i Velid, hücum emri vererek; "Bunlara bir ders vermenin zamanı gelmiştir" dedi ve askerlerine şöyle seslendi: "Onlarla çarpışınız. Öldürülebilen öldürülecek, bozguna uğrayıp kaçanlara dokunulmayacaktır." Çok kısa bir anda 24 kişinin boynunu vurdu. Diğerleri de, Müslümanların karşısında daha fazla dayanamayacaklarını anlayarak kaçtılar, evlerine çekildiler ve bu iş büyümeden kapandı.
Hâlid ibn-i Velid'in, mecburen yaptığı çarpışmadan başka hiçbir kapıda Müslümanlar zorlukla karşılaşmadı. Artık, Mekke onların olmuştu. Müslümanlar takım takım, bölük bölük Mekke'ye akıyorlardı. Muhâcirler, kendi beldelerine kavuşmanın sevinci içinde idiler.
Müşrikler evlerinden dışarı çıkamaz olmuşlardı amma Müslüman olup da birliklere katılanlar da çoktu. Onlar Müslümanların arasına katıldıkça, evlerinde oturanlar da Müslüman olmak istiyorlardı.
Peygamber Efendimiz şehre girince, Hacun'da Hz.Hatîce'nin kabrine yakın bir yerde deriden bir çadır kurdurdu. Oradan Mekke'yi gözleriyle baştan başa bir süzdü. İçinden sekiz sene evvel hicret ettirilen ve hicret ederken; "Bir gün sana geri döneceğim ey Mekke şehri" buyurduğu mukaddes şehir, şimdi kendisine teslim edilmiş, önünde seriliyordu. Böylece, bir mûcize neticesi, doğup büyüdüğü mübarek şehre hem de çok farklı olarak avdet etmişti.
"Önceki evine gidip, orada oturmayacak mısın?" diyenlere,
"Müşrikler bize ev bark mı bıraktı ki!" buyurdu.
Peygamber Efendimiz, yanında zevceleri Hz.Ümmü Seleme ve Hz.Meymune olduğu halde çadırına girdi. Rasûlü Ekrem, otağında bir müddet dinlendikten sonra, dinlenmeye daha fazla zamanları olmadığını hissetmişlerdi. Çadırında guslettikten ve halk da sukünet bulup yatıştıktan sonra devesi Kusvâ'yı çadırının önüne getirtip onun üzerine binerek Kâbe'ye doğru hareket etti.
Kâbe'nin Putlardan Temizlenmesi
Bu ulvî belde Allâh'ın Yüce Peygamberine çok tesir etti. Başını öne eğerek Kâbe'ye karşı hürmetini ve Allâh'a karşı da şükrünü edâ ediyordu. O gün 20 Ramazan cuma günüydü. Allah Rasûlüne, en büyük dostu Hz.Ebû Bekir (R.A.) refakat ediyordu. Kâbe'ye varıncaya kadar Fetih Sûresini okudu. Kâbe'yi yedi defa tavaf etti. Elindeki asâ ile putlara vuruyor, asâsıyla dokunduğu putlar birer birer düşüyor, Rasûlü Ekrem de; "Hak geldi bâtıl muzmahil oldu (yok olup gitti). Muhakkak bâtıl, dâimâ yok olmağa mahkumdur..." diyordu.
Putlar yüzleri üstüne sürtüldü, kırılıp yakıldı.
Cebrâil (A.S.), Peygamber Efendimiz'e; "Asanı eline alıp dokun onlara" dedi.
Peygamber Efendimiz, asâ ile dokundukça putlar arkalarının ve yüzlerinin üzerine düşüyorlardı. Peygamber Efendimiz'in, onlardan yüzüne işâret ettiği put, kafasının üzerine, kafasına dokunduğunda yüzünün üzerine yıkılıyordu. Dokunulup da yere yıkılmadık put kalmadı. Kâbe onlardan temizlenerek asıl hüviyetine âit gâyeye ulaştı. Halk oraya toplanmıştı. Her taraf lebâleb dolu olduğu halde Peygamber Efendimiz büyük «Fetih Hutbesi»ni okudu.



[1] [Hz. Ali (R.A) dünyâya geldiği zaman babası seferde olduğu için annesi ona Arslan mânâsına gelen ve anneden dedesi olan Haydar ismini vermişti. Bilâhere babası da dönünce Ali ismini verip ilâve etmiştir.]
[2] [Sendere; kesilmesi zor olan şimşir denen sert bir ağaçtır. Bundan ölçek vs. yapılırdı]

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:49 pm

FETİH HUTBESİ
Peygamber Efendimiz, üç kere tekbir getirip, Allâhü Teâlâ'ya hamdü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdu:
"Allah birdir. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun şerîki ve nazîri yoktur. O Yüce Allah, vaadini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Aleyhimize toplananları, yalnız başına hezîmete uğrattı. Câhiliyete âit bütün gururlar, bütün kan ve mal davaları ayaklarımın altındadır. Onları mahvediyor, kaldırıyorum.
Ey Kureyş cemaatı! Allâhü Teâlâ Hazretleri câhiliyet gururlarını, geçmişler ile gururlanmağı sizden uzaklaştırmış ve kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem'dendir. Âdem de topraktandır. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki; «Ey Nâs! Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi muhtelif milletlere, kabîlelere ayırdık. Tâ ki tanışasınız diye. Allâh'ın nazarında en ekreminiz, en şerefliniz, Allah'dan en çok korkanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her şeyden haberdar olandır. Muhakkak Cenâb-u Allah ve Rasûlü, sekir veren, insanı sarhoş eden şeyleri haram kılmıştır."
Peygamber Efendimiz, bu hutbesiyle, Allâh'ın birliğini, hak dînin esaslarını, insanlar arasında eşitlik ve mü'minler arasında kardeşlik olduğunu îlan etti.
Büyük Afv
Hazreti Peygamberimiz, bu hitâbesinden sonra, orada toplanan halka bir göz gezdirmiş, İslâm'ı mahvetmek için her kötülüğü yapmış ve yaptırmış olan Kureyş reislerinin, şimdi orada bulunduğunu görmüştü. "Ey Kureyş cemaatı! Ey Mekkeliler! Ne dersiniz? Şimdi hakkınızda Benim ne yapacağımı sanırsınız? Benden ne beklersiniz?" diye sordu.
Bütün Kureyş reisleri, korkularından önlerine bakıyorlardı. Biz, Senin hayır ve iyilik yapacağını sanır, Senden hayır bekleriz. Sen kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin. Kerem sâhibi bir kardeş oğlusun. Gücün yetti iyi davran." dediler.
Rasûlü Ekrem; "Benim hâlimle, sizin hâliniz, Yûsuf (A.S.)'ın kardeşlerine dediği gibi olacaktır. Yûsuf (A.S)'ın kardeşlerine dediği gibi, Ben de; «Size, bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok. Allah sizi yarlığasın, O esirgeyicilerin en esirgeyicisidir (Sûre-i Yûsuf, âyet 92)» diyorum. Hepinizi affettim. Bu gün, size karşı bir günah, tekdir ve cezâ yoktur. Herkes işi gücü ile meşgul olsun." dedi ve Kureyş hakkında umûmî bir af îlan etti.
Peygamber Efendimiz, başta, (Hz.Hamza'nın ölüsüne bile hakâret eden) Hind olmak üzere, bütün düşmanları affetti. Ebû Cehil'in oğlu Ikrime'yi, Saffan'ı, Hz.Hamza'nın katili Vâşi'yi bile affetti. Yalnız; "Vâşi gözüme görünmesin. Sevgili amcamı hatırlayınca içim parçalanıyor." dedi.
Kendisine ve Sahâbelerine tüyleri ürpertici işkenceler yapmış, Müslümanları kızgın kumların üzerine yatırarak, göğüslerini dağlamış, en kıymetli Sahâbelerinin kanına girmiş, ciğerini kemirmiş bir kavim hakkında umûmî af îlan ediyor! Her türlü fırsat elinde olduğu halde onları serbest bırakıyor! Şüphe yok ki, büyüklüğün bu derecesi, ancak Peygambere mahsus, müstesnâ bir hâlettir.
Öğle vakti olunca, Hz.Bilâl'i çağırarak, kırılan en büyük Hübel putunun olduğu yere çıkıp ezân okumasını emretti. Fahri Kâinât Müslümanlara imam olarak namazı bizzat kendisi kıldırdı. İşte o günden bugüne, Kâbe'de her gün beş vakit ezân okunur ve namaz kılınır.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Safa tepesinde yüksekçe bir yerde oturdu. Müslümanlığı kabul edecek olanlar, bölük bölük oraya gelip, güçleri yettiği kadar Allâh'ın ve Rasûlünün emirlerini dinleyecekleri ve itaat edecekleri hakkında, Peygamber Efendimizin elinden tutarak, eline vararak, birer birer bağlılık beyânında bulundular ve söz verdiler. Erkek kadın, büyük küçük bütün Mekkeliler geldiler. Evvela erkekler, sonra kadınlar gelip bîat ettiler.
Kadınların Biâtı
Erkeklerden sonra kadınlar da bîat ettiler. Kureyş kadınlarından, Ebi Tâlib kızı Hz.Ümmü Hâni, Asım kızı Ümmü Habibe, Atike, İkrime'nin zevcesi Ümmü Hakim, Hâlid ibn-i Velid'in kızkardeşi Fahite, Ebü Süfyan'ın zevcesi Hind ve daha bâzı îtibarlı Kureyş kadınları, bir gurup hâlinde, bîat etmek üzere Peygamber Efendimizin yanına geldiler. Bunlar içinde, vaktiyle Uhud muhârebesinde Peygamber Efendimizin amcası Hz.Hamza'yı öldürten ve öldürttükten sonra karnını deşerek ciğerini çıkarıp ağzında çiğneyen Hind, Efendimize bîat ederken, kendisini bildirmemek için yüzünü örtmüştü. Rasûlü Ekrem, onu tanımış fakat tanıdığını belli etmeyip affetmişti.
Rasûlüllah'ın büyüklüğü, Hind üzerinde öyle büyük bir tesir yapmıştı ki Hind, şu sözleri söylemekten kendini alamadı: "Bu güne kadar en sevmediğim çadır, Senin çadırındı. Fakat, bugün Senin çadırından daha sevimli bir çadır göremiyorum."
Hind; "Yâ Rasûlellah! El tutuşup Sana bîat edelim mi?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz; "Ben kadınlarla el tutuşmam. Benim yüz kadına birden hitap etmem, her bir kadına ayrı ayrı hitap etmem gibidir." buyurdu.
Rasûlü Ekrem, eline bir bez sarıp, kadınlar ellerini Peygamber Efendimiz'in bez sarılı elinin üzerine koymak veya bir kap içinde getirilen suya elini batırdıktan sonra onu kadınlara verip, onlar da ona ellerini batırmak suretiyle bîat etmişlerdir. Kadınlar bîat ederken bîat maddeleri olarak, şöyle söylüyorlar ve ahid veriyorlardı:
"Allâh'a şirk koşmayacaklar (hiçbir şeyi eş ve ortak tutmayacaklar), hırsızlık yapmayacaklar, zinâ etmeyecekler, evlatlarını öldürmeyecekler, hiç kimseye iftira ve buhtanda bulunmayacaklar, hak olan herşeyde Peygamber'e itaat edecekler, darlık ve varlık zamanında Peygamber'e sâdık kalacaklar." Bunlara dâir söz verip bağlılık beyânında bulunup, ahd-i mîsak ediyorlardı.
Peygamber Efendimiz, Mekke'de 15 gün kaldıktan sonra Kureyş'e Müslümanlığı öğretmek için Muaz ibn-i Cebel'i bırakıp, Medîne'ye döndüler.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:51 pm

HUNEYN MUHÂREBESİ (Hicrî:8, M.:630)
Huneyn, Mekke ile Tâif arasında, Tihame bölgesinde, bir çok inişli çıkışlı, dar geçitleri ve gizli yolları bulunan, Mekke'ye üç gecelik mesâfede Zülmecaz panayırının kurulduğu yerin yanında, geniş bir vâdîdir.
Peygamber Efendimiz'in Mekke'yi fethinden sonra, bütün Hicaz ülkesi Müslümanlığı kabule başlayınca, en kuvvetli putperestlerden olan Havazin ve Sakif kabîleleri, aralarında ittifak yaparak, İslam selinin karşısına çıkmağa niyetlendiler. Dediler ki: "Muhammed, kavmiyle harpten kurtuldu. Şimdi bizimle harp eder. O bize hücum etmeden, biz O'na edelim"
Mâlik ibn-i Avf başkanlığında toplandılar. Bunlara, içlerinde Sa'd ibn-i Bekir kabîlesi de olduğu halde birçok kabîleler iltihak ettiler. Bu kabîle, Allah Rasûlünün süt annesinin kabîlesi idi. Bu kabîlede Düreyd isminde harp ilminden çok anlayan bir ihtiyar bulunuyordu. Tecrübesinden istifâde için onu da harp meydanına getirmişlerdi.
Mâlik ibn-i Avf, ordusuna, kadınlarını, çocuklarını, mallarını ve hatta hayvanlarını bile beraberlerinde harp meydanlarına getirmelerini emrederek getirtmişti.
İhtiyar Düreyd; "Burada ben ne için deve böğürmeleri, eşek anırmaları, hayvan sesleri, davar melemeleri, çocuk ağlamaları duyuyorum?" diye sordu.
Mâlik; askerlerin dönüp kaçmaması için karıları ve mallarını da beraber getirdiğini söyledi.
İhtiyar kurt Düreyd, Mâlik'in bu tedbirine karşı çıktı; "Bozgunu böyle şeyler önleyemez. Ancak senin, kılınçlı adamın ve oklu askerin olursa bozgunun önüne geçilebilir. Eğer yenilirseniz, karılarınızı kendi ellerinizle esir vermek zilletine düşersiniz" dedi.
Mâlik, Düreyd'in görüşüne iştirak etmedi. 160 yaşındaki bu ihtiyar bunamıştır diye düşündü. Fakat, onun sözleri başında patlayacaktı.
Mâlik, ordunun arkasına kadınları, onların arkasına develeri, onların arkasına sığırları, daha sonra koyunları dizdi. Bütün bunları ordunun kaçmaması için yapmıştı. Fakat, neticede bunların hiçbiri fayda vermeyecekti. Mâlik'in 20 bin kişilik ordusu, vâdînin dar bir boğazını iki taraftan tutmuştu.
Peygamber Efendimiz, Havazin ve Sakif kabîlelerinin harbe başlamak üzere olduğunu öğrendiğinde, Attab ibn-i Eseb'i Mekke'ye idâreci, Muaz ibn-i Cebel'i İslam esaslarını öğretecek muallim tâyin etti. 5 Şevval cumartesi günü, 2.000'i Mekke'li olmak üzere 12.000 kişilik bir kuvvetle, Mekke'den Havazinlilere doğru hareket etti. Bu sefere, aralarında kadınlar da olduğu halde Mekke'li müşriklerden 80 kişi de kabîle gayreti ve ganîmet düşüncesiyle İslam ordusuna katıldılar. Müslümanlar, o zamana kadarkinden daha kalabalık bir ordu ile Huneyn mevkiine gelip, düşman karargahına yakın bir yerde konakladılar.
Çokluğa Aldanılmaması
Peygamberimiz, seher vakti orduyu savaş düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara, bayrak ve sancaklarını verdi. Muhâcirlerin sancağını Hz.Ali'ye, bayraklarını Sa'd ibn-i Ebi Vakkas'a ve Hz.Ömer'e verdi. Hazrecinkini Hubab ibn-i Münzir'e, Evsin sancağını Useyd ibn-i Hudayr'a ve diğer sancakları kabîle reislerine verdi. Kendisi de zırhını ve miğferini giyerek devesine bindi. Müslümanları harbe teşvik etti. Sadakat ve bağlılık gösterirler, güçlüklere göğüs gererek sebat ederlerse, fetih ve zafere kavuşacaklarını müjdeledi.
Müslümanlar, daha önce hiç görmedikleri çokluk ve kalabalıklarını görünce, biraz kendilerine güvendiler. Baştan aşağı silahlanmış askerlerin yürüyüşünden çöl âdeta titriyordu. «Artık bize azlık yüzünden mağlup olmak yok. Bu ordu hiç mağlub olur mu?» diye düşünenler olmuştu.
Huneyn vâdisine, sabahın alacakaranlığında savaş düzeni hâlinde inilmeğe başlanmıştı ki, vâdinin etrafında pusu kurmuş olan düşmanın çenberine düşüldü. Gururlanmak Müslümanlara ve hele hele şerefli Eshaba hiç yakışmayacağı için Mevlâmız bu durumu hem onlara ve hem de onların şahsında kıyamete kadar gelecek olan bütün Müslümanlara ibretli bir ders kıldı.
Gururla laf söyleyen Müslümanlar, daha sözlerini bitirmeden, düşman, boğazın dar yerindeki pususundan kalkarak Müslümanları ok yağmuruna tuttu. Bu âni karşılaşmadan sonra, Müslümanların ordusunda bir bozgun baş gösterdi. Peygamberimiz'le birlikte gelip, Müslümanların bozguna uğradıklarını gören bâzı Mekkeliler, (kalbinde henüz Müslümanlık kökleşmemiş olan yeni Müslümanlardan bâzıları) kendi aralarında konuşmağa başladılar.
Ebû Süfyan; "Bu bozgunun denize kadar önü alınmaz" dedi.
Birisi de; "Bugün sihir bozuldu." demişti.
Süheyl ibn-i Ömer; "Muhammed ve Eshab'ı bir daha düzelemez, savaşamaz" dedi.
Ikrime ibn-i Ebû Cehil; "Bu, yerinde bir söz değildir. İşler ancak Allâh'ın elindedir. Muhammed (S.A.V)'in elinde bir şey yoktur. Bugün harp, O'nun aleyhine ise, yarın muhakkak O'nun lehine olacaktır." dedi.
Allâh'ın Yüce Peygamberi, harp meydanında Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer, Hz.Ali, Hz.Abbas... (R.A.) ile kalıverdi. Kaçanlar mağlubiyet ve bozgun haberini Mekke'ye ulaştırdı.
Allâh'ın Nusreti İle Müslümanların Tekrar Toparlanması
Bu karışık durumda Peygamber Efendimiz, kaçanları durdurmağa çalışıyor, koca bir düşman ordusu karşısında yalnız kaldığı halde yine dâvasından dönmüyor, hak dâvasında sabit olduğunu ısrarla belirtiyor, düşmanlara ve kaçanlara karşı sağına soluna dönerek; "Enen'nebiy lâ kizib, enebnü Abdülmuttalib lâ kizib" diye haykırıyordu. Fakat, kaçışanlardan hiçbirinin döndüğünü görmüyordu.
Ayrıca, bu esnâda amcası Abbas'ın gür sesi dağılanları, Peygamberin etrafında toplanmağa çağırıyordu. Hz.Abbas, Medînede seher vakti Kâ'b mevkiindeki hizmetçilerine Seli dağının tepesinden seslenir ve sekiz millik uzaklıktan sesini onlara duyururdu. Hz.Abbas (R.A.); "Ey Ensar topluluğu! Ey Rıdvan bîatı topluluğu! Ey Akabede bîat eden Ensar! dönünüz...!" diye seslendi.
Bütün vâdide olanlar O'nun gür sesini işitti. Hepsi ölüm üzere yaptıkları bîatı hatırladılar. Duyan mıhlanıp kaldı. Mıhlanıp kalan önündekini durdurdu.
Dâveti işiten Müslümanlar, "Lebbeyk, Lebbeyk (emrindeyiz, emrindeyiz)" diyerek atlarının ve develerinin eğerlerini geri çevirerek Allah Rasûlüne doğru koştular.
Onların bu dâvete icâbet edişleri develerin, ineklerin yavrularını özleyerek gelişlerini andırıyordu. Sanki, evvelâ geri dönenler başka, tekrar dönenler başka insanlardı. Sanki, Sahâbilik onlardan bir an kalkar gibi olup tekrar yerine oturmuştu, nehir tersine dönmüştü. Hep birden toplanıp düşmanın üstüne sel gibi atıldılar.
Fahri Kâinât o esnâda; "işte fırın şimdi kızıştı." buyurdu. Yerden bir avuç toprak alarak, müşriklerin yüzüne doğru «yüzleri kara olsun» diye savurdu. Büyük bir mûcize zuhur etti. Havazinlilerden, gözlerine ve ağızlarına toprak veya kum dolmadık bir kimse kalmadı.
Gökten düşen demir parçalarının taşların üzerine vurmasıyla çıkan sesler gibi sesler duyulmağa başladı. Hz.Ali onların bayraktarlarını da öldürünce, şiddetleri kesildi. Müslümanların elinden kurtulmak için, son sür'at kaçmağa başladılar. Kısa zamanda düşman dağıldı. Artık öldürülen öldürülene, esir edilen esir edilene, kaçan kaçana... Tam gâlip gelecekleri sırada, mağlub olup hezimete uğramaları onlara büyük bir ders olmuştu.
Talha Hazretleri, müşriklerden 20 kişiyi katlederek rekor kırmıştı. Hâlid ibn-i Velid (R.A.) da çok düşman katletmesinden dolayı, derin yara almıştı.
Huneyn Muhârebesinin bidâyetinde Müslümanlar, biraz mağlubiyet acısını tattıktan sonra Allâh'ın yardımıyla gâlip geldiler, zafere eriştiler.
Bu hususu Kur'ân-ı Kerim'de, Cenâb-u Hakk şöyle beyân ediyor: "Andolsun ki Allah, bir çok harp yerlerinde ve Huneyn gününde size yardım etmiştir. O Huneyn günündeki çokluğunuz, o zaman size ucub vermişti. Bu, size gelecek kazadan bir şeyi gidermeğe yaramamıştı. Yeryüzü o genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihâyet bozularak gerisin geri dönüp gitmiştiniz. Sonra Allah, Rasûlü ile mü'minlerin üzerine sekînetini «kuvve-i mâneviyesini» indirdi, görmediğiniz, «melek » ordularını indirdi ve kâfirleri azaplandırdı. Bu, o kâfirlerin cezâsı idi." (Sûre-i Tevbe, âyet 25-26).
Müşriklerden 300 kişi öldürülmüş, Müslümanlardan 70 şehid verilmişti. Ayrıca bu harpte, daha önceki harplerin hiçbirinde elde edilmeyen ganîmet elde edildi. Şöyle ki: 24.000 deve, 40.000 koyun, 4.000 okka gümüş, 6.000 esir alındı.
Müşriklerin kumandanı Mâlik'in bozulan ve kaçan ordusunun bir kısmı Tâif'e sığındı, diğer bir kısmı ise Nahle'ye, geri kalanlar da Evtas mevkiinde karargâh kurdular. Rasûlü Ekrem, Evtas'da onları tâkip vazîfesini Ebû Amr (R.A.)'a vermişti. Ebû Amr, onlarla çarpıştı. Birçoklarını öldürdükten sonra ağır yaralanınca, yerine Ebû Mûsal Eş'arî'yi geçirdi. Ebû Mûsal Eşari, onları bulundukları yerde perişan etti. Mallarını ve aldığı esirlerle birlikte geri dönüp, Rasûlüllah'a geldi.
Büyük Vefâkarlık
Esirlerin içinde, beni Saad kabîlesinden Hâris'in kızı Şeymâ da vardı. Şeymâ, Rasûlü Ekrem'in süt kızkardeşi olduğunu haber verince hemen huzura çıkarıldı.
Rasûlü Ekrem, süt kardeşini hemen tanımış ve gözlerinden yaşlar akmağa başlamıştı. Onunla alâkadar oldu. Hırkasını çıkarıp yere serdi. Onu üzerine oturttu. Ona çok hürmette bulundu ve kendisine bir köle, bir cariye, iki deve ve bir miktar koyun vererek, kabîlesinin Müslüman olanlarına iâde etti.
Havazin'den, Peygamber Efendimize ricâda bulunmak için bir heyet gelmişti. Peygamber Efendimiz onlara; "Malınızı mı yoksa âilelerinizi ve çocuklarınızı mı istiyorsunuz?" diye sordu. Onlar da; "Âile ve çocuklarımızı istiyoruz" dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz, kendisine ve Abdulmuttalib oğullarına düşen esirlerin hepsini serbest bıraktı. Bunu gören diğer Eshab da kendilerine düşen bütün esirleri serbest bıraktı. Böylece 6 bin esir serbest bırakılmış, hürriyetlerine kavuşturulmuş oldu.
Rasûlü Ekrem, Havazin reîsi Mâlik'e haber göndererek: "Eğer gelip Müslüman olursa, onun da âilesi kendisine verilecektir." buyurdu.
O da geldi Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz, onun da âilesini serbest bıraktı. Mallarından ayrı olarak kendisine 100 deve de verdi. Havazinliler ve Mâlik çok duygulandılar ve çok sevindiler. Kalpleri fetholdu. Müslüman oldular.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:52 pm

TAİF MUHASARASI (Hicrî:8, M.:630)
Tâif; rakımı yüksekçe, akarsuları, ekinleri, hurma bahçeleri, üzüm bağları bulunan, muz ve sair meyvalar yetişen, Mekke'nin doğusunda, Mekke'ye yaya yürüyüşüyle bir günlük mesâfede, kalelerle çevrili, büyük bir şehirdir.
Evtas'da bozguna uğrayan Sakifliler, Tâif'e sığınmışlardı. Kalelerini onarmışlar, bir yıllık gıda maddelerini kale içine toplayarak, kalelerini de içerden kilitleyip, savaşa hazırlanmışlardı.
Rasûlü Ekrem, onların bu fikirlerini öğrenip, maksatlarını anlayınca, Huneyn'in esir ve ganîmet mallarını, Mekke'ye on mil mesâfedeki Cîrâne mevkiinde, bir miktar askerin nezâretinde bırakarak, Tâif'e yürüdü. Öncü kuvvetlerin başına, Allâh'ın çekilmiş kılıncı Hz.Hâlid'i, kumandan tâyin etti. Peygamberimiz, çok geçmeden Tâif'e geldi ve kaleyi tamamen kuşattılar. Kalenin yanına karargâh kurdular. Fakat, düşmanlar Müslümanları şiddetli ok atışına tuttular. Müslümanların attıkları oklar, Tâiflilerin attıkları oklarla havada çarpışarak, geri dönüp Müslümanların üzerine düşüyordu. Müslümanlardan birçoğu yaralandı. Oniki kişi de şehid oldu. Müslümanlar ok menzilinden biraz yükseğe çekildiler. Muhasara böyle 18 gün kadar devam etti.
Düşman, kalelerinden çıkmayınca Hâlid ibn-i Velid, onların kale arkası savaşmalarından bıkmış ve usanmıştı. Meydana çıkarak, kendilerinden; meydana çıkıp, kendisiyle çarpışacak er istedi. Bunun üzerine Abdi Yâlil, Hâlid ibn-i Velid'e şu cevabı verdi: "Kalenin içinde sana karşı çarpışacak biri yoktur. Biz yiyeceğimiz bitinceye kadar burada kalacağız. Eğer sen, bu yiyecekler bitinceye kadar beklersen, hepimiz kılıçlarımızla sana iner, hiç kimse kalmayıncaya kadar dövüşürüz".
Muhasara uzuyordu. Selmânı Farisî'nin; "Yâ Rasûlellah! vaktiyle biz Faris ülkesinde, düşmanımızı mancınıkla yenerdik, onlar da bizi mancınıkla yenerdi. Eğer mancınık olmazsa uzun zaman otururduk." demesi üzerine,
Peygamber Efendimiz, mancınık yapılmasını emretti. Önce Selmân-ı Farisî eliyle bir mancınık yapıp Tâife karşı dikti. Kalenin duvarını delmek için bu ağaçtan yapılmış tanklarla saldırdılar. Fakat, Tâifliler ve Sakifliler, bunların üzerine kızdırılmış sapan demirleri ve şişler atarak tankları yakıyorlar, içindekilerin kaleye yanaşmasına fırsat vermiyorlardı.
Nihâyet Allah Rasûlü; "Bir üzüm asması kesene, cennette bir üzüm asması mevkii var." diyerek Tâiflilerin üzüm asmalarının ve bağlarının kesilmesini emretti. Meyvesi yenmeyen ağaçtan herkesin beşer tane kesmesi emrolundu. Bu onları bezdirip boyun eğdirmek içindi.
Taifliler, bağları ve hurmalıkları kesilmeğe başlanınca şöyle bağırdılar: "Onu, Allah ve merhamet için bırakın."
Allah Rasûlü de; "Ben bağınızı Allâh'ın rızasını ve akrabâlık hakkını gözeterek bırakıyorum." buyurarak asma ve hurmaları kestirmekten vazgeçti.
Daha sonra, Allah Rasûlü bir münâdi çıkartarak; "Kim kaleyi terkeder, bize gelirse o, emindir." diye bağırmasını emretti. Bu nidadan sonra on kişi kaleden çıktı ve Müslümanlara iltica ettiler.
Allah Rasûlü, Sakif kalesinin şiddet durumunu görünce, fethin nasip olamayacağını anladı. Nevfel bîniMuâviye ile gitmek veya kalmak hususunda istişare etti. Nevfel bîn-i Muâviye de şöyle dedi: "Ey Allâh'ın Rasûlü! tilki inindedir. Burada kalırsanız onu alırsınız. Onu terkederseniz, size zarar vermez."
Bâzı Sahâbiler, Peygamber Efendimiz'den, Sakif için bedduâ etmesini istediler. O da; "Allâhım Sakif'e hidâyet nasip et, doğruyu göster. Onları bize getir." diyerek duâ buyurdu.
Rasûlü Ekrem burada daha fazla durmanın faydalı olmayacağına kanâat getirerek, dönmeğe karar verdi. Ordusuyla birlikte Tâif'den, Cîrâne denilen yere gelip, konakladılar. Burada on günden fazla kaldılar.
Huneyn Ganimetlerinin Taksimi
Peygamberimiz, ganîmetleri bölüştürmeğe, dağıtmağa Ebû Cehm Huzeyfet-ül Adiyy'i me'mur ettiler. Herkese hisselerini dağıttırdı. Piyadelerden her birine ya 4'er deve, ya da bunların karşılığı olarak 40'ar koyun, süvarilere ise ya 12'şer deve, ya da bunların karşılığı olarak 120'şer koyun düştü. Yanlarında bir attan fazla at bulunduranlara, birden fazla atlar için hisse verilmedi.
Huneyn ganîmetinin taksiminde Rasûlüllah Efendimiz, yeni Müslüman olanları, daha Müslümanlığı yeni kabul etmiş Mekke ulularını hoşnut etmek için, ganîmette onlara fazlaca verdi. Ebû Süfyan ve oğluna 100'er deve, İkrime ibn-i Ebû Cehil, Hâris ibn-i Keled, Hâris ibn-i Hişam, Süheyl ibn-i Amr, Huveyt ibn-i Abduluzza gibi eşraftan sayılanlara da 100'er deve, ikinci derecede gelen diğer guruba ise 40'ar deve verdi.
Cenâb-u Hakk'ın hükmü olarak, alınan ganîmetlerden dâimâ beşte biri Allah ve Rasûlü yolunda hizmet için ayrılır, Peygamber Efendimiz'in tasarrufunda olur, geriye kalan beşte dördü, gâziler arasında taksim edilirdi.
Taksimat bu usul üzerine yapıldı. Peygamber Efendimiz, kendine ayrılan bu beşte birini de İslâmı yeni kabul etmiş, Müslümanlığa tam ısınmamış olan Mekke uluları ile Müellefe-i Kulüb'e taksim etti.
Mekke ulularından Ebû Süfyan'a, oğlu Muâviye ve Yezid'e yüzer deve, kırk okka altın, Ikrime bîn-i Ebû Cehil, Hâris ibn-i Hişam, Hüveyt ibn-i Abduluzza ile Süheyl ibn-i Amr'a da bu kadar mal verilmişti. Böylece, on kişi ayrıca taltif edilmiş oldu. Bunlar birinci derecede kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenenlerdendi. Kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen bu kimseler, daha sonra en kuvvetli Müslümanlardan olmuşlardı. Ebû Süfyan'ın oğulları, Yezid ile Muaviye ve Hüveyt ibn-i Abduluzza, Rasûlü Ekrem'in kâtiblik hizmetinde bulunmuşlardı.
Rasûlü Ekrem, ganimet mallarını taksim ederken her zamanki gibi cömertti. Müellefe-i kulüb denilen kimselere fazla hisse verdi. Dünkü düşmanlarından bugün safları arasında gördüğüne de ihsanda bulunuyordu.
Müellefe-i Kulüb
Kalpleri İslâmiyete alıştırılacak, ısındırılacak olanlardı. Peygamber Efendimiz, bütün bunlara sadaka ve ganîmetlerden vermek, güzel iyi muâmele etmekle;
Bâzılarından gelebilecek kötülükleri önleyip, Müslümanların gönüllerini rahatlaştırmağı,
İçlerinden Müslüman olanların İslâmiyette sebatlarını ve tebaalarının da onlara uyarak Müslüman olmalarını sağlamağı,
Müslümanlıkları henüz gelişmemiş olanların da Müslümanlıklarını geliştirip, güzelleştirmeği istemiştir.
Ganîmetlerin taksimi sırasında, bâzı zayıf görüşlü ve münafıklar, Rasulüllah'ın adaletli hareket etmediği iddia ve iftiralarında bulundular. Peygamberimiz buna çok üzüldü, bu haksız ithamlar karşısında sabır ve metanet içinde ikazda bulundu. Sonra devesine bindi ve devesinin hörgücünden bir kıl alarak şöyle dedi: "Ganîmetten hiçbir şey bende kalmadı, velev ki şu kıl kadar olsun. Hatta beşte bir benim hakkım da size verilmiştir. Ganîmetten, kim bir iplik haksız yere aldıysa kıyamette bu onun için ateştir."
Üzüntü Veren Söylentiler ve Ensârın Ağlaması
Allah Rasûlü'nün Kureyş'e ganîmetleri çokça vermesi, insanların en kıymetlilerinden olan Ensar'ın bâzıları arasında söylentilere yol açtı. Kureyş kabilesinden yeni Müslüman olanlar, harbe ilk defa giriyordu. Kendilerinin ise yıllardır, harplerde, darplerde, cihad hizmetlerinde olduklarını dikkate alarak; "Bu hâl acâiptir. Kureyş'e infak ediyor, bizi ise terkediyor. Kılıçlarımızdan onların kanları damlıyor, Peygamber artık kendi kavim ve kabîlesine kavuştu. Bizimle Medîne'ye döner mi hiç!" diyenler olmuştu.
Peygamber Efendimiz, bu söylentileri duyunca onları toplayarak endişelerini izâle etti ve dedi ki; "Ey Ensar! Ben bu hareketi Kureyş'i İslâma ısındırmak için yaptım. Siz ise dünyâlık, basit şeyler için gazaplandınız. Ben ise sizin imânınıza kefil oldum.
Ey Ensar! Onlar deve ve davar sürülerini alıp diyarlarına giderken, siz Allâhın Rasûlü'nü alıp memleketinize dönmeğe râzı değil misiniz? Sizin kavuştuğunuz, onların elde ettiğinden daha hayırlı ve üstündür."
Rasûlü Ekrem'in bu sorusu, bütün Ensarın beynindeki şüpheleri sildi süpürdü. Hepsi de; "Razıyız... razıyız, Yâ Rasûlellah!" dediler.
Bundan sonra, Rasûlüllah dedi ki: "Hayâtım, yedi kudretinde bulunan Allâh'a yemin ederim ki, eğer hicret olmasaydı ben Ensardan bir fert olmağı tercih ederdim. Eğer bütün halk bir yola dökülse, Ensar da bir yola dökülse, Ben Ensarın gittiği yolu tutardım. Ey Allâhım Sen Ensâra rahmet et. Onların oğullarını ve oğullarının oğullarını bağışla".
İçten gelen bu sözler Ensarın ruhlarına işledi. Gözyaşlarını tutamadılar. Öyle ağlamışlardı ki sakalları bile iyice ıslanmıştı ve hepsi birden; "Biz Allah Rasûlüne râzıyız. Biz ganîmet olarak sana razıyız. Eğer arzu edersen, bütün mülkümüzü de dünyâlık verdiklerine bağışla. Bizim maksadımız, Senin râzı olmaklığındır. Sensiz, dünyâ malı, bize lâzım değildir!" dediler.
Peygamberimiz, onların hallerine çok râzi oldu. Çoluk çocukları için hayır duâlarında bulundu. "Sizinle kıyâmet günü buluşma yeri Havz-ı Kevser'in başı olsun." buyurdu. Böylece Ensârı Kirâm da hoşnut ve mesrûr olarak dağıldılar.
Rasûlü Ekrem, harp işlerini ve ganîmetler mes'elesini bitirdikten sonra, Cîrâne de ihrama girdi. Geceleyin Mekke'ye gelerek tavafını yaptı. Yine, geceleyin Cîrâne'ye oradan da Medîne'ye dönmek üzere harekete geçti. Bütün ordu Medîne'ye sâlimen vardı.
Şâir Keab'ın Müslüman Oluşu
Şâir Keab, müşrikler arasında meşhur bir şâirdi. Söylediği şiirlerle, Peygamberimiz'e sataşmalarda bulunmuş, diliyle Peygamber Efendimiz ve Eshâbını çok rahatsız etmiş olduğundan, hakkında Peygamberimiz; "Kim rastlarsa, Keab'ı öldürsün. Artık onun kanı helâl kılınmıştır." buyurmuştu. Mekke fethinde, Kâbe'nin örtüsü altına sığınmış olsalar da kanı heder, helâl kılınanlardan olup, öldürülmesine karar verilmiş olanlardandı.
Keab, öldürüleceğini duyunca kaçmıştı. Arabistan'da kabîleler arasında İslâmiyet sür'atle yayılmağa başlayınca Keab için sığınacak yer kalmamıştı. Nereye gitse kendisine «bize gelme» deniyordu.
Müslüman olmuş olan Keab'ın kardeşi, kendisine mektup yazarak; Rasûlüllah'a gelmesini Müslüman olup, afv dilemesini isteyerek şöyle yazmıştı: "Rasûlûllah (A.S)'ın yanına hiçbir kimse gelmemiştir ki kendisi «Allah'dan başka bir ilâh bulunmadığına ve Muhammed (S.A.V.)'in Rasûlüllah olduğuna şehâdet etsin de Rasûlüllah da onun Müslümanlığını kabul etmesin.» Bu mektubum sana vardığı zaman eğer canın sana gerekli ise Müslüman ol, acele Rasûlûllah'ın yanına gel".
Mektup Keab'a ulaşınca, Keab, Hz.Ebû Bekir (R.A.) haber göndererek, «Medîne'ye gelip, Müslüman olacağını, kendisini himâyesine almasını» istedi. Bilindiği takdirde, öldürüleceğinden korkuyordu. Gizlice Medîne yolunu tuttu. Hz.Ebû Bekr'e sığındı. Hz.Ebû Bekir (R.A.), onu Rasûlü Ekrem'in huzuruna çıkardı. "Yâ Rasûlellah bu adam bîat edecek." dedi.
Bunun üzerine Keab, hemen Rasûlü Ekrem'in elini tutarak, özür ve af diledi. Kendisinin Keab olduğunu bildirmiyordu. "Yâ Rasûlellah! Keab ibn-i Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman olarak Senden eman dilemeğe gelmiş bulunuyordur. Ben onu Sana getirsem ona eman verir, kendisinin tövbesini ve Müslümanlığını kabul eder misin?" dedi.
Peygamberimiz; "Evet." buyurdu.
Bunun üzerine Keab ibn-i Züheyr; "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Rasûlühû (Şehâdet ederim ki; Allah'dan başka ilah yoktur ve yine şehâdet ederim ki; muhakkak Muhammed (S.A.V) de Allahu Teâlâ'nın kulu ve Rasûlüdür." diyerek şehâdet getirdi, îman etti.
Keab, kendini tanıttığı zaman Ensârdan biri sıçrayıp ayağa kalktı; "İzin ver Yâ Rasûlellah, şu Allah düşmanının boynunu vurayım." dedi.
Peygamberimiz; "Vazgeç ondan, o üzerinde bulunduğu halden pişman ve Hakk'a dönmüş olarak gelmiştir." buyurdu.
Keab, daha önceden yaptıklarına çok pişmanlık içinde idi. Çünkü, kendisini kurtarmak isteyen bu büyük Peygamber hakkında çok kötü şeyler düşünmüş ve yazmıştı. Bu defa yüce huzurda; «Bânet Suâd» diye anılan Peygamber Efendimiz'i metheden meşhur uzun kasîdesini okumağa başladı. Bu kasîde; âdet üzere, şâirin sevgilisi Suâd'ın ayrılığından, onu terkedişinden, vefâsızlığından duyduğu teessürünü, kalbinin elemlerini, yana yakıla ifâde ile başlayıp, sevgilisinin güzelliğini, tatlı ve ince sesini, parlak çehresini, semâvi tebessümünü sayarak bir girizgâh yaptıktan sonra asıl maksada gelir, sözü Peygamberimiz'e getirir, onu methederken belâğatın şâhikasına yükselir. Rasûlûllah'ın bana vaâdde bulunduğunu duydum. Ondan zâten afv umulur, diyerek afv diler.
Keab; "Şüphe yok ki Rasûlüllah doğru yolu gösteren bir nûr, kötülükleri yok etmek için sıyrılmış, Allâh'ın keskin ve yalın kılıçlarından bir kılınçtır." mealindeki beyitlerine gelince, Peygamber Efendimiz yanındaki Kureyş Muhâcirlerine bakıp gömleğinin yeniyle işâret ederek; "Dinleyiniz!" buyurdu.
Peygamberimiz, bu kasîdeyi dinledikten sonra büyük bir haz duymuştu. Bu beyitler Fahri Kâinâtın çok hoşuna gitmiş, o anda yanında hediye edecek başka bir şey olmadığından üzerindeki hırkasını çıkararak şâir Keab'a hediye etmiştir. Ondan dolayı bu kasîdeye «Kasîde-i Bürde» denir.
Hz.Muâviye, hilafeti zamanında bu hırkayı Keab'dan satınalmak istemişti. Vermedi. Hz.Keab vefât edince, mübârek hırkayı Hz.Muâviye yirmibin dirheme varislerinden satın aldı. Ondan sonra gelen hâlifelerden birbirine intikal etti. Nihâyet, Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim Han'ın, Mısır'ı fethiyle mukaddes emânetler arasında İstanbul'a getirildi. Osmanlı sultanlarının son derece dikkat ve hürmetle muhafaza ettikleri bu «Hırka-i Şerif», hâlen Topkapı Sarayında, Hırka-i Saâdet dâiresinde, Emânât-ı Mübâreke arasında mahfuz olup ziyâret edilmektedir.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:53 pm

Tayy Kabîlesi ve Hâtemi Tayy'in Kızı
Peygamber Efendimiz, hicretin 9.yılının Rebîulâhar ayında Hz.Ali'yi Ensârın ileri gelenlerinden 50'si atlı 100'ü develi olmak üzere 150 kişilik bir kuvvetle Tayy kabîlesinin putu olan Füls'ü yıkmağa gönderdi. Baskın yapılacağı zaman, birlikleri dağıtıp, her taraftan birden bire baskın yapılmasını emretti. Atlar yanlara, yedeklere alınıp develere binildi. Beni Esedlerden Hâris isminde bir zâtın kılavuzluğu ile yola çıkıldı.
Nihâyet mücâhitler tan yeri ağarırken, birliklerini her taraftan saldıracak biçimde dağıtıp Hâtemi Tayy âilesinin konak yerine birden baskın yaptılar. Öldürülenler öldürüldüler, esir edilenler de esir edildiler. Mücâhitlere Tayy âilesinden hiçbiri gizli kalmadı. Bu arada Hz.Ali ve arkadaşları bütün putları kırdıktan sonra meşhur Füls isimli putun yanına varıp parçası kalmayacak şekilde onu da parçaladılar. Füls'ün deposunda Resub, Mihzem ve Yemâni adlarında üç kılınç ile üç zırh gömlek bulundu. Kılınçlardan ilk ikisi, Hâris ibn-i Ebi Şimr'ül Gassani tarafından bu puta hediye edilmiş ve üzerine asılmıştı.
Tayy kabîlesinin reisi olan Adiyy ibn-i Hâtem korkusundan kendisi gibi hıristiyan olan Suriye'deki Şam Araplarının yanına kaçmıştı.
Hz.Ali, birçok ganîmet ve ele geçirdiği esirlerle Medîne'ye döndü. Bu esirlerin arasında, sahâvet ve iyiliği ile meşhur Hâtemî Tayy'ın kızı Saffâne de vardı. Medîne'ye varınca, Saffâne Allah Rasûlü ile görüşmek ve kendisine hürriyet vermesini istemek için izin istedi.
"Yâ Rasûlellah! Babam öldü, kardeşim de kayboldu. Onun verdiği iyilikten bana emniyet ver. Benim babam âileleri korur, esirlerin esaret bağlarını çözer, açları doyuyur, çıplakları giydirir, konukları ağırlar, yemekler yedirir, selâmlaşmağı yapar, dileyicilerin dileklerini reddetmezdi. İşte ben o Hâtemî Tayy'ın kızıyım." dedi.
Peygamberimiz; "Ey kadın! Bunlar gerçekten mü'minlerin sıfatlarıdır. Keşke baban Müslüman olsaydı da onu rahmetle ansaydık. Senin istediğin şeyi yapacağım. Gitmek için acele etme. Kavminden seni yurduna ulaştıracak, güvenilir kişiler buluncaya kadar bekle. Bulduğunda bana haber ver." buyurdular.
Saffâne binti Hâtem, Müslüman oldu. Müslümanlığını İslam amelleriyle geliştirdi ve güzelleştirdi. Kavminden tanıdık kimseler gelince Rasûlüllah'a gelerek; "Yâ Rasûlellah, kavmimden bâzı kişiler gelmiştir. Onlar, benim için güvenilir ve beni yurduma ulaştırır kimselerdir." dedi.
Bunun üzerine, Rasûlü Ekrem Saffâne'ye giyimlik elbise, binit ve yol harçlığı, azığı vererek adamlarıyla birlikte Şam'a gönderdi.
Adiyy ibn-i Hâtem'in Müslüman Oluşu
Saffâne Şam'a gelip, Allah Rasûlünün kendisine yaptığı muâmeleyi kardeşi Adiyy'e anlattı. Adiyy: "Peygamber hakkında görüşün nedir?" diye sordu.
Saffâne, şöyle cevap verdi: "Ben senin, hemen bu zâta iltihak etmeni istiyorum. Eğer, O Peygamber ise O'na tâbi olmakta başkalarını geçmen, senin için bir fazîlet ve üstünlük olur. Yok eğer bir hükümdar ise onun sâyesinde Yemen'deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin. Artık karar vermek sana âittir."
Adiyy; "Vallâhi benim görüşüm de budur." dedi.
Bunun üzerine Adiyy, Şam'dan kalkıp Medîne'ye vararak mescide çıktı. Allah Rasûlü onu görünce işini çabucak bitirdi. Adiyy'i evine götürmek üzere kalktı. Yolda, ihtiyar bir kadın ile karşılaştılar. İhtiyar kadın çeşitli şeyler sorarak Allah Rasûlünün vaktini aldı.
Adiyy kendi kendine, «bu zât melik değildir. Melikler yolda fakirlere bakmazlar, onların ihtiyaçları ile yolda meşgul olmazlar» diye düşündü. Eve varınca Rasûlüllah, Adiyy'e deriden minderini vererek onun üzerine oturmasını istedi. Adiyy oturmaktan çekindi ve minderi Rasûlüllah'a geri verdi. Fakat, Yüce Peygamber kabul etmedi. Adiyy mindere, Allah Rasûlü de yere oturdu. Adiyy «bu hükümdar işi değildir» diye düşündü. Allah Rasûlü biraz durduktan sonra Adiyy'e üç defa; "İslam olursan kurtulursun." diye hitap etti.
Adiyy; "Ben din üzerindeyim." dedi.
Orada Allah Rasûlü; "Ben senin dînini senden daha iyi biliyorum." buyurdu.
Adiyy, bu sözün mânâsını anlayamamıştı ve "Benim dînimi benden daha mı iyi biliyorsun?" diye sordu.
Allah Rasûlü; "Evet." diye cevap verdi.
Daha sonra yüce Rasûl, ona, mesih dîninde olmayan, Arap kâidelerine göre yapılan bâzı şeyleri söyledi ve sözlerini şöyle bitirdi: "Sen, kavminden dörtte bir vergi alıyorsun. Yâni, ganîmetlerin dörtte birini alıyorsun. İşte bu senin dînine göre helal değildir." buyurdu.
Adiyy; "Evet doğrudur." dedi ve kendi kendine «Muhakkak ki bu zât Peygamberdir. Çünkü O, meçhül şeyleri biliyor.» diye düşündü.
Daha sonra Allah Rasûlü şöyle dedi: "Ey Adiyy! Senin bu dîne girmene mâni olan şeyleri biliyorum. Sen bu dîne girenleri fakirler, yoksullar görüyorsun. Fakat, Allâh'a yemin ederim ki mallar onlar için o kadar çoğalacak ki onu alacak kimse bulunmayacak. Sen düşmanları Müslümanlara nazaran çok görüyorsun. Fakat, Cenâb-u Hakk dînini te'yid edecek ve bu yüce din her tarafta emnü eman tesis edecek, o kadar genişleyecek, kudret ve şevket kazanacak ki; tek başına Kâdisiyye'den [1] kalkan bir kadın hacca gidecek, yolda Allah korkusundan başka hiçbir şey, bir korku duymayacaktır. Sen başka yerlerde melikler sultanlar görüyorsun. Allâh'a yemin ediyorum ki bir gün onların beyaz sarayları fethedilecektir".
Artık Adiyy inanmış ve Müslüman olmağa karar vermişti. Adiyy'in tek ve son sözü şu oldu: "Eşhedü en lâ İlâhe İllallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlüh «Ben inanır ve şehâdet ederim ki Allah'dan başka bir ilah yoktur. Muhammed (A.S.) O'nun hem kulu ve hem de Rasûlü'dür»".
Çok geçmeden, Peygamber Efendimiz'in haberi tahakkuk etmiş, İslam ülkelerinde, emsalsiz bir asâyiş ve emniyet kurulmuş, halk huzur ve rahata kavuşmuştur. Adiyy, Allah Rasûlü'nün haber verdiği bütün bu şeyleri gördü ve onların içinde yaşadı. Zamanla Adiyy ibn-i Hâtem, çok meşhur olup Eshab arasında çok sevildi. İslâmî ilimleri öğrenerek âlimler arasına katıldı. Herkes ona bir şey danışmağa geliyordu.
İşte meşhur Adiyy'ibn-i Hâtem bu zâttır.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:54 pm

TEBÜK GAZÂSI (Hicrî:9, M.:630)
Tebük Medîne ile Şam arasında bir yer olup, hicretin 9.yılı Receb ayında bir perşembe günü Hz.Peygamberimiz buraya bir sefer düzenlemiştir.
Bu târihlerde, Bizans İran'ı mağlub etmişti. İslâmın yayılmasına karşı koymak ve bu yayılmağı önlemek maksadıyla, İslâma bir darbe indirmek için Bizanslıların hazırlık yaptığı ve 40.000 kişilik bir ordu hazırladığı haberi gelince, Müslümanlarda derin bir teessür ve hiddet meydana getirdi.
O sene, Arabistan'da müthiş bir kuraklık ve kıtlık olmuştu. Hurmalar harâb olmuş, develer ölmüş, hayvanlar kırılmıştı. Müslümanlar imkansızlıktan, bu seferde son derece vâsıta, binit, yiyecek ve su sıkıntısı çektiklerinden, güçlükle hazırlanan bu orduya, «Ceyşü'l-Usreh (Güçlük Ordusu)», sefere de «Güçlük Gazvesi» denir.
Allah Rasûlüne, Rumların büyük bir ordu hazırladığı haberi gelince, Mekke'ye ve diğer Arap kabîlelerine, harbe iştirak etmeleri için haber gönderdi. Mevsim sıcak ve çok zor şartlar taşıyan bir devreydi.
Eshâbın Sahavet Yarışı
Allah Rasûlü'nün önceleri, gideceği gazveleri gizlemesi adetlerinden olduğu halde, bu seferi bütün Müslümanlara bildirmişti. Çünkü, bu öbür harplerden daha farklı bir harp olup, uzun bir yolculuk, kuvvetli bir düşman onları bekliyordu. Bunun için, iyi bir hazırlıkla düşman karşısına çıkmak için durumu Eshab'ına bildirdi. Zenginleri, orduyu techiz etmeğe teşvik etti. İşte bu noktada, Eshâbı Kirâm birbirleriyle adeta yarış ediyorlardı.
Hz.Osman (R.A.), zahîre yüklü 300 deve ile nakden 1000 altın verdi. Hz.Osman'ın bu hareketinden sonra, Allah Rasûlü'nün yüzü sevinçle doldu ve sürur içinde kaldı. "Ey Osman! Allah senin kıyâmet gününe kadar vuku' bulacak, gizlediğin açıkladığın bütün kusurlarını bağışlasın." diyerek duâ buyurdu.
Hz.Ömer (R.A), malının yarısını verdi. Allah Rasûlü, O'na da bereket duâsı etti.
Hz.Ebû Bekir (R.A.) ise elinde olan nesi varsa, herşeyini bu yola vakfetti. Yanında bulunan servetinin hepsini getirdi. Onu, kendisinden bile gizler gibi Peygamber Efendimiz'e usûlca verdi.
Allah Rasûlü; "Ya Ebâ Bekir! Ev halkına ne bıraktın." diye sordu.
Hz.Ebû Bekir; "Onlara, Allah ve Rasûlü'nü bıraktım." dedi.
Önceden içinden; «Ebû Bekir, beni her defa geçiyor. Ben de hayır yarışında bu def'a onu geçeyim.» diye niyet etmiş olan Hz.Ömer, Hz.Ebû Bekr'in hayır yarışında yine kendisini geçtiğini görünce hüngür hüngür ağlıyarak; "Vallâhi, Ey Ebû Bekir! Babam anam sana fedâ olsun. Hayır yolunda hiçbir yarış yapmadık ki, Sen onda beni geçmiş olmayasın. Ben, artık anladım ki, hiçbir şeyde Seni geçemeyeceğim." dedi.
Daha sonra Eshâbı Kirâm'dan her biri, mâli gücü ve îmânı nisbetinde, bu ûlvi Tebük seferi için mallarını infak ettiler. Abdurrahman ibn-i Avf, bu sefer için 100 okka altın, Hz.Abbas ve Talhâ bir çok şeyler infak ettiler. Asım ibn-i Adiyy, 1400 kilogramlık bir hurmayı infak etti.
Birçok kadınlar da imkanlarına göre, her şeylerini Allah ve Rasûlüne gönderdiler. Bâzı kadınlar, kollarındaki bilezikleri, kulaklarındaki küpeleri, göğüslerindeki gerdanlıkları, mescidde Peygamber Efendimiz'in önüne atıyorlardı. Allah Rasûlü de onlara en güzel bir şekilde duâ ediyordu.
Peygamberimiz, işini çok sıkı ve hızlı tuttu. Sefere çıkmak için ordugâhını Seniyyet-ül Vedâğ'da kurdu. Kadınlar ve çocuklar, Peygamber Efendimiz'i uğurlamak için buraya kadar geldi. Tebük Seferi için toplanan Müslümanlar, dîvan defterine sığmayacak kadar çoktu. Allah Rasûlü, ordugâhta namaz kıldırmakla, Hz.Ebû Bekir (R.A.)'i vazîfelendirdi. Medîne'de, Muhammed ibn-i Mesleme'yi yerine vekil bıraktı.
Peygamberimizle birlikte Seniyyet-ül Vedâğ'a kadar gitmiş olan Hz.Ali'ye; "Burada muhakkak ya ben oturacağım, ya sen oturacaksın." buyurup Ehl-i Beyt'in ihtiyaçlarını görmek üzere Medîne'de bırakınca, Hz.Ali ağlıyarak; "Yâ Rasûlellah! Beni çocuklar ve kadınlar içinde vekil mi bırakıyorsun?" dedi.
Peygamberimiz; "Bana göre Sen, Hz.Mûsa yanında Hz.Hârun mevkiinde olmağı, kabul etmiyor musun? Ancak benden sonra nebî yoktur." buyurdu.
Bunun üzerine Hz.Ali, hemen geri dönerek, öyle hızlı yürüdü ki ayaklarının kaldırdığı tozların havaya yükseldiği görüldü.
Tebük'e Hareket ve Tebük'te Geçirilen Günler
Peygamberimiz; Tâlhâ bîn-i Ubeydullah'ı, ordunun sağ cenah kumandanlığına, Abdurrahman bîn-i Avf'ı da sol cenah kumandanlığına tâyin etti. Sancaklar ve bayraklar bağlandı. En büyük sancağı Hz.Ebû Bekr'e, en büyük bayrağı da Zübeyr ibn-i Avvâm'a verdi. Diğer kabîlelere de sancaktar ve bayraktarlar tâyin etti. 10.000 at, 15.000 deve ile 30.000 kişilik mücâhit, perşembe günü yola çıktı. Tebük'e varıncaya kadar 19 yerde konaklayıp, oralarda mescidler kurdular. Son konakladıkları yer, Tebük mescidinin olduğu yer oldu.
Ordunun konakladığı yerde bir su vardı. Fakat, bu su çok az akıyordu. Koskoca ordunun bu sudan idâre etmesine imkan yoktu. Mücâhitler, sızan sudan elleriyle azar azar avuçladılar. Avuçlanan sular, bir su kırbasında toplandı. Fahri Kâinât Aleyhissselâm, onun içinde ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra, onu kaynağa geri döktü. Sonra kaynağa, ucu demirli üç asâ sapladı. Saplar saplamaz, üç yerden su kaynamağa, bol su gelmeğe başladı. Mücâhitler, sularını aldılar. Su öyle çoğaldı ki, bütün Müslümanlar ihtiyaçlarını gördüler. Allâh'ın yüce Rasûlü, Muaz ibn-i Cebel'e; "Senin hayâtın, buraların bahçelerle dolduğunu görmeğe umulur ki kâfi gelir." buyurdular.
Tebük kaynağı o zaman mücâhitlerin su ihtiyaçlarını karşılamağa yettiği gibi Peygamber Efendimiz'in haber verdiği üzere, oranın bahçe ve bostanlarla dolmasına vesîle oldu. Bunu Hz.Muaz gördü. Bu Allâh'ın yüce Rasûlü'nün mûcizelerindendi.
Peygamberimiz, Tebük mescîdinin kıblesine kendi eliyle bir taş koyup, o taşa doğru yönelerek; "Bu bizim kıblemizdir." buyurdu.
Müslümanlar'a öğle namazını kıldırdıktan sonra, cemâata dönerek; "İşte, Şam oradadır. İşte, Yemen de şuradadır!" buyurdu.
Büyük İslam ordusu, çok şiddetli bir yaz sıcağının altında, Tebük'e hareketinden günlerce sonra Ebû Hayseme, çok sıcak bir günde ev halkının yanına dönmüştü. Onun iki âilesi vardı. Onlardan her bireri çardaklarını, su serpip serinletmiş, kendisi için su soğutmuş, yemek hazırlamış bulunuyorlardı. Ebû Hayseme bostana girip, çardaklarının kapısı önüne dikildi. Kadınlarına ve kendisi için onların hazırladığı şeylere baktı. "Sübhânallah! Geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmışken, Rasûlüllah (A.S.) yakıcı güneşin ve rüzgârın içinde silâhını boynunda taşısın da Ebû Hayseme, serin gölgede yemeğe hazırlanmış, iki güzel kadının yanında mülkünün içinde oturup dursun. İnsaf mı bu?! Vallâhi Rasûllüllah (A.S)'a gidip kavuşmadıkça, hiçbirinizin çardağınıza girmeyeceğim. Hemen azığımı hazırlayınız." dedi.
Hazırladılar. Sonra, devesini yanına getirdiler. Ebû Hayseme, devesini çöktürdü. Kolanını sıkıladı. Azığını alarak Peygamber Efendimiz'i bulmak üzere yola çıktı. Yolda Umeyr ibn-i Veheb'e yetişti. O'da Peygamberimiz'i bulmak istiyordu. İkisi yoldaş oldular. Tebük'e yaklaşınca Ebû Hayseme, Umeyr ibn-i Veheb'e; "Ey Umeyr! Ben günahkârım. Sen ise günahsızsın. Benden geri kalmanda sana bir sakınca yok. Ben, Rasûlüllah (A.S.)'ın yanına senden önce varacağım." dedi. Umeyr öyle yaptı.
Ebû Hayseme hayvanını mahmuzlayıp, sürüp gitti. Peygamberimiz o sırada, Tebük'te konaklamış bulunuyordu. Ebû Hayseme Rasûlüllah'a yaklaştığı zaman, Müslümanlar; "İşte bakınız. Yolda bir süvâri geliyor." dediler.
Peygamberimiz; "Ebû Hayseme mi ola? Ebû Hayseme olmasını isterdim." buyurdu.
"Yâ Rasûlâllah, O Vallâhi Ebû Hayseme'dir." dediler.
Ebû Hayseme, devesini çöktürdükten sonra Peygamberimiz'in yanına gelip, selam verdi.
Peygamberimiz; "Ey Ebû Hayseme, sen helâka yaklaşmış, gitmiştin." buyurdu.
Ebû Hayseme, olup bitenleri haber verince, Peygamberimiz ona hayırla duâ buyurdular.
Yazın sıcağında çölü aşarak, Tebük'e gelen İslam ordusunun karşısına düşman çıkamadı. Rum ordusu, Müslüman'ların kuvvetini görüp, geri çekilmişti.
Allah Rasûlü de; "Onlar sûlh için ellerini uzatırlarsa, Sen de onlara uzat. Ve Allâh'a tevekkül et." âyetine dayanarak, onların arkasını tâkip etmedi. Burada bir müddet kaldı. Bâzı kabîleler gelerek, onlarla anlaşma yapıldı. Onlara, denizde ve karada eman verildi.
Bundan sonra, Peygamber Efendimiz Tebük'te Eshab'ını bir araya toplayarak, ileriye gitmek isteyip istemediklerini sordu.
Hz.Ömer; "Eğer emir Allah tarafından geliyorsa, buyrun gidelim." dedi.
Peygamberimiz de; "Eğer bu hususta, Allah tarafından emir bulunsaydı. Size danışmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Hz.Ömer şöyle dedi; "Yâ Rasûlellah, Rumlar sayıları pek çok olan bir toplulukturlar. Oralarda Müslümanlardan tek kişi bile yoktur. Görüyorsun ki; Siz ve size inananlar, onların yakınlarına kadar gelmiş bulunuyoruz. Bizim bu derece yaklaşmamız kendilerini korkutmuştur. Uygun görürseniz, bu yıl buradan geri dönelim. Bakalım ilerde Allah ne gösterecek."
Bu istişâre yapılmakta iken, Şam bölgesinde tâun hastalığı olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine, Resulü Ekrem; "Taun olan yere girmeyiniz" buyurdu.
Tebük'te yirmi gün kaldıktan sonra geri döndüler.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:57 pm

Münâfıkların Bozgunculuğu
Zaman zaman, içlerindeki samimiyetsizlik ve hastalığı, dışarı atmaktan geri kalmayan münâfıklar, Tebük seferine çıkılmadan ve sefere çıkıldıktan sonra bir kısım söz ve hareketlerde bulundular. Münâfıklar, Müslümanlar arasına fitne sokmak, ayrılık çıkarmak maksadıyla, ihtiyarlık, hastalık, yağmur ve kışı bahane ederek Mescid'i Nebevî'ye devam edemediklerini ileri sürüp, Kuba mescidine karşı olmak üzere Medîne civârına bir mescid yaptılar. Fakat, niyet ve maksatları: Eshab'ı, Hz.Peygamberimizin arkasından ayırmak, mescîdinden uzaklaştırmak, cemâatı dağıtmak, bozgunculuk yapmaktı. Hıristiyan bir Medîne'li olan, Ebû Amir de münâfıkları bu işe teşvik etmiş; "Siz büyük bir mescid yapınız ve içine mümkün olduğu kadar da silah koyunuz. Ben de, Rum Kayseri'ne gidiyorum. Size külliyetli Rum askeri getiririm. Muhammed ile Eshab'ını Medîneden çıkarırız." demişti. Aralarında iyice anlaştıktan sonra bu fâsık Şam'a gitmiş, diğer münâfıklar da mescidlerini tamamlamışlardı.
Münafıklar, tam Tebük seferine çıkılacağı bir sırada Peygamber Efendimiz'e gelerek, kış şartları, ihtiyarlık ve hastalık gibi mâzeretlerle mescide gelemeyenler için bir mescid hazırladıklarını söyleyerek, Peygamber Efendimiz'in gelip içinde namaz kılarak, bu mescidi açmasını istemişlerdi. Peygamberimiz de, şimdi vakti olmadığını söyleyerek onların isteklerini yerine getirmemişti. Münâfıklar, hakîkatta bu mescidi, Müslümanlar arasına nifak tohumu saçmak ve onu sû-i kast yapmak için depo olarak kullanmağı da planlamışlardı. Böylesine kötü niyet ve gâye ile yapıldığından, buna «Mescîd-i Zırar» dendi.
Bu zırar mescîdi ve onu yapanlar hakkında Peygamber Efendimiz'e vahiy geldi. İndirilen Kur'ân âyetinde Cenâb-u Hakk, meâlen buyurdu ki: "Zarar vermek için, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için ve bundan önce Allah ve Rasûlü ile harp edenin gelmesini beklemek için bir binâ yapıp onu mescid edinenler ve «Bununla iyilikten başka bir şey kasdetmedik» diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah, şehâdet eder ki onlar şeksiz ve şüphesiz yalancıdırlar. Sen onun içerisinde hiçbir vakit namaz kılma. Tâ ilk günde temeli tâkva üzerine kurulan mescid, Senin içinde kıyâmına elbette daha lâyıktır. Orada tertemiz olmalarını arzulamakta olan erler vardır. Allah da temizlenenleri sever. Binâsını, Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yerin kıyısına kurup da onunla birlikte cehennem ateşine çöküp giden kimse mi? Allah zâlimler gürûhuna hidâyet vermez. Onların kurdukları binâ kalplerinde temelli bir şek ve nifâka sebeb olacaktır. Meğer ki kalpleri ölümle parçalanmış olsun. Allah, herşeyi bilen, her yaptığını yerli yerince yapandır." (Sûre-i Tevbe, âyet 100-107).
Münâfıklar, Tebük seferine çıkılacağında, böyle sıcak günlerde yola çıkmayınız diye, halkı kışkırtıp, moralini bozmağa çalışıyorlardı.
Onlara; "Cehennemin harareti daha şiddetlidir." buyuruldu.
Münâfıkların başı Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül de; "Roma devletini Muhammed oyuncak mı sanıyor? O'nun Eshâbı ile birlikte esir olacaklarını gözle görmüş gibi oluyorum." diyerek korku ve moral bozukluğu vermek istiyordu. Onun böyle konuşması Müslümanların canlarını sıkıyordu. İtikâdı yarım olanlar onun bu sözlerinde gerçek payları aramağa çalışıyorlardı. Aslında, onun sözlerinin gerçekle hiç bir ilgisi olmayıp, bunlar yalanın ta kendisi idi.
Niyeti bozuk olanlardan bâzıları, hakîkaten mahzur (özürlü) olmadıkları halde saçma sapan özürler beyân ederek, sefere katılmadılar. İtikâdı tam olanlar, kendilerine söylenen moral bozucu sözlere aldırmıyorlar, cihad ve gazâya gâyet istekli olarak, kemâli sür'atle sefere hazırlanıyorlardı. Öyle ki bâzıları zâhire ve eşyalarını yükleyecek deve bulamadıklarından, pek ziyâde mahzun olarak saatlerce ağlarlardı.
Bir ara sefer esnâsında, Rasûlü Ekrem'in devesi kaybolmuştu. Ordu içinde ve içi bozuk olanlardan birisi; "Muhammed, Peygamberim der. Yerlerden ve göklerden, haber verir. Kendi devesinin yerini bilmeyen kimse nasıl peygamber olur." demişti.
O vakit Rasûlü Ekrem Eshâbına; "Bir şahıs Benim hakkımda şöyle böyle diyor" diyerek, onun bu sözlerini anlattı. Ve; "Ben, vallâhi bir şey bilmem ancak Cenâb-u Hakk'ın bildirdiğini bilirim. Ancak şimdi Cenâb-u Hakk bana bildirdi ki deve şu anda fîlân vâdîde fîlân yerde, yuları bir ağacın dalına ilişip kalmış. Hemen gidip getirin" buyurdu.
Deveyi getirdiler. Rasûlü Ekrem Hazretleri'nin yolda iken devesine bakanlar iki kişiydi. Bunlardan biri Ammar ibn-i Yâser, diğeri de Huzeyfe'tübni Yemâni Hazretleri idi. Ammar ibn-i Yâser (R.A.) Hazretleri deveyi çeker, Huzeyfe'tübni Yemâni Hazretleri de geriden sürerdi.
Münâfıklardan 12 kişi aralarında Hz.Peygamberimiz'e sûikastta bulunmağı kararlaştırdılar. Geceleyin Akabe denen yerden geçerken ansızın üzerine atılarak öldürmeği planlayıp, yola pusu kurdular. Onların bütün bu kötü maksat ve tertipleri Allah Rasulü'ne, Cebrâil (A.S.) tarafından bildirilmişti. İhtiyatlı bulunup o yere geldikleri zaman, Rasûlü Ekrem bir karaltı görmüşlerdi. Bu karaltı, diğer karaltılara benzemiyordu. Çünkü, yerlerinde duramıyorlar, bir şeyler yapmak için fıkırdaşıyorlardı. Gizlenmiş olan bu münâfıkların gölgeleri de toprağa aksediyordu. Bunun üzerine Rasûlü Ekrem, Hz.Huzeyfe'ye onları göstererek, onları dağıtmasını istedi. Hz.Huzeyfe onları kısa bir zamanda dağıttı.
Bunların münafık olduklarını, sûikast ile geldiklerini Hz.Huzeyfe'ye haber verdi. Ertesi gün, Useyd ibn-i Hudayr (R.A.) Hazretleri bu vakâdan haberdar olunca ordu içinde ne kadar münâfık varsa îdam ettirmek istedi. Lâkin, Rasûlü Ekrem buna râzı olmadı. Ve; "Madem ki lîsanları ile Kelime-i Şehâdet getiriyorlar, onlara taarruz olunmak câiz olmaz." diye buyurdu.
Münâfıklar, kendilerini hiçkimsenin bilmediğini zannederler, yapmak istediklerini gizli yaptıklarını zannederlerdi. Oysa ki Rasûlü Ekrem, bütün münâfıkları bilirdi. Lâkin, îlân etmezdi. Fakat, sâdece Hz.Huzeyfe'ye münâfıkların isimlerini bildirdi. Bunun içindir ki Hz.Huzeyfe de bütün münâfıkları bilirdi. Hz.Huzeyfe, Rasûlü Ekrem'in mahrem-i esrârı idi. Hatta derler ki "Dünyâda ne kadar olmuş ve olacak şeyler varsa Rasûlü Ekrem ona beyân eylerdi".
Mescîd-i Zırar'ın Yıktırılması
Tebük seferinden dönerken, yolda, Peygamber Efendimiz'e Mescîd-i Zırar'ın kötü maksatla yapıldığı, kendine vahyolunan âyetle Mevlâ-i Zülcelâl tarafından beyân edildi. Peygamberimiz, Medîne'ye gelince, Mâlik ibn-i Dahşam ile Mean ibn-i Adiyy'il Aclâni ve bir kaç kişi daha göndererek mescidin yakılıp, yıkılmasını emretti. Onlar gidip o Mescîd-i Zırar'ı yıktılar. Mescid yakılıp yıkılınca, onun münâfık cemâatı da dağıldı.
Münâfıkların Te'siri İle Tebük Seferi'nden Uzak Kalanlar
Tebük seferi dönüşünde, bu gazâda bulunamamış mazaretsiz geri kalmış olanlar, çok pişman oldular. Onlar, böyle olacağını tahmin etmemişlerdi. Üstelik özürsüz geri kalmak onların canlarını daha da sıkmağa başlamıştı.
Tıpkı bundan önceki muhârebelerde olduğu gibi gelmeyenler, daha sonra Rasûlü Ekrem'in huzuruna çıkıyorlar ve özür dileyip hatalarının afvedilmesini istiyorlardı. Ordudan geri kalanların içlerinde bâzı şahıslar vardı ki onların afvedilmesine imkan yoktu. Zâten, onlar da işin ciddiyetini anlamışlardı.
Ebû Lübâbe Hazretleri'nin daha evvel yaptığı gibi bâzı Eshab, söyleyecek söz bulamadıkları için, kendilerini Mescîd-i Şerîf'in direklerine bağladılar. Gece gündüz ağladılar. (Kendilerini direklere bağlayan üç asker Sahâbi; Kâb ibn-i Mâlik, Merâret ibn-i Rebiğ ve Hilal'übni Ümmiye idi). Bunlar, Rasûlü Ekrem'in huzuruna çıkıp af dilediler. Rasûlü Ekrem de onları affetti.
Fakat, Rasûlü Ekrem bütün Eshab'ı daha önce, onlarla karışıp konuşmaktan menetmişti. 50 gün hiç kimse kendileriyle konuşmadı. Her üçü birer köşeye çekildiler. Türlü azaplar çekerek üzüldüler ve yaptıklarına def'alarca pişman olup, tövbe ettiler. Dünyâ onlara dar gelmiş, hayat kendilerine zindan olmuştu. Daha sonra, onların gâyet hâlisâne olan bu tövbelerinin kabul edildiğine dâir âyet indi. Cenâb-u Hakk bu büyük müjdeyi onlara tebşir etmek için Rasûlü'nü gönderdi. Eshâbı Kirâm, onları tebrik etmek için bölük bölük yanlarına geldiler. Allah, tövbelerini kabul ettiği için onları tebrik ediyorlardı.
Kâb'ı, Allâh'ın Rasûlü sürur içinde karşıladı ve O'na şöyle dedi: "Seni müjdelerim Ey Kâb! Annenden doğduğundan beri üstünden bu kadar acı gün geçmemiştir".
Kâb şöyle dedi: "Afv sizden mi, Allah'dan mı Yâ Rasûlellah?".
Peygamber Efendimiz; "Allâh'ın indinden." dedi.
Kâb sevincinden koşuyordu. Sanki kalbi yerinden oynamıştı. "Madem ki tövbem kabul olmuştur; malım, Allah ve Rasûlü için vakfolsun." dedi.
Allâh'ın Peygamberi şöyle buyurdu: "Malının birazını infak et. Gerisi senin için hayırlıdır".
Onlar, affedildikleri zaman çok sevinmişlerdi. Bundan böyle suç işlemeyeceklerini, Allah yolunda cihat etmekten kaçmayacaklarını herkes söyleyebilirdi.
Tebük Gazâsı'yla İslâmın kudret ve şevki her tarafta daha iyi anlaşıldı. Böylece, İslam dîni îmanlı mücâhitleri sâyesinde, yayıldıkça yayılıyor ve bütün dünyâya ışık verecek bir binânın temellerini atıyordu. Artık Hıristiyanlar, Bizans da bu kudret ve şevketin önünde boyun eğiyor, İslâma teslim oluyordu.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:58 pm

Bâzı Ehemmiyetli Vak'âlar


Peygamber Efendimiz, bizzat bulunduğu son harp olan Tebük gazâsından sonra, etraftan gelen heyetleri kabul edip onlara icâb eden tâlimatları vermekle meşguldü. Dînin kemâle ermesini görmekten memnun ve sevinçli idi.
Rasûlü Ekrem Efendimiz, Receb-i Şerif ayı içinde bir gün, Habeş hükümdarı Necâşi'nin (Eshame'nin) vefâtını Eshâbına haber verdi ve Eshâbıyla birlikte gıyabında onun cenâze namazını kıldı. Çünkü o gizliden Müslüman olmuştu. Eshame, Peygamber Efendimiz'e yirmi günlük mesâfede (Kızıldeniz'in karşı yakasında) vefât ettiği halde bir mûcize olarak onun vefatını Peygamber Efendimiz anında Eshâbına haber vermişti. Daha sonra da Necâşi'nin hakîkaten vefât haberi geldi.
Peygamber Efendimiz'in Oğlu Hz.İbrâhim'in Vefâtı
Hicretin sekizinci yılı, Zilhicce ayında Rasûlü Ekrem'in Hz.Mâriye'den doğmuş olan oğlu Hz.İbrâhim, Hicretin 10.yılında Rebiülevvel ayının 10. salı günü vefât etti. Vefat ettiği zaman 16 aylıktı. (18 olduğunu söyleyen de vardır.)
Allah Rasûlü'nün evlâtlarından bâzıları çocukken vefât etmiş, bâzıları ise anne olduktan sonra vefât etmişler, hayatta yalnız sevgili kızı Hz.Fâtıma ile oğlu Hz.İbrâhim vardı. Fakat, O da hastalanmıştı. Peygamber Efendimiz, hasta yavrusunun yüzüne bakarak; "Allâh'ın takdirine karşı elden ne gelir, Yâ İbrâhim!" dedi. Gözlerinden yaşlar aktı. Nihâyet emr-i Hak vâki oldu. Gözleri yaşlarla dolan Peygamberimiz; "Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Allâh'ın rızasına uygun olandan başka bir söz söyleyemeyiz. Ey İbrâhim! Seni kaybetme yüzünden derin bir hüzün içindeyiz." buyurdu.
Yanında Abdurrahman ibn-i Avf; "Sen de mi ağlıyorsun? Yâ Rasûlallâh!, böyle ağlamaktan halkı Sen men etmemiş miydin?" dedi.
Peygamber Efendimiz; "Ben, ancak kendisinde bulunmayan hasletleri sayıp dökerek, ölü üzerine bağıra çağıra ağlamaktan men ettim. Ben sizi, günah ve hamâkat olan iki bağırıştan (Nimete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışı ile şeytan kavalından; Musîbet ve felâket sırasındaki bağırışla yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmak ve şeytan şamatasından) men ettim. Benim bu ağlamam ise bir acımadan ibârettir. Acımayana acınmaz." buyurdu.
Hz.Peygamberimiz, oğlunun namazını kılarak toprağa verdi. Mezara nişan dikip; "Faydası da yok, zararı da, fakat, geride kalanı tatmin eder" buyurdu. Bir kırba su getirterek, onu kabrin üzerine saçtırdı.
O sırada güneş tutulmuştu. Halk, güneşin tutulmasını; "İbrâhim'in ölümü için tutuldu." diye yorumlamışlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; "Güneş ve ay Allâh'ın âyetlerinden iki âyettir ki, bunlar hiçbir kimsenin ne hayâtı ne de vefâtı için tutulmazlar. Bunları, tutulmuş gördüğünüzde hemen mescidlere sığınınız. Küsuf (tutulma) açılıncıya kadar Allâh'a duâ ediniz ve namaz kılınız." buyurdu.
Hz.Ümmü Gülsüm'ün Vefâtı
Şaban ayında, Rasûlü Ekrem'in kerîmesi ve Hz.Osman (R.A)'ın muhterem zevcesi Ümmü Gülsüm (R.Anha) Hazretleri, gözlerini hayata yumarak ebedî âleme göçtü. Ümmü Gülsüm'ün cenâze namazını Peygamber Efendimiz kıldırdı. Kabrinin başına oturdu. Gözleri yaşardı.
Peygamberimiz, Hz.Osman'a çok ağladığı bir sırada rastlayıp; "Ey Osman! Nedir bu hâlin? Niye ağlıyorsun?" diye sormuş.
O da; "Babam anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Benim başıma gelen kimin başına gelmiştir. Rasûlullah (A.S.)'ın kızı vefât etti. Sizinle aramızdaki kayınpeder ve damatlık alâkası da kesilmiş oldu. Onun için ağlıyorum." demişti.
Peygamber Efendimiz; "Hayır, bu hısımlığı ölüm temelli kesmez. Ancak boşama keser." buyurdu.
Münâfıkların Reisi Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül'ün Ölümü
Tebük harbinden iki ay sonra Şevval ayında, münâfıkların başı, Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül öldü. Oğlu çok samîmi bir Müslümandı. Cehennem ateşinden muhafaza için yalvarıp, Peygamber Efendimiz'in gömleğini aldı. Pederini onunla sardı ve defnetti.
Peygamberimiz, oğlunun hatırını da kırmayarak, hakkında duâ ve istiğfarda bulundu.
Bu esnâda Hz.Ömer; "Yâ Rasûlallâh! o sağlığında iken Seni hep kötüler ve Senin için şöyle şöyle derdi. Ona istiğfar edip, namazını kıldıracak mısınız?" diye îtirazda bulunmasına rağmen cenâze namazını kıldı.
Daha sonra şöyle buyurmuşlardır: "Allah bana münâfıklar için yetmiş kere istiğfar etsem de kabul olunmayacağını bildirdi. Ne yapayım, yetmişten fazla istiğfar edeyim ki Allah niyazımı dilerse kabul etsin."
Böylesi merhametli, târihte görülmemiştir.
Daha sonra, münâfıkların namazlarının kılınmayıp, kabirlerine gidilmemesi hakkında vahiy geldi. Cenâb-u Hakk; "Öyle küfürle gidenlerin, münâfıkların hiçbirisi için duâ ve istiğfar etme, namazını kılma, kabrine gitme." buyurdu.
Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül, ehli İslam hakkında büyük bir belâ idi. Onun ölümünden sonra ve bir başkasının gelerek kendilerini idlal ve ifsad etmeleri durumu da ortadan kalkınca geride kalan münâfıklar Müslüman oldular. Bunların sayısı takriben 300 civarında idi.
Peygamber Efendimiz'in Eshâbdan Bâzılarını İslâmiyetin Yayıldığı Yerlere Vazîfelendirmesi
Hicretin 9.yılı sûlh ve sûkun yılıdır. Hicretin 10.senesi, İslam dîninin şöhreti Arap Yarımadası'nı çoktan aşmış ve diğer ülkelere ulaşmıştı. Oralardan elçiler geliyor ve Rasûlü Ekrem ile görüşüyorlardı.
Hz.Peygamberimiz, halka İslâmı öğretmek için etrafa insanları Hakka davet eden mürşidler gönderir, onlar güler yüz, tatlı söz ile halkın gönlünü fethederdi. Peygamber Efendimiz, onlara şu tâlimatı vermiştir: "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Uyuşun, ihtilafa düşmeyin. Halka yumuşak davranın, şiddet göstermeyin."
Rasûlü Ekrem, Hâlid ibn-i Velid'i, Necran'a gönderdi. Onlar da İslâmı kabul ettiler. Hz.Hâlid, aralarında kaldı ve onlara Kur'ân-ı Kerîm'i öğretti. Onlardan bir heyeti Allah Rasûlü'nün yanına gönderdi.
Peygamber Efendimiz, onlara şöyle sordu: "Câhiliyyette, harpte nasıl gâlip gelirdiniz?".
Dediler ki: "Birleşirdik, ayrılmazdık. Hiç kimseye zulüm de etmezdik".
Peygamber Efendimiz, sözlerini tasdik etti ve onların başına emir olarak Zeyd ibn-i Hüseyn'i tâyin etti.
Daha sonra, Hz.Ali'yi Mezcih'e gönderdi ve O'na harp etmemesini tenbih etti. Ancak, düşmanlık yaparlarsa harp edilecekti. Hz.Ali'ye şöyle buyurdu: "Allâh'ın, Senin vâsıtanla birine hidâyet vermesi, güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır."
Hz.Ali, onları İslâma dâvet etti. Fakat onlar okla mukabele ettiler. Bunun üzerine Eshab, saf oldu ve bir hücumda düşmanı hezîmete uğrattı. Ancak onları tâkip etmeyip bekledi. Zira onları hidâyete kavuşturmak istiyordu. Bilahare onlara yetişti, İslâma dâvet etti ve onlar da bu daveti kabul ettiler.
Peygamber Efendimiz, Yemen bölgesine Muaz ibn-i Cebel ve Ebû Mûsa'l Eş'ari'yi gönderdi.
Muaz ibn-i Cebel'e; "Sen, ehl-i kitab olan bir kavme gideceksin. Onlara, Allâh'ın bir olduğunu, Muhammed (S.A.V.)'in onun kulu ve Rasûlü olduğunu tebliğ et. Eğer onlar, buna inanırlarsa onlara, üzerlerine beş vakit namazın farz olduğunu haber ver. Ayrıca, zekat da üzerlerine farzdır ki sen bunu zenginlerden alıp fakirlere verirsin. Mazlumun bedduâsından sakın. Onunla Allah arasında perde olmaz." buyurdu ve "Ey Muaz! Sana bir dâva getirirlerse ne ile hükmedeceksin?" diye sordu.
Muaz da; "Allâh'ın hükmü olan Kur'ân'la hükmederim." dedi.
Peygamber Efendimiz; "Eğer Allâh'ın Kitâbında bulamazsan ne ile hükmedersin?" buyurdu.
Hz.Muaz; "Allâh'ın Rasûlü'nün sünneti ile hükmederim." dedi.
Peygamber Efendimiz; "Eğer orada da delil bulamazsan ne ile hükmedersin?" buyurunca,
Hz.Muaz; "O zaman Allah ve Rasûlü'nün hükümlerine göre re'yimle ictihat eder, karar veririm" dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz çok memnun oldu. Mübârek elini onun sadrına vurarak şöyle buyurdu: "Allâhü Taâla'ya hamd olsun ki Rasûlü'nün Rasûlünü (elçisinin elçisini) O'nun râzı olacağı şeye muvaffak kıldı".

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:59 pm

HZ.EBU BEKİR (R.A)'IN HAC EMİRLİĞİ
Artık Mekke fethedilmiş, müşrikler ortadan tamamen kaldırılmış ve bütün Kureyş îmâna gelmişti. Diğer kabîleler de teker teker îmâna geliyorlardı. Arabistan bölgesinde, Müslümanlara karşı koyacak müşrik bir kabîle kalmamıştı. Bütün Arap kabîleleri, Müslümanlığı kabul ederek gerçek yolu bulmuşlardı. Nasr Sûresinde verilen, o büyük müjdeler gerçekleşmişti. Hac zamanı gelmişti. Mekke fetholunduğundan, ilk defa serbestce hac yapılacaktı.
Peygamber Efendimiz, hacca gitmek üzere toplanan 300 kişi ile hac emîri olarak Hz.Ebû Bekir (R.A)'ı Mekke'ye gönderdi. Arkasından da tebliğatçı olarak, Hz.Ali'yi gönderdi. Hz.Ali, Kâbe'yi tavaf ve ziyâret işlerinin ne şekilde olacağını, Peygamber Efendimiz'den aldığı tâlimata göre açıkladı. Putperestlerin haccetmesi, Kâbe'nin çıplak tavaf edilmesi yasaklandı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Ptsi Şub. 16, 2009 11:59 pm

VEDÂ HACCI (Hicrî:10, M.:632)
Hicretin onuncu senesinde Peygamber Efendimiz, Mekke'ye gideceklerini ve hac yapacaklarını söylemişti. Zilkâde ayında hac hazırlığına başlandı. Arzu eden mü'minlerin gelmesi için, her tarafa haberler gönderdi. Onbinlerce Müslüman, büyük bir şevk ve heyacanla Medîne'ye toplandı.
Zilhicce ayına beş gün kala, Peygamber Efendimiz gusletti, güzel kokular süründü ve saçını taradı. Öğle namazı kılındıktan sonra, Ehl-i Beyt'i ve Eshâbı ile Medîne'den çıkıp Zülhuleyfe'ye vardı. Gece burada kaldı. Ertesi günü öğle namazından sonra, ihrama [1] girdi ve telbiyede [2] bulundular. Peygamber Efendimiz, yanındakilerle beraber kuşluk vakti Mekke'ye vardı.
Kâbe'yi görünce; "Ey Allâhım! Sen, bu Beyt'in şeref ve şânını, heybet, azamet ve iyiliklerini ve mehâbetini arttır." buyurdu.
Kâbe'yi yedi defa tavaf etti ve Hacerü'l-Esved'i [3] selâmladı. Makâm-ı İbrâhim'de iki rek'at namaz kıldı. Daha sonra, Zemzem Kuyusu'ndan su içti. Safâ ile Merve arasında yedi defa Sa'y yaptı.
Peygamber Efendimiz, Safâ tepesinde Beytullah'a nazar ederek, tevhid ve tekbir getirdikten sonra; Allâh'ın birliğini, mülkün ve hamd etmenin O'na âit bulunduğunu, hayâtı ve ölümü O'nun halk ettiğini, kudretini, vâ'dini ifâ ile yardım ettiğini ve düşmanları hezîmet ile dağıttığını beyânla duâlar etti ve bunları tekrarladı.
Zilhicce'nin sekizinci günü Peygamberimiz, Minâ'ya gitti. Orada geceledi. Dokuzuncu günü, Arafat'a geldi. Hacca iştirak eden Müslümanlar da bölük bölük gelerek, Arafat'da toplandılar. Mevsim, Mart ayı idi. Arafe günü Cuma'ya rastlamıştı. Hac, Cuma gününe rastladığı zaman Hacc-ı Ekber olur. Böylece, 124 bin olduğu rivâyet edilen mü'minlerle Hacc-ı Ekber yapıldı.
Peygamber Efendimiz, Arafat vâdisinin ortasında Kusvâ adlı devesi üzerinde müessir ve beliğ bir hutbe ile halka, dîni hükümleri tebliğ etti. Orada öğle ile ikindi namazını birleştirerek kıldı.
Câhiliyet devrinde, halkın işlerine geldiği şekilde ayların yerini, zamanını değiştirmeleri sebebiyle, hicretin dokuzuncu yılında Hz.Ebû Bekr'in (R.A.) emirliğinde yapılan Hac, Zilkâde ayında yapılmıştır. Peygamber Efendimiz'in hicretin onuncu senesinde bu Haccı ise normal zamanına tevâfık ederek Zilhicce ayında vukû bulmuştur. Böylece Allah Rasûlü, ayların, haccın zamanını yerli yerine yerleştirmiş ve böylece kıyamete kadar gelecek müslümanlar için hac efalı gerçek şeklini almıştır.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 17, 2009 12:00 am

VEDÂ HUTBESİ
Hz.Peygamberimiz Muhammed'ül Mustafa (S.A.V.) Efendimiz Hazretlerinin bindörtyüz küsür sene evvel, son haclarında îrad buyurdukları bu hutbesi [4] , insanlık târihinin en ûlvi konuşmasını teşkil etmektedir. Cihânın en muazzam inkılâbının ana hatlarını ihtivâ etmektedir. İnsan haklarını yükseltmekte, insan şeref ve haysiyetini belirtmekte, gerçek hürriyeti îlan etmektedir. Her türlü istismarcılığa, fâizciliğe, ahlâksızlığa son vermekte, beşeriyet için sûlh, sükûn, huzur ve saâdet yollarını göstermektedir. Her insan, bunu öğrenmeli, bellemeli, buna uymalı ve yaymalıdır. Kurtuluş ancak bu yoldadır.
Mevlâ-i Zülcelâl'ın beşeriyete en son ve en büyük bir hidâyet meş'alesi, bir necat rehberi olarak göndermiş olduğu Hz.Muhammed (S.A.V) Efendimiz Hazretleri, saâdet ve selâmet yollarının anahtarlarını, son olarak bir defâ daha insanlığa tebliğ ve teslim eden, cihanşumûl, bu târihî hitâbelerinde, Allâhü Teâlâ'ya hamdü senâdan sonra buyurmuşlardır ki:
Ey insanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
Ey İnsanlar!
Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu beldeniz nasıl mukaddes bir belde ise, Rabbinize kavuşuncaya kadar kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öylece mukaddesdir, her türlü taaddî ve tecâvüzden masun, birbirinize haramdır.
Ey Eshâbım!
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın, Benden sonra, eski dalâletlere dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız!... Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhâfaza etmiş olur.
Ey Eshâbım!
Kimin yanında bir emânet varsa onu sâhibine versin. Borç mutlaka yerine verilecektir. Kiralanan şey sâhibine iâde edilecektir. Hediyeler, hediye ile karşılanır. Başkalarına kefil olanlar, kefâletin mes'ûliyetini de üzerine almış olur.
Câhiliyet devrine âit fâizin her çeşidi mülgâdır, ayağımın altındadır. Lâkin, borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulm olununuz. Allâh'ın emri ile fâizcilik, artık yasaktır. Câhiliyyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz; Abdülmuttalib'in oğlu amcam Abbas'ın fâizidir.
Ey Eshâbım!
Câhiliyet devrinde güdülen kan dâvâları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı; Abdulmuttalib'in torunu Rebîa'nın kan dâvâsıdır. Câhiliyyetten kalan örf ve âdetler de kaldırılmıştır. Ancak, Kâbe'ye dâir sidânet (hizmetçilik) ve hacca gelenlere sâkilik yapma âdetleri bâkidir.
Kasıtla öldürülen, kısas edilecektir. Sopa ve taşla öldürülen ise kasten öldürülmüşe benzer. Sopa ve taşla öldürülenin yüz deve diyet hakkı vardır. Bunu arttıran câhiliyyet devrinin insanı gibidir.
Ey İnsanlar!
Artık şeytan, sizin şu topraklarınızda nüfuz ve saltanatını kurmak kudretini ebediyyen kaybetmiştir. Fakat, size bu saydığım şeyler haricinde, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, onu memnun edecektir. Dîninizi korumak için bunlardan hazer ediniz.
Ey İnsanlar!
Haram ayların yerlerini değiştirip ertelemek, inkarcılıkta gerçekten ileri gitmektir. Kâfirler böylece sapıyorlar. Allâh'ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyorlar. Böylece, Allâh'ın haram kıldığını helâl saymış oluyorlar.
Zaman, Allah (C.C.)'nün gökleri ve yeri yarattığı günden bu yana aynı şekilde devam ediyor. Hakîkatte, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden bu yana 12 aydır. Bu hakîkat, Allâh'ın kitâbında mevcuttur. Bu aylardan dördü, harem aylarıdır. Bunlardan üçü, birbirini tâkip ederler. Yalnız biri tekdir. Birbirini tâkip edenler; Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem'dir. Cemaziyel-Âhir ile Şaban arasında bulunan Recep ayı ise tek olan harem aydır.
Ey İnsanlar!
Kadınlara hayırla muâmele etmenizi ve Allah'dan korkmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar emriniz altındadır. Siz kadınları Allah emâneti olarak aldınız ve onların nâmuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Şunu biliniz ki; Sizin kadınlar üzerinde haklarınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.
Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız; yatağınızı yabancılardan korumaları ve müsâadeniz olmadıkça, hoşlanmadığınız bir kimsenin evinize girip, oturmasına müsâade etmemeleridir. Hiçbir kadın erkeğinin izni olmaksızın evinden bir şey harcayamaz! (Eshâbdan bâzıları; «Yemek de mi veremez?» deyince, Rasûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: «Yemek insanların en üstün malıdır».) Şâyet kadınlarınız, bu yasaklardan birini yaparlarsa; onlardan ayrı yatın ve yaralamadan, berelemeden dövüp vazgeçirin. Eğer size itaat ederlerse, onların aleyhine yürümek için başka yol aramayın, daha ilerisine geçmeyin.
Kadınlarınızın da sizin üzerinizdeki hakları; mağruf olan şekliyle (şer'i ahkama göre), her türlü yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Kölelerinize [5] gelince; onlara yediğinizden yedirmeğe, giydiğinizden giydirmeğe dikkat ediniz. Affedemeyeceğiniz bir hata yaparlarsa asla eziyet etmeyiniz! Onları satılığa çıkarınız. Çünkü onlar da Allâh'ın kullarıdır.
Ey Mü'minler!
Sözümü iyi dinleyiniz, iyi anlayınız ve iyi muhafaza ediniz! Muhakkak ki Rabbiniz birdir. Babalarınız da birdir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem (A.S) da topraktandır. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Allah katında en hayırlınız, Allah'dan en çok korkanınızdır. Arabın Aceme, Acemin de Arapa, sarı ırkın siyah ırka, siyah ırkın da sarı ırka üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir. Din kardeşlerinize âit olan herhangi bir hakka tecâvüz, başkasına helâl değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
Haksızlık da yapmayın! Haksızlığa boyun da eğmeyin!
Ey Eshâbım!
Nefislerinize de zulmetmeyiniz. Nefislerinizin de üzerinizde hakkı vardır.
Ey İnsanlar!
Allah'dan korkun. Halîfe olarak başınıza; burnu kulağı kesik bir köle dâhi seçilmiş olsa, Allâh'ın Kitâbı'yla hükmettiği müddetçe onu dinleyin ve ona itaat edin.
Ey İnsanlar!
Allah, her hak sâhibine hakkını Kur'ân'da vermiştir. Vâris için vasiyyete lüzum yoktur. Mirasçının haricinde olanlara vasiyyetse, terekenin (geride bıraktığının) sâdece üçte biri hududunda caizdir.
Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise, ona âittir. Zinâ eden için mahrûmiyyet vardır. Bunların hesapları Allâh'a âittir. Babasından başkasına neseb iddiâ eden soysuz veya efendisinden başkasına intisâba kalkan nankör, Allâh'ın gazâbına, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğrasın! Cenâb-u Hakk, bu gibi insanların ne tövbelerini, ne de adâlet ve şehâdetlerini kabul eder. Böyle bir kişiden ne mal, ne de can fedâkârlığı kabul edilemez!
Ey İnsanlar!
Her suçlu kendi suçundan bizzat kendisi mes'ûldür. Hiçbir babanın işlediği suçun cezâsını evlâdı çekemez. Hiçbir evlâdın suçundan da babası mes'ûl edilemez.
Ey İnsanlar!
Size bir emânet bırakıyorum ki siz ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız! O emânet, Allâh'ın Kitâbı Kur'ân ve O'nun Elçisinin Sünnetleridir.
Ey Mü'minler!
Allah'dan korkun! Beş vakit namâzınızı kılın! Ramazan ayındaki oruçlarınızı tutun! Mallarınızın zekâtını verin! Sizden olan emirlerinize itâat edin ki Rabbinizin cennetine giresiniz.
Ey İnsanlar!
Ben, hepinizden önce Kevser Havuzu'na varacağım. Sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere iftihar edeceğim. Benim yüzümü kara etmeyin. Ben birtakım insanları kurtaracağım. Bir takımları da benim kendilerini kurtarmamı isteyecekler,
Ben; "Yâ Râb! Bunlar, Benim Eshâbımdandır, bunlar da «ÜMMETİM» diyeceğim.
Allâhü Teâlâ ise; "Sen, onların Senden sonra ne yaptıklarını bilmezsin!" diyecek.
Ey Nas!
Aşırı gitmekten sakının. Geçmiş ümmetlerin mahvolmalarının sebebi; dinde aşırı gitmeleri idi. Hac usullerini benden öğrenin!
Bundan sonra Rasûlülllah, uzunca DECCAL'ı anlattı. Nihâyet şöyle buyurdu:
Allâh'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini bu Deccal ile korkuttu. Nuh ve O'ndan sonra gelen peygamberler de bu Deccal ile ümmetlerini korkuttular. Deccal sizin devrinizde çıkacak. Şâyet Deccal'ın alâmetlerinden bir kısmını bilmiyorsanız, Rabbinizi de bilmiyor değilsiniz. (Rasûlüllah bu sözü üç kere tekrar buyurdular.)
Sizce mâlûmdur ki Rabbiniz'in bir gözü kör değildir. Halbûki Deccal'ın bir gözü kördür. Onun kör olan gözü üzüm tanesi gibi dışarı fırlamıştır.
Ey Nâs!
Yarın Beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz? Risâletimi tebliğ ettim mi? İlâhi vazîfemi yaptım mı?"
Bütün Eshâbı Kirâm; "Evet, yemin ederiz, Allâh'ın risâletini tebliğ ettin, vazîfeni yaptın. Bize vasiyyet ve nasîhatte bulundun. Böylece şehâdette bulunuruz." dediler.
(Bunun üzerine Rasûlü Ekrem (S.A.V.) mübârek şehâdet parmağını göğe kaldırıp sonra da cemâat üzerine çevirip indirerek;)
ŞÂHİD OL YÂ RAB! ŞÂHİD OL YÂ RAB! ŞÂHİD OL YÂ RAB!
Peygamber Efendimiz'in Veda Hutbesi'ni, aynen nakletmeğe çalıştık. İşte fertler ve cemiyetler için salâh, sükûn ve huzur; Rasûlüllah Efendimiz'in son Vedâ Hutbesinde beyân ettiği, bu insan haklarının hakîki anayasasındaki prensiplere bağlı olmakladır.
Târihle de sabit olmuştur ki; O büyük Peygamberin vâ'z ettiği, bu pek ûlvi düstûrlara râbıtâsını muhâfaza eden cemiyetler, fertler, Müslüman milletler mes'ud ve müreffah bir hayat yaşamışlardır. Bu prensiplere sırt çevirenler, felâket ve huzursuzluğa gömülmüş ve gömülmektedirler. Bugün, milletçe özlenen gerçek huzurdan mahrum olmamız; bu prensiplere bağlılığımızın zayıflaması ve sarsılması ile izâh edilebilir. Huzur! huzur! diyenler, evvela huzûrun ne ile kazanılabileceğini bilmelidirler. Şurası muhakkaktır ki huzur, dünyâ ve âhirette mes'ud yaşamak, bu İslam umdelerine bağlı kalmak ve bağlılığımızı kuvvetleştirmekle mümkindir. Kurtuluş ancak bu yoldadır.
Selâm bu yolda olanlara, yazık bu kûdsi yolun dışında kalanlara.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 17, 2009 12:01 am

HİCRETİN ONBİRİNCİ SENESİ
Artık, İslâmiyet Arabistan'da kökleşmişti. İslam dîni, yarımadanın dîni olmuştu. Şimdi sıra, dış ülkelere İslâmı yaymaya gelmişti. Gerçi, bâzı yalancı peygamberlik iddiâsında bulunan, huzursuzluk çıkarmak isteyenler olmuştu. Fakat, zâten yalancı idiler. Tutunamayacaklardı. Onlar tepelenip, şerleri bertaraf edildi. İslam dînini duyan ve kabul edenlerden Peygamber Efendimiz'e muhtelif yerlerden heyetler geliyordu. Peygamber Efendimiz'i görüyor, ziyâret ediyor, öğrenmek istediklerini sorarak, cevaplarını alıyorlardı.
Rasûlü Ekrem, Veda Haccı'ndan sonra Medîne'ye dönmüştü. Cenub bölgesini hiç düşünmüyordu. Tek düşündüğü taraf, şimal bölgesi idi. Hâlid ibn-i Velid'in kazanmış olduğu zaferden sonra kaçarak gidenler, tekrar gelip oralarda at koştururlarsa, bu iyi olmayacaktı. Romalılar, her an büyük bir ordu ile Müslümanların aldıkları yerleri almak üzere gelebilirlerdi.
ÜSÂME ORDUSU
İşte bunun için Peygamber Efendimiz; Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer, Ebû Ubeyde ve Sa'd (R.A.) gibi Eshâbın büyüklerinin de bulunduğu bir ordu hazırladı. Bu ordunun da kumandasını Üsâme bîn-i Zeyd'e verdi.
Hz.Üsâme, Peygamber Efendimiz'in çıkardığı bu son orduya kumandan tâyin edildiği zaman, 19 yaşında idi. Böyle gencecik yaşta birinin emir tâyin edilmesi, ileri geri konuşmalara sebeb oldu.
Bu hâl Peygamber Efendimiz'e ulaşınca hiddetlenen Rasûlüllah Efendimiz, minbere çıktı ve şöyle hitâb etti: "Üsâme'nin kumandanlığına dil uzatırsanız, daha önce babasının da kumandanlığına tân etmiş olursunuz. Babası Zeyd, kumandanlığa lâyık olduğu gibi, oğlu da lâyıktır. Babası nasıl en sevdiğim ise Üsâme de en sevdiklerimdendir. Size lâzım olan benim tensibim üzerine O'nun emrine bağlanmaktır. Çünkü O, sizin ehliyet ve iyilik sâhibi olanlarınızdandır".
Ordu hazırlanmıştı. Hareket emrinin gelmesi bekleniyordu. Rasulü Ekrem, ordunun başına geçen Üsâme'ye şöyle demişti: "Babanın şehid olduğu yere git ve düşmanları atlara çiğnet."
Bir gün sonra da Peygamber Efendimiz hastalanarak yatağa düştüler. Buna rağmen, yatağından kalkarak sancağı Üsâme Hazretlerine verdi. Üsâme sancağı öptükten sonra, Büreyde Hazretlerine verdi ve Medîne haricine çıkarak ordu karargâhını kurdu. Burada biraz da olsa bekleyecekler daha sonra hareket edeceklerdi.
Rebiûlevvel ayının 12. Pazartesi günü, Hz.Usâme, Peygamber Efendimiz'in tensibi üzerine kuşluk vaktinde orduya hareket emrini verdi. Ancak bu sırada, Peygamber Efendimiz'in irtihâl haberi geldi. Bunun üzerine Hz.Üsâme, yanında Hz.Ömer ve Hz.Ebû Ubeyde olduğu halde Medîne'ye döndü. Sancaktar Büreyde, sancağı Rasûlü Ekrem'in Hâne-i Saâdetlerinin kapısına dikti.
Hz.Ebû Bekir halîfe seçildiği vakit, Hz.Büreyde'ye, sancağın Hz.Usâme'nin evine götürülmesini ve gâzâ zamanına kadar açılmamasını emretti. Bu demek oluyordu ki Rasûlüllah'ın hazırladığı ordu, vazîfesini yapacaktı.
Hz.Üsâme, kendisine verilen vazîfeyi yerine getirmek için hemen sancağı alarak şehrin dışına çıkıp ordu karargahını tekrar kurdu. Bunu duyan Müslümanlar da hazırlanarak tekrar orduya katıldılar. Bâzı Müslümanlar, Üsâme'nin çok genç olduğunu ileri sürerek değiştirilmesini istediler.
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Ben onu nasıl değiştirebilirim, onu Allah Rasûlü tâyin etti." diye cevap verince, onlar da hemen isteklerinden vazgeçtiler.
Hz.Ebû Bekir, şehrin dışına çıkıp Hz.Üsâme'yi atına bindirdikten sonra, onunla beraber yürümeğe başladı. Hz.Üsâme atın üzerinde idi. Amma Hz.Ebû Bekir yaya yürüyordu. Hz.Üsâme bundan müteessir olarak; "Ey Mü'minlerin Emiri! Ya Sen de bin veya Ben de yaya yürüyeyim." dedi.
Hz.Ebû Bekir (R.A.); "Ben binmeyeceğim, sen de inmeyeceksin. Allah yolunda biraz benim de ayaklarım tozlansın." buyurdu. Belli bir yere kadar orduyla gelen Hz.Ebû Bekir (R.A.), nihâyet onları uğurlayacak mahâlle gelmişti. Son olarak Üsâme Hazretlerine şöyle dedi: "Allah selâmet versin. Git! Peygamber Efendimiz sana nasıl dediyse, öylece yap. Başka türlü hareket etme!".
Hz.Ebû Bekir (R.A.), yapılacak çok işlerin olması sebebiyle Hz.Üsâme'den, Hz.Ömer'i bırakmasını ricâ etti. Hz.Üsâme de bunu kabul etti ve Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer'le Medîne'ye döndü. Ordu Şam tarafına gitti.
Müşrikler o taraflarda son zamanlarda cirit atıyorlardı. Hz.Üsâme, onların hepsini temizledikten sonra, babasının katilini de buldu ve katletti. Birçok ganîmet ele geçirdi. Ordunun içindeki Müslümanlar çok memnundular. Müşriklerin korkak olması ve gâyelerinin olmaması, Müslümanların işlerini daha da kolaylaştırıyordu.
Böylece Peygamber Efendimiz'in son olarak hazırladığı ve ilk halîfenin gönderdiği ilk ordu Üsâme ordusudur. Allâhü Teâlâ onların hepsine yardım ederek muzaffer kıldı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 17, 2009 12:01 am

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN İRTİHALLERİ (Hicrî:11, M.:632)
Peygamber Efendimiz, bu fâni dünyâdan göçeceği zamanın yaklaştığını anladı. Safer ayının 19.gecesi kimseye sezdirmeden, Bakî mezarlığına giderek, orada yatan Eshâbını selamladı ve; "Yakında biz de aranızda olacağız." dedi.
Mezarlıktan dönünce hastalığı arttı. Hz.Âişe, O'na başının ağrıdığını söyleyerek, "Vay başım!" dedi.
Buna Peygamber Efendimiz, şu karşılığı verdi: "Yâ Âişe! Senin değil, asıl benim vay başım. Senin başının ağrısı geçer gider. Baş ağrısı, benimkidir." buyurarak irtihâlinin yaklaştığını işâret etti.
Hastalık günden güne artıyordu. Buna rağmen mescide çıkıp namazda imam oluyordu. Bir gün dermansız kalınca Hz.Ebû Bekr'in cemâata imam olmasını emretti. Hz.Ebû Bekir cemâate üç gün imamlık yaptı.
Nesi Varsa Sadaka Veriyor
Hastalığı sırasında, Ezvâcı Tâhirât'ın yanlarında nöbetle kalıyordu. Hastalığı ağırlaşınca, izin isteyerek Hz.Âişe (R.Anha)'nın odasında istirahat etmeğe başladı. Yedi dirhem parası vardı. Bunları sadaka vermelerini söyledi. Hastalığı ile meşgul olduklarından telaşla unutmuşlar, dağıtmamışlardı. Bir ara hastalığı hafifleyince; "Paraları ne yaptınız?" diye sordu.
Hz.Âişe; "Duruyor" dedi.
Onları getirtti. Avucuna alarak; "Bunlar elde dururken ölürsem, Allah hakkındaki îtikâdım nice olur?" dedi ve hepsini fakirlere sadaka olarak dağıttırdı.
Vefâtında nakit olarak hiç parası kalmadı. Biraz ev eşyası ve malı vardı. Zevcelerine hisselerini ayırdıktan sonra, kalanını müsâfirlere, gelen heyetlere, yoksullara, yolculara sarf olunmak üzere vasiyet etti. Nesi varsa ümmetine bıraktı. Başka geriye mal bırakmadı.
Kalan eşyaları ise şunlardı: Elbisesi, iki kilim, bir çarşaf, birkaç su kabı, tarak, makas, misvak ve yattığı sediri. Bu eşyalar zarûri ihtiyaçlardı. Bir de gümüş mührü vardı. Mührün üzerinde; «Muhammed-ün Rasûlüllah» yazılı idi.
Bu mührü daha sonra, Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer ve Hz.Osman kullanmıştır.
Kızı Hz.Fâtıma İle Başbaşa
Hz.Fâtıma, her gün gelerek, Hz. Âişe'nin odasında yatmakta olan babasını ziyâret ederdi. Hayatta kalmış tek evlâdı o idi. Bir def'asında Hz.Fâtıma; "Kim bilir ne acılar çekiyor babacığım." deyince,
Allah Rasûlü, O'na; "Babasının sevgili kuzusu! Bugünden sonra babacığın hiç acı çekmeyecek." cevabını verdi. Bu söz, bu elem dünyâsından göçeceğine işâretti.
Yine bir defâsında, Peygamber Efendimiz, kızı Hz.Fâtıma'yı yanına çağırarak, kulağına bir şeyler söyledi, Hz.Fâtıma ağladı. Tekrar bir şey söyleyince, tebessüm etti.
Hz.Âişe sordu. Hz.Fâtıma şöyle cevap verdi: "Önce ölüm haberini duyunca üzüldüm ve ağladım. Sonra «Ehli Beyt'imden ilk yanıma gelen sen olacaksın.» buyurunca, O'na tekrar yakında kavuşacağım için sevindim." dedi.
Zerâfet timsâli Hz.Fâtıma, babasından altı ay sonra Rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Fakat, arkasında Allah Rasûlü'nün kokusunu taşıyan Hz.Hasan ile Hz.Hüseyin'i bıraktı.
«Allâh'ın selâmı, bereketi ve mağfireti onların üzerine olsun.»
Hastalığı Esnâsındaki Hutbeleri
Kâinâtın Efendisi, hastalığı esnâsında, birkaç defa Eshâbına nasîhatlarda bulundu. Ensar ile Muhâcirlerin kardeşçe geçinmelerini tavsiye etti ve şöyle buyurdu: "Benim irtihâlimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz. Hiçbir peygamber ümmeti içinde ebedî kaldı mı ki, ben de kalayım. Ben Hak Teâlâ'ya kavuşacağım ve buna hepinizden ziyâde lâyıkım. Ben size şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer Havz-ı Kevser kenarıdır. Her kim orada Benimle buluşmak isterse, elini ve dilini kötülüklerden tutsun.
Ey halk!
Günah ve mâ'siyet, ni'metin değişmesine sebep olur. Eğer halk, yâr ve mûti olursa, emirler, âmirler ve baştakileri de öyle olur. Eğer halk fâcir olursa, onlar da ona göre olur."
Rasûlü Ekrem, Mescîd-i Nebevî'nin minberine oturarak; "Allâhü Teâlâ, bir kulunu dünyâ ile âhiret arasında serbest bırakmıştır, kul da âhireti seçmiştir." buyurdu. Bu ifadeleri ile Peygamber Efendimiz kendisini kasdedip irtihallerine işaret buyuruyorlardı.
Hz.Ebû Bekir, Rasûlü Ekrem'in ne demek istediğini anlamış ve ağlıyarak şöyle demişti: "Annelerimiz, babalarımız sana fedâ olsun Yâ Rasûlellah".
Peygamber Efendimiz, onun sözlerini keserek halka nasîhat etmeğe başladı. Hz.Ebû Bekir'den çok memnun olduğunu söyledi. "Sohbetinde ve malında bana emniyetli insan Ebû Bekir'dir. Eğer bir dost edinseydim, mutlaka Ebû Bekr'i edinirdim. Fakat, İslam kardeşi edindim." buyurdu.
Mescide açılan bütün kapıları kapattırdı. Yalnız, Ebû Bekr'in kapısını kapattırmadı. Daha sonra odasına girdi.
Bir gün Hz.Ebû Bekir sabah namazını kıldırırken, Allah Rasûlü kendinde bir hafiflik hissederek mescide geldi. Müslümanların namaz manzarası onu çok memnun etti. Onların toplulukları ile kalbi mutmain oldu. Kendinden sonra, Hz.Ebû Bekri'nis Sıddık (R.A.) gibi bir kimsenin, O'na hâleflik etmesine çok sevinerek tebessüm etti. Eshab ise, Yüce Rasûl'ü görünce sevinçlerinden namazlarını bozacaklardı. Allah Rasûlü'nü artık iyi oldu zannettiler. Hatta, Hz.Ebû Bekir birazcık geri çekildi. Peygamberimiz, onu sırtından öne doğru iterek sağ yanına oturdu. Eshâbıyle namazını edâ etti. Namaz bitince Eshâbına dönerek kuvvetli bir sesle şöyle hitâb etti:
"Ey insanlar!
Ateş yakıldı. Fitne gece karanlığının gelişi gibi yaklaştı. Ben Kur'ân'ın helâl ettiğini helâl, haram ettiğini haram ettim. Allah, Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinen kavme lânet etti".
Bununla Peygamber Efendimiz, kabirleri çok fazla büyüterek, putçuluğa gidilmesini önlemeğe işâret ediyordu. Allah Rasûlü, Eshâbının terbiyesini hiçbir an bile ihmal etmemişti. Hatta ölüm döşeğinde bile.
Vasiyetnâme Yazdırmak Arzusu
Rasûlü Ekrem, hastalığı ağırlaştığı zaman bir şey yazdırmak düşüncesiyle kâlem kağıt istedi. Ne yapacağını anlamadıkları için; «Acaba hastalığın te'siri ile mi yapıyor» diye konuşanlar oldu. Hastalığı hâlinde O'nu rahatsız etmeyelim dediler. Bunun üzerine yazdırmak istediği yazılmadan kaldı.
Acaba ne yazdıracaktı?
Üstazlarımızın beyânı odur ki; «Men kâle lâ İlâhe İllallâh Muhammed-ün Rasûlüllâh, hâlisan ve muhlisan dehâle'l-Cenneh (Her kim ki hâlisan ve muhlisan lâ İlâhe İllallâh Muhammed-ün Rasûlüllâh, derse Cennete dâhil olur.)» yazdıracaktı. Çünkü daha evvel Kelime-i Tevhid'den konuşmuştu.
Mübârek Ağzından En Son İşitilen Söz
Kâinât'ın Yüce Efendisi, hicretin onbirinci senesi, Rebîulevvel ayının 12. Pazartesi günü duhâ (kuşluk) vaktinde, dünyâ âleminden âhiret âlemine intikal etti (8 Haziran 632). Mübârek ağzından en son işitilen söz; "Refîki A'lâ'ya, Refîki A'lâ'ya! (En büyük dosta, En büyük dosta)" demek oldu.
Melekler selâmlayıp sevinmeğe, mü'minler de ağlayıp üzülmeğe başladılar.
Memâtın da hayâtın gibi temiz ve pâk Yâ Rasûlallâh.
Sonsuz salât ve selâm; Peygamber Efendimiz'e, O'nun Ehl-i Beyt'ine ve bütün Eshâbı'na olsun. ( Â m î n )

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 17, 2009 12:03 am

SON VAZİFENİN ÎFÂSI
Eshâbı Kirâm, acı haberi gözyaşları içinde öğrendiler. Medîne-i Münevvere'yi mâtem havası kapladı. Bâzıları buna inanmak istemiyordu.
Hz.Ömer, hüznünün şiddet ve dehşetinden ölüm haberini kabul edemedi. Peygamber Efendimiz'e bağlılığından gelen heyecan içerisinde kılıncını çekerek; "Her kim Muhammed (S.A.V.) öldü derse boynunu uçururum." diye feryad ediyordu.
Nihâyet, vakûr hâliyle Hz.Ebû Bekir (R.A.) geldi. Peygamber Efendimiz, Hz.Âişe'nin odasında örtülü halde duruyordu. Diz çöktü. Öperek ağlamağa başladı. Tekrar alnından öperek; "Vallâhi Rasûlüllah vefât etmiştir. «İnnâ Lillâhi ve innâ ileyhi râciûn»" dedi ve şöyle buyurdu: "Bu büyük insanı, nefsimi elinde bulunduran Allah vefât ettirdi. Salât ve selâm üzerine olsun Ey Allâh'ın Rasûlü! memâtında da, hayâtında da ne kadar güzelsin."
Hz.Ebû Bekir (R.A.) göz yaşlarını silerek mescide gitti. Halk mescidde toplanmış, fakat durumları şaşkın, karışık bir havayı ifâde ediyordu.
Eshâbı Kirâm, Hz.Ebû Bekr'i görünce toplandılar. Fakat Hz.Ömer, hâlâ tehditten vazgeçmemişti.
Hz.Ömer'e yaklaştı. Şöyle hitâb etti; "Sakin ol Yâ Ömer".
Daha sonra Allâh'a hamd etti, Rasûlünü övdü ve şöyle konuşmağa başladı: "Ey insanlar, kim Muhammed (S.A.V)'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed (S.A.V.) ölmüştür. Kim de Allâh'a ibâdet ediyorsa, bilsin ki Allâhü Teâlâ diridir, ebedîdir".
Daha sonra Âli İmran Sûresi'nin 144. âyetini okudu.
Âyet-i Kerîme'nin meâli: "(Size hakikî ve ebedî bir rehber olan) Muhammed, ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de birçok Rasûller geçti. O, eğer ölse veya öldürülse, (Siz, Nûru bırakıp zûlmete) ökçelerinizin üzerine, gerisin geriye dönü mü vereceksiniz? Kim ki iki ökçesinin üzerine geri dönerse, bilsin ki Allâh'a hiçbir şeyle zarar vermez. (Dönüş, dönenin kendi aleyhinedir.) Allah, ahdinde durup, sebat ve şükredenleri mükâfatlandıracaktır."
Bu sırada, Eshâbdan bir kısmı toplanarak Müslümanlara seçilecek reisi, halîfe (emir) mes'elesini müzâkere etmeğe başladılar. Müzâkere ve müşâvereler neticesinde, Hz.Ebû Bekir (R.A.) halîfe, emir seçildi.
Hz.Peygamberimiz, hastalığında, imâmete Hz.Ebû Bekr'i tâyin etmişti. Bu da, onun halîfeliğine, emirliğine işâret oluyordu.
Hz.Ömer; "Ver elini." dedi ve O'na ilk bîat eden oldu.
Bunu diğer Eshab tâkip etti, hepsi bîat etti. Mes'ele hallolundu.
Müslümanlar, başlarına Hz.Ebû Bekr (R.A.)'ı hâlife seçtikten sonra Peygamber Efendimiz'i, O'na en yakın olan Hz.Ali yıkadı. O'na amcası Abbas ve oğlu Fadıl, Üsâme bîn-i Zeyd, kölesi Şükran yardım etti. Daha sonra pamukdan üç beyaz beze kefenlediler.
Peygamber Efendimiz'in cenâze namazını önce melekler kıldılar. Sonra da sırasıyla Ehl-i Beyt'in erkekleri, kadınları ve çocukları kıldılar. Diğer mü'min erkekler, kadınlar ve çocuklar da takım takım gelerek yalnız başlarına namâzı kıldılar. Cenâze namâzının bu şekil kılınması Peygamber Efendimiz'in vasiyyeti idi.
Hz.Ali de; "İmamsız, yalnız başına cenâze namâzı kılınır mı, diye şüphe edilmesin. Allâh'ın Rasûlü, hem hayâtında, hem de vefâtında sizin imâmınızdır." buyurdu.
Techîzi bitip, namaz kılındıktan sonra, nereye defnedileceği müzâkere edildi. Bâzıları Mekke'ye, bâzıları Mescidine, bâzıları Bakî-ul Garkad kabristanlığına, Eshâbının yanına, bâzıları da Peygamberlerin makâmı olan Kudüs'e defnedilmesini ileri sürdüler. Hz.Ebû Bekir; «Peygamberler öldükleri yere defn olunurlar» Hadîs-i Şerif'ini beyân edince, ihtilaf ortadan kalktı ve Hz.Âişe'nin odasına defnedildi.
Rasûlü Ekrem Hazretlerinin bu mubarek kabrini kazan şahıs, Ensârdan Ebû Tâlhâ Hazretleridir. Buraya «Ravza-i Mutahhare» denir
EN GÜZEL SONUÇ
Peygamber Efendimiz vefât etti. Fakat, Müslümanlara öyle sağlam şeyler bıraktı ki, bunlara sarıldıkları müddetce hiçbir şey kendilerine zarar veremeyecektir. Onlar da, hiçbir yönden bâtılın gelemeyeceği başta «Allah Kelâmı, Kur'ân-ı Kerim» ve sünneti seniyyedir.
Ayrıca, «Eshâbı Kirâm'ı» bıraktı ki Onlar dîni açıkladılar. Zûlmü kaldırıp adâleti yerleştirmek üzere beldeler fethettiler, dünyâ üzerine İslam güneşini doğdurdular. Böylece Allâh'ın Nûru tamamlandı ve O'nun vaâdi tahakkuk etti.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 17, 2009 12:03 am

ESHAB'DA RASÛLÜLLAH SEVGİSİ
Târih, Eshâbı Kirâm'ın Peygamber sevgisi gibi bir sevgi kaydetmemiştir. Şu hâdiseler bunu te'yid eder:
Mekkeliler İslam oldukları için Zeyd bîni Disne ve Habib bîni Adiyy'i öldürmek istemişlerdi. Zeyd (R.A.) tam öldürüleceği zaman Ebû Süfyan, O'na şöyle hitâb etti: "Şimdi senin yerinde Muhammed (S.A.V.)'in olmasını ister misin? Onun boynu vurulsun. Sen de âilenin yanına git!".
Zeyd şöyle cevap verdi: "Ben, âilemin yanında otururken, Allah Rasûlü'nün ayağına bir dikenin bile batmasına razı olmam".
Ebû Süfyan şöyle dedi: "İnsanlardan Muhammed (S.A.V.)'in Eshâbı gibi Muhammed (S.A.V.)'i seven bir kavim görmedim."
Habib bîn-i Adiyy ise, öldürülürken şu şiiri okudu: "Madem ki Müslüman olarak öldürülüyorum, o halde ölüme hiç önem vermem. Benim mücâdelem, ne yönde olursa olsun, ancak Allah içindir. Eğer, Allah dilerse parçalanan her uzvu mübârek kılar."
İbni İshak'ın bildirdiğine göre; Ensar'dan bir kadın Uhut harbinde kocasını, babasını, kardeşlerini kaybeder. Yâni hepsi şehid olurlar. Bu durum kendisine duyurulunca, şöyle sorar: "Allah Rasûlü nasıldır?".
Eshab derler ki: "Allah Rasûlü sıhhattedir."
"Bana gösterin, O'nu göreyim." dedi ve nihâyet gördü.
O'nun hayatta olduğunu görünce tatmin oldu ve şöyle dedi: "Bütün musîbetler, O hayatta olduğu için küçük sayılır."
Rasûlüllah'ın Sevban adında bir hizmetçisi vardı. Allah Rasûlü'nü o kadar çok severdi ki O'na hiç sabredemezdi. Yâni, O'nsuz hiç yaşayamazdı.
Bir gün, Rasûlüllah'a hüzün içinde, çok üzgün bir halde geldi. Rasûlüllah O'na hâlini sordu.
Sevban şöyle cevap verdi: "Ey Allâh'ın Rasûlü! Hiçbir yerim ağrımıyor, yalnız sizi birkaç gündür göremedim. Size karşı içim doldu. Sizi çok özledim. Âhirette sizin yerinizin, ûlvi bir yer olması hasebiyle, orada sizden uzak kalacağımdan korktum. Ayrılık korkusu beni bu hâle düşürdü".
Bu esnâda, Allâhü Teâlâ şu âyeti indirdi: "Kim Allâh'a ve Peygambere itâat ederse, işte onlar; Allâh'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, iyi adamlarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır".
Bu Âyeti Kerîme gelince kederi gitti ve sıhhati eski hâline döndü.
Hz.Bilâl'ın ölümü yaklaşınca âilesi ve çocukları çok üzülüyorlardı ve üzüntülerini «Ne büyük felâket» diye açıklıyorlardı. Halbûki, Hz.Bilâl ise şöyle diyordu: "Ne güzel lûtuf. Yarın, Allâh'ın sevgilisi Muhammed (S.A.V.) ve O'nun Eshâbıyla beraber olacağım."
İmânın tatlılığı ve muhabbetin önemi hakkında Fahri Kâinât Efendimiz şöyle buyuruyorlar: "Üç şey kimde bulunursa, îmânın tadını tam olarak alır;
Allah ve O'nun Rasûlü'nü herşeyden daha fazla sevmek,
İnsanları ancak Allah için sevmek,
Cehenneme girmeği kötü gördüğü gibi küfre dönmeği de öyle kötü görmek."

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 17, 2009 12:03 am

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN ŞEKLİ VE ŞEMÂİLİ
Peygamberler ve bütün târihi şahsiyetler arasında, şekil ve şemâili, en ufak husûsiyetlerine varıncaya kadar bilinen ve nesilden nesile naklolunan bir peygamber ve târihî şahsiyet varsa, o da ancak bizim Peygamberimiz Muhammed'ül Mustafa Sallallahü Aleyhi Vesellem'dir.
Peygamberimiz'in dâmâdı Hz.Ali ve üvey evlâdı Hz.Hind'e göre şekli ve şemâili şöyle idi:
Her ululuk, Rasûlüllah'da toplanmıştı.
Yüzü ayın ondördü gibi parlardı. Teni, kırmızı ile karışık, ak ve güzeldi.
Ne uzun ne de kısa boylu idi. O, herkesten ayrılan bir orta boylu idi.
Saçı, ne dümdüz, ne de kıvırcıktı. Hâreli idi. Saçı, kendiliğinden ikiye ayrılıp yanlarına dökülürse, onları birleştirmezdi. Birleştikleri zamanda da onları ayırmayıp, oldukları gibi bırakırdı. Saçını uzattığı zaman kulaklarının memesini aşardı.
Alnı, açık ve genişti. Kaşları, uzun ve kavisli idi. Kaşlarının uçları ince, araları çok yakındı, fakat, çatık değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, kızgınlık zamanında kabarır, görünürdü.
Burnunun iki kaş arasında başladığı yer, yüksekçe, burnunun ucu da ince idi. Bundaki denklilik ve ölçülülük, dikkat edenlerin gözünden kaçmazdı. Burnunda ayrı bir parlaklık da vardı.
Sakalı, sıktı. Yanakları düzdü, yumru ve tombul değildi. Ağzı, tabîi bir büyüklükte idi. Dişleri inci taneleri gibi idi. Göğsünden, göbeğine kadar, çizgi gibi inen ince tüyler vardı. Boynu uzunca idi. Gümüş gibi ak ve pâktı.
Bütün uzuvları düzgündü. Ne şişman, ne de zayıftı; İkisinin ortası, sıkı etli idi. Karnı ve göğsü bir seviyede idi. Çıkık değildi. Göğsü ve iki küreğinin arası genişti. İri yapılı, iri kemikli idi. Soyunduğu zaman vücudundan nur saçılırdı. Vücudu, kıllı değildi. Yalnız, omuz başlarında, pazularında biraz kıllar vardı.
Bilek kemikleri uzun, el ayaları genişti. El ve ayak parmakları kalınca ve uzunca idi. Ayaklarının altı düz değil, çukurca idi. Ayakları, hafif etli idi, üzerine su döküldüğü zaman etrafa yayılırdı.
Yürürken, ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi önüne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü. Bakmak istediği zaman, bakacağı tarafa bütün vücudu ile dönerek bakardı. Etrafına gelişigüzel bakınmazdı. Yeryüzüne bakışı, semâya bakışından çoktu. Yeryüzüne bakışı da göz ucu ile idi.
İki küreği arası enli, kendisinin Peygamberler hâtemi olduğu, omuz kürekleri arasındaki Peygamberlik Mührü'nden belli idi.
Kâvim ve kabîle yönünden de insanların en şereflisi idi.
O'nu birden bire görenler, mânevi bir vakar ve heybetinden sarsılırlar, kendisini yakından tanıyınca da O'na en derin sevgi ile bağlanırlardı. O'nun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen: "Ben, ne ondan önce, ne de sonra O'nun bir benzerini görmedim!" demekten kendisini alamazdı.

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 17, 2009 12:04 am

RASULÜ EKREM'İN MEKÂRİMİ AHLÂKI

Peygamber Efendimiz, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir. Onun için, O'nun her hâli ve sözü fazîlettir.
Hz.Peygamberimiz, insanların en güzel ahlâklısı idi. Çünkü O, Kur'ân ahlâkı ile ahlâklanmıştı.
Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Kötülüğü, kötülükle karşılamaz, affeder ve bağışlardı. Peygamberimiz'in ağzından hiçbir zaman hak ve gerçek sözden başkası çıkmazdı.
Rasûlü Ekrem'in sözü gâyet açık ve düzgündü, konuşmaları her türlü noksanlıktan ve fazlalıktan uzaktı. Onu işiten hemen ezberleyebilirdi. Hz.Âişe (R.Anha) şöyle buyurur: "Allah Rasûlü'nün kelâmı gâyet açıktı ve O'nunla oturan hemen O'nun sözlerini ezberleyiverirdi..."
O kadar ağır konuşurdu ki, birisi arzu etse kelimeleri sayabilirdi...
Eshab'ından bâzısı Peygamberimiz'e; "Biz Senden daha edebî konuşan bir kimse görmedik" dediklerinde,
Peygamberimiz; "Bu gâyet normal, Kur'ân benim lisânımla geldi. Öyle bir lîsan ki fasih Arabça" buyurdu.
Bir gün, Hz.Ebû Bekir (R.A.) Rasûlüllah'a şöyle dedi: (Hz. Ebû Bekir kavminin en iyi neseb ve şecere bileniydi.) "Bütün Arabistan'ı dolaştım. Onların fasih konuşanlarını dinledim. Sizin gibi fasih ve beliğ konuşanını görmedim".
O'na Peygamberimiz şöyle cevap verdi: "Beni Rabbim edeblendirdi. Hem de en güzel bir şekilde".
Büyük edib Câhız, Allah Rasûlü'nün fesâhatı hakkında şöyle söyler: "Allah, Rasûlü'nün sözlerinin içine güzellik ve sevgi koymuştur. Allah Rasûlü konuştuğu zaman, kimse tekrar etmesine ihtiyaç hissetmezdi. Sözlerinde hiçbir eksiklik yoktu. Hâtâ yapmazdı. Karşısına, fesâhatta hiçbir kimse çıkamazdı. O'nu kimse, hitâbette geçemezdi. Çok kısa sözlerle uzun hutbeler okurdu. O ancak doğru konuşurdu. Hiçbir kimse Allah Rasûlü'nün sözlerinden daha fâideli, daha doğru hiçbir söz işitmemiştir."
O, Eshâbı ile tatlı tatlı konuşur sohbet eder, hatta şakalaşırdı. Küçükleri okşayıp sever, onları sevindirirdi.
Zengin, yoksul, köle demez, herkesin hatırını sorar, gönlünü alırdı. Fakirlerle birlikte otururdu. Köleler arpa ekmeğine bile dâvet etseler, dâvetlerine icâbet ederdi.
Dullar, zayıflar ve kimsesizlerle birlikte yürümekten, onların ihtiyaç ve dileklerini yerine getirmekten arlanmaz ve onurlanmazdı.
Peygamberimiz, toprak üzerinde oturur ve yemeğini de yerde yerdi. Kimsenin kalbini kırmazdı.
En kenar mahallelerden bir kimse hastalandı mı, gider ziyâret eder hatırını sorardı.
Herkese selam verir, karşılaştığı kimsenin elini sıkardı. Herkese tatlı söz söyler, güler yüz gösterirdi. Hiçbir zaman aşırılığı sevmezdi. Tevâzû sâhibi idi.
Bir gün, adamın biri ziyâretine geldiğinde, huzûrunda titremişti. Ona; "Arkadaş, korkma, ben hükümdar değilim. Ben, Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum" demişti.
Sâde fakat, temiz giyinirdi. Temizliği severdi. "Temizlik îmândandır" buyururdu. Pislikten ve fena kokulardan asla hoşlanmazdı. Câmiye temiz gelmelerini Eshâbına tembih ederdi.
Âile hayâtında hüsn-ü muâşeret sâhibi, çok geçimli idi. Evinde boş oturmazdı. "Bu dünyâda dört şeyden hiç hoşlanmam, onlardan Allâh'a sığınırım: Korkaklık, cimrilik, tembellik bir de pislik." buyururdu.
Hizmetçilerine bile bir defa "of! aman!" dediği işitilmemişti.
Gönlü insanlık sevgisi ile dolu idi. En çok, şefkata muhtaç olan yoksullara, öksüzlere, çocuklara merhamet gösterirdi.
Bir gün çocuğu severken onu gören bir bedevi, "Siz küçükleri çok seviyorsunuz. Benim on torunum var. Bir tanesini bile kucağıma alıp sevmem" deyince,
Peygamber Efendimiz, ona; "Senin kalbinde merhamet yoksa ben ne yapayım. Merhamet etmeyene merhamet olunmaz." buyurdu.
O'nun sevgisi hudutsuzdu. Hayvanlara karşı bile merhametli davranmağı öğretmiştir. Kapıda seslenen bir kediyi eliyle içeri almıştı. Hastalanmış bir hayvanın tedavisiyle meşgul olurdu. Susuz kalmış bir köpeğe, ayakkabısıyla su çekip veren kimsenin günahı dahi olsa onu cennetle müjdelemişti. Bir kediyi aç bırakan kadının, bu yüzden azap göreceğini bildirmişti.
Susuz kalmış bir ağacı sulayana, sevap yazıldığını haber vermişti.
Peygamber Efendimiz'den bir şey istendi mi asla yok demezdi. İstenilen şey yanında bulunursa onu yerine getirir, bulunmazsa vaad ederdi. Cömertliğin hepsi kendisinde mevcuttu.
O her hususta fazîlet timsali idi.
O, BÜTÜN ÂLEMLERE RAHMETDİR.
( RAHMET'EN LİL ÂLEMÎNDİR.)
Salât Sana, selâm Sana, Ey Allâh'ın Rasûlü!
Seni hakkıyla bilen ve öven, Âlemlerin Rabbi Allâhü Teâlâ'dır.
Sen, «Rahmet'en Lil âlemînsin!»
Sen, «Hâtem'ül Enbiyâ'sın!»
Sen, «Levlâke, Levlâke, Lemâ Halakt'ül Eflâk» hitâbı izzetinin muhâtabısın.
Sen, «Muhammed Mustafâ'sın» (Allâhümme salli alâ Seyyidinâ Muhammed'in ve alâ alihî ve sahbihî ve sellim.)

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Empty Geri: Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı

Mesaj tarafından menzioglu Salı Şub. 17, 2009 12:04 am

[1] [İhram: Müslüman, farz hac veya umreye niyet ettiğinde, üzerindeki elbisesini çıkarır ve kumaştan, iki parça halinde, dikişsiz bir kumaş parçası giyer. Bu parçalardan birini, göbeğinden aşağı ve bacaklarına örter ki, buna «izar» adı verilir. Diğer parçayı da omuzlarına örter ki buna da «rida» adı verilir. İhramın Hac'daki mevkii, tekbirin namazdaki mevkii gibidir. Müslüman ihramı giyince, daha önce helâl olan birçok şeyler haram olur. Tabî ki bu ihram, erkekler içindir. Kadınlar elbiselerini çıkarmazlar. Ancak yüzleri açık kalır. İhram giymeden önce gûsletmek, yıkanmak sünnettir.
[2] [Telbiye, şu duâyı okumaktır: «Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk, Lâ şerîke leke Lebbeyk, innel hamde ve'n niğmete, leke, vel mülk, Lâ şerîke lek.» Bunun mânâsı ise; "Allâh'ım, biz Senin dâvetine icabet eder, zâhiren ve bâtınen Sana itaat ederiz. Sen'in ortağın yok. Hamid ve niğmet, mülk Sen'in içindir. Bunu da Kâbe'ni ziyaret etmekle tam olarak gösteriyoruz."
Tıpkı (teşbih olmasın), baban seni çağırıyor ve ona diyorsun ki; "evet babacığım ben senin bütün hizmetine hazırım." İşte böyle bir hâl.
[3] [Hacer-ül-Esved: Kabe'nin doğu köşesinde birbuçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yakutlarından olan parlak siyah taş. Esas adı Hacer-ül-Esad'dır. Bu taş içerisinde Cenab-u Hakk'a Elestü bezminde verdiğimiz ahidnamenin bir sureti bulunmaktadır. Bu mubarek taş yeryüzüne ilk indirildiğinde beyazdı. Günahkar insanların ellerini, yüzlerini sürmesi ile üzerine zulmetten manevi siyah bir perde çekilerek Hacer-ül-Esved adını almıştır. Piranımız, Velâyet-i Ulya'ya sahip olan evliyaullah'ın o mübarek taşı bembeyaz gördüklerini beyan etmişlerdir. Hacer-ül-Esved'in kendisine has çok hoş bir kokusu vardır. Ziyaret edenler hissederler.]
[4] [Veda Hutbesi adıyla anılan bu hutbe, M.:632, Hicretin 10. yılı, Zilhicce ayının dokuzuncu arefe günü, Veda Haccı'nda Sevgili Peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimiz tarafından, onbinlerce Sahâbeye Arafat'taki Rahmet dağı üzerinde îrad edilmiştir.]
[5] [Kölelik, aslında İslamla gelmiş bir müessese değildir. İslamdan önce de kölelik vardı. Ancak İslâmiyet onu düzene sokmuş ve kölelere bir takım insani haklar temin eden sisteme oturtmuştur. Cenâb-u Hakk, kendisine imân etmeyenleri, imân eden kullarına "köle (hizmetçi)" yapıyor ki, onlar da imân eden kulları vâsıtasıyle kendisini tanısınlar, imân etsinler, böylece ebedî hayatlarını kazansınlar diye. Nitekim, Müslüman efendilerine köle olarak gelenlerden, Müslüman olmayan kalmamıştır.
İslâmın kölelik mevzuuna dudak büken düşmanların, kulakları çınlasın. İslâmda kölelik kalkmış değildir. Fakat, dînimiz bir kısım şer'i cezâların keffâretinin köle âzâdı ile ödenmesini emretmiştir. Bunun hikmeti; hürriyetine kavuşan köle ile kavuşturan sâhibi arasında kardeşlik ve birliği sağlamaktır. Kölelik, din düşmanlarının dedikleri gibi İslâmın alnında siyah bir leke değil, bilâkis İslâmın âlicenaplığını gösteren şâhitlerden biridir. Çünkü, Müslümanlar kölelerine, Avrupalıların yaptıkları gibi, zûlüm ve işkence değil, şefkat ve merhametle me'murdurlar. Nitekim, Rasûlüllah Efendimiz'in bu hutbedeki emri de bunu gösterir. Gerçekten Müslümanlar, bu emre büyük bir sa dâkat ve samimiyetle itâat etmişlerdir. İslâmın ilim âfâkında parlayan yıldızların pek çoklarının azledilmiş köleler olması, bunun ilk şahididir.]

menzioglu
Deneyimli üye
Deneyimli üye

Erkek
Mesaj Sayısı : 116
Ruh Halim : Siyeri Nebi (s.a.v) Tamamı - Sayfa 2 Hosgor10
Kayıt tarihi : 03/06/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

2 sayfadaki 2 sayfası Önceki  1, 2

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz